Okur'a

Elisıkılık, sersemlik, günah, yanılgı
Gövdemizi işler, yer tutar içimizde,
Besleriz o cânım pişmanlıkları biz de
Bit beslediğince dilencilerin tıpkı.

Günahlarımız inatçı, gevşek tövbemiz;
İç döker, acısını çıkarırız bol bol,
Ve dönerken sevinç verir bize batak yol,
Kirlerimiz pis yaşlarla yıkanır deriz.

Kötülük yastığı üstünde sallar durur
Şaşkın ruhumuzu Koca İblis her zaman,
Ve zengin madenini istemin o yaman,
O bilge simyacı duman gibi savurur.

Bizi oynatan ipleri Şeytan tutmada!
Öğürtücü şeylerde ne tatlar buluruz;
Leş gibi karanlıkları geçip, korkusuz,
İneriz cehenneme her gün biraz daha.

Öpüp dişleyen zavallı çapkın gibiyiz
Bereli göğsünü geçkin bir orospunun,
Bulduğumuz kaçamak zevki, uzun uzun,
Susuz portakalca sıkmasını biliriz.

Milyonlarca kurtçuk gibi yoğun, gide gele
Ziftlenir beynimizde bir Şeytan oymağı,
Ve her solukta Ölüm’ün gizli ırmağı
İner ciğerlerimize boğuk bir sesle.

Irzageçme, zehir, hançer, yangın giderek
Güzel nakışlarını işlememişlerse
Acınacak yazgımıza, o rezil beze,
Yazık! pek atılgan değil ruhumuz demek.

Ama av köpekleri, çakallar, panterler,
Maymunlar, akbabalar, akrepler, yılanlar,
Tırmanan, böğüren, uluyan, bağıranlar
İçinde, kötülüklerimizin o beter

Ağılından biri var, öyle pis, yaman ki!
Yok büyük çığlıkları, büyük edimleri,
Yok ya istedi mi yakıp yıkar her yeri,
Şöyle bir esnese dünyayı yutar sanki;

Can sıkıntısı o! – Gözü yaşarır birden,
Çubuğunu yakıp kurar darağaçları.
Onu bilirsin, okur, o nazik canavarı,
-İkiyüzlü okur, -benzerim, - kardeşim, sen!



Leo Ferre & Baudelaire









Léo Ferré - Invitation au voyage (Charles Baudelaire)



 Invitation au voyage (Yolculuğa Çağrı)

Yavrum, sevgilim, sen Tadını bir bilsen
Orada yaşamanın birlikte!
Keyfince sevmenin
Ölünceye değin
O sana benzeyen ülkede!
Puslu gökte yer yer
O ıslak güneşler
Senin yaş içinde parlayan
Hayın gözlerince
Bir gizemli ince
Tad verir gönlüme her zaman

Orda her şey süs ve güzellik,
Erinç, haz ve dirlik düzenlik.

Evimizse her yıl
Daha pırıl pırıl
Olan döşentiye bezenir;
Nadir çiçeklerin
Kokusu amberin
Uzak kokusuyla beslenir;
Tavanlar ne zengin,
Aynalar ne derin,
Ne doğulu görkemlilik bu;
Orada her şey, ince,
Kendi öz dilince
Gizleriyle doldurur ruhu.

Orda her şey süs ve güzellik,
Erinç, haz ve dirlik düzenlik.

Bak gemiler suda
Bir derin uykuda,
O gezmeye düşkün gemiler;
Hepsi de en ufak
Arzun için uzak
Ülkelerden çıkıp gelirler.
-Ve gün batımları
Giydirir kırları,
Kanalları, kenti gitgide
Altınla, yakutla;
Uyur şimdi dünya
Sıcak bir aydınlık içinde.

Orada her şey süs ve güzellik
Erinç, haz ve dirlik düzenlik.
çeviri: Sait Maden

Les Hiboux (Leo Ferre & Baudelaire)




Les Hiboux (Baykuş)

Altında kara selvilerin
Tünemiş bir dizi baykuş var
Kızıl gözlü garip tanrılar
 Ufku süzerler derin derin.

Duracaklar kımıldamadan
Sürüp eğri güneşi artık
Yerleşene değin karanlık
 İç kapayan, kederli zaman.

 Duruşları bilgeye derstir
Bu dünyada kaçmak gerekir
 Devinimden ve şamatadan.

 Geçen bir gölgeyle mest kişi
Ceza gibi duyar her zaman
 Yer değiştirmek isteyişi.
çeviri: Sait Maden

L'etranger (Leo Ferre & Baudelaire)





 L'Etranger (Yabancı)

Söyle, Anlaşılmaz adam, kimi seversin en çok, ananı mı, babanı mı bacını mı, yoksa kardeşini mi?

“Ne anam, ne de babam var, ne bacım, ne de kardeşim.”

“Dostlarını mı?”

“Anlamına bugüne kadar yabancı kaldığım bir söz kullandınız.”

“Yurdunu mu?”

“Hangi enlemdedir bilmem.”

“Güzelliği mi?”

“Tanrısal ve ölümsüz olsaydı, severdim kuşkusuz.”

“Altını mı?”

“Siz Tanrı’ya nasıl kin beslerseniz, ben de ona öylesine kin beslerim.”

“Peki, neyi seversin öyleyse sen, olağanüstü yabancı?”

“Bulutları severim... işte şu... şu geçip giden bulutları... eşsiz bulutları!”

çeviri: Tahsin Yücel

La Vie Anterieure (Leo Ferre & Baudelaire)


La Vie Anterieure (Önceki Yaşam)

Çok yaşadım o geniş revaklar altında ben
Ki deniz güneşleri binbir ateşle bezer,
Ve akşam üstü bazalt mağ'ralarına benzer
kılardı görkemli, dev sütunları hep birden

Dalgalar, suya vurmuş göğü sürüyüp gezer,
Katardı ne gizemler, yücelikler getiren
Öyle eşsiz uyumlar zengin ezgilerinden
Gün batarken gözümü saran renklere yer yer.

Dingin hazlara verdim orada zamanımı,
Görkemlerle çevrili, denizle, gökle, yerle
Ve kokular içindeki çıplak kölelerle,

Palmiye dallarıyla serinletir alnımı
Ve büyük bir özenle derinleştirirlerdi
Beni yiyip bitiren gizli, onulmaz derdi.
çeviri: Sait Maden

Brumes Et pluies (Leo Ferre & Charles Baudelaire)

Brumes Et  pluies (Sisler ve Yağmurlar)

Güz sonları, kışlar, çamur denizi ilkyazlar,
Siz aldatıcı mevsimler! belirsiz bir mezar
Ya da sisli bir kefenle sararsınız diye
Beynimi, gönlümü, değersiniz her sevgiye.

Bu engin ovada, ki eğlenir soğuk rüzgar,
Fırıldağın sesi kısılıp geceler uzar,
Ruhum, ilk yazdakinden daha ileriye
Karga kanatlarını açar iyiden iyiye.

Nicedir kırağı basmış, ölümcül şeyleri
Yüklenmiş yüreğe daha tatlı ne olabilsin
Hep karanlık, uçuk benzinizden başka sizin,

Solgun mevsimler, bu iklimlerin eceleri,
- acıyı unutmanın dışında, ikimizce,
Korkulu bir yatak üstünde aysız bir gece.
çeviri: Sait Maden

La mort des amants (Leo Ferre & Baudelaire)



La mort des amants (Sevgililerin ölümü)

Divanlarımız olur gömütlerce derin,
Yataklarımız da, hafif kokular saçan,
 Ve etajerlerde en güzel ülkelerin
Yadırgı çiçekleri, bir bizlere açan.

Son sıcaklıklarımı tüketerek yeğin
İki yüreğimiz olur iki dev şamdan,
Çift ışıklar vurur birbirlerine değin,
Ruhlarımız içre, bu ikiz aynalardan.

Mavi ve pembe büyülü bir akşamla biz
Aramızda tek bir şimşek alıp veririz,
Ayrılış yüklü bir hıçkırığa benzeyen;

Ve bir melek, kapıları az itip geri,
Diriltmeye gelir, öyle candan, öyle şen,
Buğulu aynaları, sönmüş alevleri.
çeviri: Sait Maden

Rimbaud ya da Büyük İsyan


Nadirkitap aracılığıyla edindiğim kitabın Issuu'ya bir pdf'ini koydum.

 Rimbaud okuruna!




Yedi Yaşında Şairler

Valentine Hugo'nun (1887 - 1968) çizimleri ve
Leo Ferre'nin yorumuyla Yedi Yaş Şairleri (Rimbaud)



Ve gidiyordu Anne ders kitabını kapatıp
Hoşnut mu hoşnut, mağrur, ama nedense görmüyordu
Mavi gözlerinin içinde ve seçkin alnında,
tiksintilere teslim olmuş ruhunu çocuğun.

Her şeye boyun eğiyordu çocuk bütün gün, akıllı mı
Akıllı; ama kötü bir riyayı hemen ele verecek
Birkaç çizgi ve karanlık tikler eksik değildi yüzünde.
Boyası küf tutmuş koridorların karanlığından
Geçerken dil çıkartıyordu, elleri kasığında,
Ve lekeler görüyordu kapalı gözlerinin içinde.
Bir kapı açılırdı akşamleyin: Lambanın ışığında
Görürlerdi onu, yukarda, söylenirken trabzanın başında,
Çatıdan sarkan bir günışığı körfezinin altında.
Özellikle yazın, bitkin ve şaşkın, kapanırdı inatla
Serinliğine helaların, çıkmazdı oradan. Düşünürdü
 rahatça, burun deliklerini kendi hallerine bırakıp.
Günün kokularıyla yıkanmış evin arkasındaki bahçe,
Kışın, ay ışıkları içinde aydınlanınca,
Bir duvarın dibine sinmiş, çamura batmış durumda,
Ve ezici hayaller karşısında gözleri şaşkın,
Dinlerdi çıtırtılarını cılız ağaç dallarının.
Merhamet, arkadaşıydı onun bu yalnız çocuklar,
Zayıf, alınları çıplak, gözleri yanaklarına akmış,
Sarı ve çamur karası cılız parmaklarını bok kokan
Partal giysilerinin altında gizleyen bu çocuklar,
Konuşurlardı budalalar gibi tatlı tatlı kendi aralarında!
Ve korkardı böylesine iğrenç merhamet manzarasına tanık
Olan annesi; çocuğun sevgiyle dolu yüreği sarılırdı
İşte bu şaşkınlığa. Ne güzel. Yalan söylüyordu annesinin
mavi gözleri.

Yedi yaşında, romanlar uydururdu kafasında büyük çöllerin
Hayatına dair, mutlu özgürlüklerin parıldadığı çöller,
Ormanlar, güneşler, ırmaklar, savanalar üzerinde.-
Resimli gazetelere dadandı, yüzü kıpkırmızı bakarken
Gülüşüne ispanyol  kadınların ve italyan kızlara,
Geldi, kahverenkli gözlü, çılgın, yerli giysileri içinde,
Komşu işçilerin sekiz yaşındaki kızları,
Bu küçük vahşi gelip üzerine atıldı çocuğun,
Bir köşede asılmaya başladı saçlarına,
Çocuk, alta düşmüş durumda, ısırdı kızın kıçını,
Çünkü donsuz gezerdi bu kız her zaman.
-Ve çocuk kızın tekme tokatlarıyla çürük içinde
Odasına götürüyordu kokusunu kızın teninin.

Korkardı aralık ayının solgun pazarlarından,
Saçları pomatlı, oturup mahun sehpanın üzerine
İncil'in yeşil lahana yapraklarını okuduğu pazarlardan;
Karabasanlar görürdü düşlerinde, her gece yatakta.
Sevmezdi Tanrı'yı; ama, tellalların davullar çalıp
Bildiri okuyarak halkı güldürüp kızdırdığı
Kenar mahallelere yabanıl akşamlarda geri dönerlerken
Gördüğü kirli tulumlar giymiş insanları severdi .
-Sevdalı çayırlar hayal ederdi, ışık dolu
Dalları, kutsal kokuların, altın tüylerin
Sakin sakin kımıldayıp havalara uçtuğu.

Ve nasıl da hoşlanırdı karanlık şeylerden hayatta,
 Kepenkleri kapalı, yüksek tavanlı, mavi havalı,
Neme teslim olmuş çırılçıplak odasında,
 Durmadan hayal ettiği romanını okurken,
Aşı boyası göklerle, suya gömülmüş ormanlarla,
Yıldız ağaçlarda açmış tensel çiçeklerle dolu romanı
Başdöngüsü, yıkılış, bozgun ve merhamet dolu!
- Mahalle kendi uğultuları içinde yaşarken öyle,
O, aşağıda, -tek başına, bez şiltesinin üzerine uzanmış,
Hayal ederdi derin bir tutkuyla yelken açmış tekneleri.



Leo Ferre'den Yedi Yaşında Şairler

Rimbaud & Van Gogh

Rimbaud'nun çağdaşları olan öteki büyük kişileri - Nietzsche, Strindberg, Dostoyevski gibi insanları- düşündüğümde, onların yaşadığım ve bizim dahilerimizin vermek zorunda oldukları sınavları fazlasıyla gölgede bırakan korkuları düşündüğümde, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısının, tarihin en rezil dönemlerinden biri olduğuna inanmaya başlıyorum. Hepsi de gelecek uyarılarıyla dolu bu şehitlerden, trajedisi Rimbaud'ya en fazla benzeyeni Van Gogh'du. Rimbaud'dan bir yıl önce doğmuştu ve onunla yaklaşık aynı yaştayken, kendi eliyle öldü. Tıpkı Rimbaud gibi o da çelik bir irade, nerdeyse insanüstü bir cesaret, olağanüstü bir enerji ve kararlılık gösterdi; aşılamaz zorluklara karşı böyle mücadele edebilirdi. Fakat hayatının baharında mücadeleden bitkin düşmesiyle de Rimbaud'ya benziyor; böylece yeteneklerle doluyken kıyıma uğradı.

Serserilikleri, sürekli meslek değiştirmeleri, feleğin çemberinden geçmeleri, başarısızlıkları, ikisini de kuşatan acemilik bulutu -ikisinde de ortak olan tüm bu unsurlar onları talihsizliğe uğramış ikizler gibi öne çıkarıyorlar. Yaşamlarının yazgıları, modern çağlarda bildiğimiz en acıklıları arasındalar. Hiç kimse Van Gogh'un mektuplarını her defasında sarsılmadan okuyamaz. Ne ki ikisinin arasındaki büyük fark, Van Gogh'un yaşamından bir ışıklanışın doğmasında yatıyor. Van Gogh'un ölümünden az önce, hastası için derin bir anlayışı olan Dr. Gachet, Vincent'in kardeşi Theo'ya şunları yazdı: " Sanat aşkı sözcüğü yeterli değil, inanç'tan söz etmek gerekiyor. - Uğruna Vincent'in şehit düştüğü inançtan!" Rimbaud'da büsbütün eksik olduğu görülen unsur budur: tanrıya, insanlara veya sanat'a inanç. Bunun eksikliği de bu yaşamın böyle gri, ara sıra adeta kapkara görünmesine neden oluyor. Aynı şekilde ikisinin mizaçları da çok sayıda önemli ortaklıklar gösteriyor. Onları birleştiren en güçlü bağ, sanatlarının arılığı. Bu arılığın ölçütü, acının diliyle verilmiştir. Yüzyıl dönümünden bu yana böyle bir ruh ağrısı mümkün gibi görünmüyor. Mutlaka daha iyi olması gerekmeyen, fakat sanatçının onun içinde daha duyarsız, daha kayıtsız olacağı yeni bir iklimde bulunuyoruz. Şimdi birisi bu can çekişme biçimini yaşar ve onu betimlerse "Umutsuz romantik" olarak damgalanıyor. Bir insandan böylesi duyarlıklar beklenmiyor artık.

Selfportrait of Van Gogh (detail)
Van Gogh 1880'de kardeşine olayların can damarına dokunan ve insanın kanını oynatan mektuplarından birini yazdı. Bu mektup okunduğunda insanın aklına Rimbaud gelecektir. Mektuplarındaki ifadeler çoğu kez şaşırtıcı benzerlikler taşıyorlar. Hiç bir zaman birbirlerine, kendilerini haksız suçlamalara karşı savundukları zamandan daha yakın değiller. Bu durumda Van Gogh kendini haytalık suçlamasına karşı savunuyor. Aylaklığın iki çeşidini, kötü ve yararlı türlerini ayrıntılı olarak betimliyor. Mektup sözcüğün tam anlamıyla bu konu üzerine bir vaaz, ve tekrar  tekrar bu mektuba dönmekte yarar var. Bir paragrafta Rimbaud'nun sözcüklerinin yankısını işitiyoruz... "Şunu veya bunu yadsıdığıma inanma" diye yazıyor. "Ben kendi inançsızlığımda bir tür inananım; değiştirilmiş olmama rağmen, yine de aynı kalıyorum ve benim ıstırabım yalnızca şurdan kaynaklanıyor: ben aslında neye yarıyorum? kendime bir biçimde yardımcı ve faydalı olamaz mıyım? bu konuda daha fazlasını nasıl öğrenebilir ve şu veya bu konuda nasıl derinleşebilirdim? Görüyor musun, bu bana sürekli acı veriyor ve sonra insan utanç içine düştüğünü, şu veya bu çalışmaya katılmasının imkansızlığını hissediyor, mutlaka gerekli duyulan şu veya bu şey menzil dışında kalıyor. Bu yüzden hüzünlenmiyor değilim; sonra, arkadaşlıkların ve yüksek ciddi duygudaşlıkların yer alabilecekleri boşlukları hissediyorum ve sonra korkunç yılgınlığın bizzat zihinsel enerjiyi nasıl kemirdiğini hissediyorum ve kader, duygudaşlık güdülerinin önüne bir set çekmiş görünüyor, ve bir sıkıntı seli, beni boğmak için yükseldikçe yükseliyor. Sonra insan haykırıyor.  'Tanrım daha ne kadar sürecek?"

Sonra buradan tembelliği, karaktersizliği, doğasının seviyesizliği yüzünden aylak olan insanla, başka türden bir aylaklık içinde olan, iradesine karşı üşengeç olan, içinde büyük bir eylem arzusuyla yanıp tutuşan, herhangi bir şey yapması imkansız olduğu için bir aylak olan insanlar arasında ayrım yapmaya geçiyor. Altın kafesteki kuşu betimliyor. Sonra da şu dokunaklı, yürek paralayıcı, kahredici sözleri ekliyor: "Ve çoğu kez koşullar insanları bir şeyler yapmaktan alıkoyar; herhangi bir korkunç, korkunç, son derece korkunç bir kafesin içinde tutsaktırlar. Biliyorum, sonra kurtuluş da vardır. Haklı veya haksız yere bozulmuş iyi bir nam, utanç, koşulların zorlaması, şanssızlık- tüm bunlar bizi tutsaklaştırır. Bizi kapatan, etrafımıza duvar ören, bizi mezara gömmüşe benzeyen şeyin aslında ne olduğu her zaman söylenemeyebilir, fakat yine de birtakım bölmeleri, parmaklıkları, duvarları hissederiz. Tüm bunlar kurmaca'dan, fanteziden mi ibaret? Sanmıyorum. Ve sonra şu soru sorulur: Tanrım, bu uzun süre, her zaman, tüm sonsuzluk boyunca sürecek mi? İnsanı bu tutsaklıktan neyin kurtardığını biliyor musun? Buna her derin, ciddi duygudaşlığın gücü yeter. Arkadaş olmak, kardeş olmak, sevmek-, bu hapishaneyi tüm gücüyle, büyülü kuvvetiyle açar. Oysa buna sahip olmayan biri, hapishanede kalır. Duygudaşlığın tazelendiği yere yaşam gelir."


Portrait of Rimbaud (Valentine Hugo, 1933)


Acı çeken çalınmış palyaço yüreği


Kederli yüreğim salya sümük güvertede,
Yüreğim asker sigarasıyla izmarit dolu:
Çorba atıklarını fırlatırlar oraya bile,
Kederli yüreğim salya-sümük güvertede:
Bir küfür tufanı eratın ağzında bilmece
Gülerler durmadan kahkahaları sulu mu sulu,
Kederli yüreğim salya-sümük güvertede,
Yüreğim asker sigarasıyla izmarit dolu!


Rimbaud (1962, Alberto Giacometti)


Maslahatlar alesta kalıp çekmeye hazır
Baştan çıkarır yüreğimi küfür hazretleri.
Dümende dalga geçerler tepeden tırnağa hınzır,
Maslahatlar alesta kalıp çekmeye hazır.
Ey büyüleyici dalgalar o sayenizde paklanır,
Alın yüreğimi yıkayın, bilsin temizliği!
Maslahatlar alesta kalıp çekmeye hazır,
Baştan çıkarır yüreğimi küfür hazretleri!
Küfürleri bitip tütünleri de tükenince
Ne yapacağım ben ey çalınmış yüreğim?
Hıçkırık olacaklar hepsi meyhane türkülerinde
Küfürleri bitip tütünleri de tükenince,
Bir meydan savaşı başlayacak zavallı midemde
Yüreğim örselenmiş dalım kırılmışsa benim,
Küfürleri bitip tütünleri de tükenince
Ne yapacağım ben ey çalınmış yüreğim?


* Rimbaud, 13 Mayıs 1871 tarihli mektubunun içinde gönderdiği bu şiire İşkence Edilen Yürek (Le Coeur Supplice / Acı Çeken Yürek) adını verdi. Paul Demeny'ye gönderdiği 10 Haziran 1871 tarihli mektupta yer alan şiirin adını Palyaçonun Yüreği (Le Coeur du Pitre) olarak değiştirmiştir. Bu nüshada, yedi yerde bazı sözcüklerin değişmiş olduğu görülür. Şiirin üçüncü adı Çalınmış Yürek'tir. (Le Coeur vole)
Bu üç ad da Rimbaud'nun birkaç ay içinde yaşamış olduğu ruhsal değişimlere tanıklık etmektedir: ilkin, onarılmaz çirkinliğini keşfettiği insan toplumu şairin yüreğine işkence etmiştir. Rimbaud daha sonra bu toplum içinde kendini bir soytarı gibi gülünç hissetmiş, bir süre sonra da kendini aldatılmış, kazıklanmış hissetmiştir.
Yorumculara göre bu şiir gerçek bir itiraftır ve Rimbaud'nun Komün sırasında yaşadıklarına tanıklık etmektedir.
Delahaye kaynaklı bir söylenceye göre de Rimbaud Nisan ayında altı gün yaya yürüyerek Paris'e varmış, devrime gönüllüler arasında katılmış ve büyük bir düzensizliğin egemen olduğu Babylon Kışlasında kalmıştır. Sonuç olarak, doğrudan doğruya ister katılsın, ister katılmasın, Rimbaud düşünce ve duygu olarak tam bir Komün'cüdür. Ve bu şiir her bakımdan yaşanmış deneyimlere tanıklık etmektedir.  - Özdemir İnce

No love

Brandon & Gio at Boysroom, 2007
Cashed (Marco), New York City, 2003
Dazzle Dancers, 2007
Dildo Monster (Glenn Marla & Jeramie), 2006
4 Dildos, 2006
Dungeon Boys (Josh & Jorge), New York City, 2003

Skingraphs


Öteki Bilge


Bir çeşit eşcinsel günlüğü tutmağa kalkışmanın ne gereği vardı? Birçok sorun, birçok soru, yalnız benim değil, benim gibi pek çok insanın kafasını kurcalıyor. Üstelik bu "pek çokları" arasında, açıktan açığa eşcinsel olduğunu söyleyemeyen, ya da olmadığını -çeşitli düzey ya da kertelerde kanıtlar getirerek- söyleyen, ilan eden, sezdiren, belirten kimseler var.

Derdim, herhalde öylelerinin düşünmesine yardım etmek değil. Önce, bizlerin açık düşünebilmemiz gerektiğine inanıyorum. Korkular, baskılar, başkaldırmalar, tepisel gibi görünen, açıklanması oldukça güç görünen birtakım davranışlar arasında geçirilen bir yaşamda birçoğumuz için düşünecek vakit de kalmıyor, güç de.


Ukalalık etmek istemiyorum. Bu yazdıklarımı da, ara ara, eşe dosta göstererek, kendileriyle tartışıp vardığımız önemli sonuçları gene yazıya aktaracağım. Günün birinde, ortaya, yayımlanacak bir şey çıkıp çıkmayacağını şimdiden kestiremem. Bunları yayımlayıp yayımlamayacağımı, daha doğrusu, yayımlamak için gereken yürekliliği bulup bulamayacağımı bilemem. Günü gelince (gelirse) anlarız.



...

Bir erkeğin erkeklere bakması, bakmaktan hoşlanması, onlarla sevişmek istemesi, 
bütün yaşamını bu özerk çevresinde kurmak istemesi, kurmuş olması ne demektir?

Her şeyden önce, ayrı bir dil konuşması?

Melankoli Nesneleri



Dergi





peyniraltı edebiyatı mart 2014 sayı 12

Kitapçıda gezinirken Peyniraltı Edebiyatı isimli bir derginin kapağında artık tanıdık bir simayı, Sade'ı görünce sarıldım hemen dergiye, ne var ne yok bir göz attım. Mart ayında birinci yılını dolduran dergi Sade'ı kapağına taşımış. Sevin Okyay'ın Sade'ın sinemadaki temsillerini kaleme aldığı yazısını bulduğuma sevindim içerde, onun dışında ilgi çekici birkaç yazı ve görselle birlikte üç dört sayfayı geçmiyordu Sade. Geçen ay ben de Sade, Sade üzerine okumuş, sinemada, edebiyatta, sanatta Sade'ı aramış, aynı zamanda daha fazla Türkçe kaynağa ulaşmaya çalışırken blogda hatırı sayılır bir Sade köşesi yaratmıştım. Doğrusu aynı ay Peyniraltı Edebiyatı isimli bu dergiden Sade'ı refere edecek çok daha kapsamlı ve ilgi uyandıran bir paylaşımda bulunmuşum.

 SADE

Cinsellik ve Ölüm

Cinsellik ve Ölüm, evrimsel gelişmeye ödediğimiz iki bedeldir... Bunlar birbirini tamamlayan, ancak şaşılacak denli de birbirine zıt iki olaydır. Birincisi, neşe, zevk ve umut içinde geçer; ikincisi, acı, korku ve hiçlik içinde.

Çiçeği burnunda bir genç kıza, kadavra şöyle diyebilir, Corneille'in ağzından:

"Sizin olduğunuz gibi görülmüştüm ben
Benim olduğum gibi olacaksınız siz de"

İki olayın beklenmedik karşılaşmasında sarsıcı bir şeyler hep olmuştur; bu, Baudelaire'in Une charogne (leş) adlı şiirinde de resmedilir:


LEŞ
 
Ruhum, anımsa gördüğümüz şeyi, güneş
          İçindeki günde, erken :
Çakıldan yatağında öğürtücü bir leş
           Bir patikayı dönerken,

Bacaklarını dikmiş bir kadınca, azgın,
           Ateşli, zehir dökerek,
Açıyordu buğular kaynaşan bir karın
          Öyle edepsizce, gevşek.

Güneş parlıyordu pişirip kotarmaya
          Üstünde bu çürüntünün,
 Geri verebilmek için büyük Doğa’ya
          Çattığından yüz kat üstün ;

Ve gök bakıyordu bu yaman iskeletin
          Açmasına çiçek gibi.
Bayıldım sanırdınız, çimenlikte etin
          Kokusu bir keskindi ki.

Kokmuş karnında vızır vızırdı sinekler,
          Ordan tabur tabur kara
Kurt akıyordu, bir yoğun sıvıya benzer,
          Bu canlı paçavralara

Her şey dalga gibi alçalıp yükselirken,
          Atılırken çıtırtılarla,
Gizli bir soluktan şişmiş yaşıyordu ten
          Sanki çoğala çoğala

Bir garip müzikle yansıyordu bu dünya
          Yel gibi, akarsu gibi,
Tohum gibi, harmancının hoş bir uyumla
          Kalburunda çevirdiği.

 Biçimler silinip düşe dönüyordu tam,
          Beliren bir taslak vardı
Unutulmuş tuval üstünde, sanki ressam
         Belleğinden tamamlardı.

Kaygılı bir köpek, kayalar ötesinden
         Kızgın bizi gözlerdi de
Kollardı koparacağı anı yeniden
         Kalan parçayı geride.

 Siz de bu pisliğin olursunuz bir eşi,
          Bu kokuşmaların, iğrenç,
Gözlerimin yıldızı, ömrümün güneşi,
          Siz meleğim, tutkum, ergeç !

Öyle olursunuz, çok incelikli ece,
           Tamamlanıp son duanız
 Kemikler içinde çürümeye gidince
          Çayır, ot altında, yalnız
       
 Sizi öper gibi yiyen kurtcuğa, canım !
          O zaman şunu söyleyin :
 Tanrısal özünü, biçimini sakladım
           Dağılan sevgilerimin !

Çeviri:Sait Maden

*
Jacques Ruffe,
Cinsellik ve Ölüm kitabından

Fernando

"Ne demeye biricik hayatımı
Sadece düşlerden oluşturdum ki?"

Küçük birer çocukken, (kardeşlerinden on, on iki yaş büyük olan) Fernando'nun sürekli olarak uydurduğu bir hikayenin kahramanları oluyorduk. Gerçekliği sürekli değiştiriyordu ve bizler onun düşlerinin oyuncuları rolüne bürünüyorduk. Fernando, daha çok küçükken müthiş okuyan biriydi. Fairy Tales türü fantastik kitaplar İngiliz edebiyatında yaygındır. Shakespeare, Milton ve Dickens o dönemde onun gözde yazarlarıydı. Yaşına göre çok olgun olmasına rağmen kardeşlerini çok seviyordu; yaş farkı, kendisine ait o unutulmaz sihirli dünyaya bizi de sürüklemesini hiç engellemiyordu. (...)

Fırtınalardan dehşetli korkuyor olması yaşamını güçleştiren sinir bozucu bir fobiydi. Düşünebiliyor musunuz, fırtınaların çok sık olduğu Güney Afrika'da!

Kendini iki dil arasında bölünmüş hissediyordu (ikisine de kusursuzca hakimdi), İngilizce ve Portekizce. İngiliz edebiyatına öylesine gönlünü kaptırmıştı ki, yaşam tarzına dek tam bir İngilizdi! Aynı zamanda da tam bir Latin duyarlılığına sahipti. (...)

Fernando, ömrü boyunca, baba tarafından büyük annesi gibi delirmekten ya da babası gibi veremden ölmekten korktu. Zaten kimi zamanlar beyninin aşırı uyarılmasından krizler geçiriyor, babam kaygılanıyordu. Annemiz de bu çocuğun geleceği için kaygılanıyor, şöyle diyordu: "Diğer çocuklarım belki Fernando kadar zeki değiller ama en azından daha normaller!" (...)


(Zaten tam bir sır küpüydü, edebi faaliyetleri hakkında pek bir şey paylaşmazdı.) Ailesinin onu anlamamasından çekiniyor olmalıydı... Orpheu dergisini çıkardığında, hepsinin deli olduğunu, oldukça ürkütücü bir girişimde bulunduklarını düşündüm. Hatta Polis peşlerindeydi!

Durban'dan dönüşümüzde, babamın ölümünden sonra, hep birlikte yaşadık. Ben o sırada yirmi üç yaşındaydım (Fernando da otuz iki); annemiz beyin kanaması geçirdi, kısmi felç olmuştu ve çok küçülmüştü, ama duygusal planda hiç etkilenmemişti. Zekası canlılığını yitirmişti, eskiden olduğu kadar parlak değildi. Yine de yanına oturan Fernando'nun ona okuduğu şiirleri dikkatle dinliyor, fikir belirtiyordu. Fernando ona hep fikrini sorardı. Fernando her zaman ona karşı çok sevgi doluydu.

Pessoa's last photograph

(O dönemde sık sık bizimle birlikte oluyordu) ve uzun süren uykusuzluklar çekiyordu; kimi zaman gecenin ortasında onun koridorda volta attığını işitiyorduk. En fazla bu dönemde üretmişti, müthiş yazıyordu. Canı istediğinde büroya gidiyordu, çünkü onun belirli saatlere sadık kalmasını isteyen yoktu. Akşamları odasından çıkmıyordu; sanırım yazıyordu. Kimi zaman birlikte son derece tuhaf geceler geçirdiğimiz de oluyordu: Dördümüz de oradaydık, dört büyük çocuk ve eğleniyor, gülüyor, gecenin üçüne, dördüne kadar her aklımıza geleni konuşuyorduk... Fernando klasik müziğe hayrandı ve sık sık Sao Luis Tiyatrosu'nda konserlere gidiyordu. Ama sanırım sinemaya hiç gitmedi.

Çocukları çok seviyordu. Benim kızımla, yani küçük yeğeniyle kuaförlük ve manikürcülük oynuyordu. Çok eğleniyorlardı. Sürprizler yapmaya da bayılıyordu, kızıma küçük hediyeler getiriyordu.

Şaka yapmayı seviyordu. Eve dönerken sokakta sarhoş rolü yapıyor, yan yürüyor, sendeliyor, sokak lambasını selamlıyordu. Ben yerin dibine geçiyordum ama o çok mutlu oluyordu ve deli sanılmayı hiç dert etmiyordu, onun için fark etmiyordu. Aslında (tüm söylenenlerin tersine) ne ben ne başkası onu hiç sarhoş görmedik; çok içiyordu, bu kesin, kuşkusuz çok genç yaşta başlamıştı içmeye; odasında yan yana dizili şarap şişeleri gördüm, ama hiç sarhoş görmedim; her zaman kendindeydi.

Annemizin ölümü onun için korkunç bir şey oldu. (Son derece kederliydi) Hayatımda ilk kez onu yıkılmış gördüm. Annemiz uzun süre ölüm döşeğinde yattı, o sırada Fernando'ya "Keşke acı çekmese artık" dedim, bana hemen cevap vermişti: "Böyle konuşma, insan asla kimsenin ölümünü dilememeli." Onun derinden duygulandığını gördüğüm tek andı. Ölüm korkusu dışında, annesi belki de onu yaşama bağlayan tek bağdı.

Fernando'nun bir şair olduğunu elbette biliyorduk, ama o dönem dehasının kapsamına dair en ufak bir fikrimiz yoktu. Eserine gelince, bu kadar kapsamlı olduğunu hayal dahi edemiyordum. Ancak ölümünden sonra, ünlü sandığı açıldığında bunu keşfettik. Eserini asla yayımlamayacağını düşünüyorduk. Fernando bu projeyi sürekli erteliyordu ve ona bundan söz ettiğimizde, yardım teklif ettiğimizde, bize hep eserlerini düzenlemekte olduğunu söylüyordu. Doğruydu da. Ama eminim ki daha uzun süre yaşasaydı bile bu vakit bir türlü gelmeyecekti. Mensagem kitabı için Antero de Quental ödülünü aldığında, buna hiç önem vermedi. Onun tarzı değildi. O kendi değerinin bilincindeydi.

Mutsuz biriydi, bütün ömrü boyunca çok mutsuzdu. Yalnızlıktan çok çekti. Yaşadığı bütün o mobilyalı odalar... Çok yalnız biriydi; herkes onu çok sevmiş olsa da anlaşılmamıştı. Bütün bunlar bana gerçekten çok üzüntü veriyor.

...Bütün bunların geride kaldığı ve geriye dönemeyecek olduğumuz bugün, artık çok yaşlandığım ve her şeyi rahat rahat düşünüp hissedebileceğim bugün, onunla birlikte daha fazla yaşamamış olmak, onunla konuşmamış ve daha fazla onun yanında olmamış olmak bana son derece acı veriyor. Öyle yalnız yaşadı ki... Sonuçta, onu çok sevmiş olsak da, onun için pek az şey yaptık. Hak ettiği önemi vermedik ona. Elbette, aşırı bir ihtiyatlılığın ardına sığınıyordu ve bu da bizim işimizi güçleştiriyordu. Fakat, asla trajik tutum takınmasa da -tersine, daima keyfi yerindeydi-, bunca yalnız geçirdiği bütün o vakitleri düşünmek bana derinden acı veriyor.


*
Dona Henriqueta Madalena Rosa Dias
(Pessoa'nın üvey kızkardeşi, 1985 yılında Jornal de Letras e Artes'in yaptığı ve burada bazı bölümlerini 
yayınladığımız bu söyleşinin gerçekleştiği tarihte seksen sekiz yaşındaydı. -Pessoa Pessoa'yı Anlatıyor'dan-)

Cafe Abel'de


Bir gün yeğenim Carlos Queiroz eve Fernando'nun Cafe Abel Pereira da Fonseca'da şarap içerken çekilmiş ünlü fotoğrafını getirdi (resmi çeken Manuel Martinho da Hora'ydı). Üstünde bir ithaf vardı: "Carlos, bu benim; Abel'de yani artık Yeryüzü Cenneti'nin çok yakınında, gerçekteyse çoktan yitip gitmiş. Fernando. 2.9.29." Çok hoşuma gitmişti elbette, yeğenime ben de istediğimi söyledim. Carlos bunu ona da söyledi, kısa bir süre sonra Fernando bana aynı fotoğrafı şu ithafla gönderdi: "Fernando, em flag rante delitro (Fernando Pessoa, 'içkisini yudumlarken' suçüstü yakalanmış)."

Ophelia

Ophelia'ya Mektuplar


Bütün aşk mektupları
Gülünç.
Aşk mektubu olmazlardı
Eğer olmasalardı
Gülünç.

Bir zamanlar ben de aşk mektupları yazdım;
Öbürleri gibi onlar da
Gülünç.

Aşk mektupları, aşk varsa eğer
Olmalıdırlar
Gülünç.

Ama yine de
Yazmayanlar hiç
Aşk mektubu
Asıl onlardır
Gülünç.

Ne kadar isterdim dönmek
O eski günlere
Hiç farkına varmadan
Yazdığım o aşk mektupları
Gülünç.

Gerçek şu ki bugün artık
Bendeki anıları
Bu aşk mektuplarının
Asıl onlar
Gülünç.

(Bütün aşırıya kaçan sözler,
Bütün aşırıya kaçan duygular
Elbette ki
Gülünç.)


1935
fernando pessoa

çeviri: Sema Rifat



Ophelia'ya


Benim aşkım küçücüktür, pembe renkli külot giyer.
Kızma, Bebek, bütün kız bebekler pembe külot giyer.

fernando