Rimbaud & Van Gogh

Rimbaud'nun çağdaşları olan öteki büyük kişileri - Nietzsche, Strindberg, Dostoyevski gibi insanları- düşündüğümde, onların yaşadığım ve bizim dahilerimizin vermek zorunda oldukları sınavları fazlasıyla gölgede bırakan korkuları düşündüğümde, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısının, tarihin en rezil dönemlerinden biri olduğuna inanmaya başlıyorum. Hepsi de gelecek uyarılarıyla dolu bu şehitlerden, trajedisi Rimbaud'ya en fazla benzeyeni Van Gogh'du. Rimbaud'dan bir yıl önce doğmuştu ve onunla yaklaşık aynı yaştayken, kendi eliyle öldü. Tıpkı Rimbaud gibi o da çelik bir irade, nerdeyse insanüstü bir cesaret, olağanüstü bir enerji ve kararlılık gösterdi; aşılamaz zorluklara karşı böyle mücadele edebilirdi. Fakat hayatının baharında mücadeleden bitkin düşmesiyle de Rimbaud'ya benziyor; böylece yeteneklerle doluyken kıyıma uğradı.

Serserilikleri, sürekli meslek değiştirmeleri, feleğin çemberinden geçmeleri, başarısızlıkları, ikisini de kuşatan acemilik bulutu -ikisinde de ortak olan tüm bu unsurlar onları talihsizliğe uğramış ikizler gibi öne çıkarıyorlar. Yaşamlarının yazgıları, modern çağlarda bildiğimiz en acıklıları arasındalar. Hiç kimse Van Gogh'un mektuplarını her defasında sarsılmadan okuyamaz. Ne ki ikisinin arasındaki büyük fark, Van Gogh'un yaşamından bir ışıklanışın doğmasında yatıyor. Van Gogh'un ölümünden az önce, hastası için derin bir anlayışı olan Dr. Gachet, Vincent'in kardeşi Theo'ya şunları yazdı: " Sanat aşkı sözcüğü yeterli değil, inanç'tan söz etmek gerekiyor. - Uğruna Vincent'in şehit düştüğü inançtan!" Rimbaud'da büsbütün eksik olduğu görülen unsur budur: tanrıya, insanlara veya sanat'a inanç. Bunun eksikliği de bu yaşamın böyle gri, ara sıra adeta kapkara görünmesine neden oluyor. Aynı şekilde ikisinin mizaçları da çok sayıda önemli ortaklıklar gösteriyor. Onları birleştiren en güçlü bağ, sanatlarının arılığı. Bu arılığın ölçütü, acının diliyle verilmiştir. Yüzyıl dönümünden bu yana böyle bir ruh ağrısı mümkün gibi görünmüyor. Mutlaka daha iyi olması gerekmeyen, fakat sanatçının onun içinde daha duyarsız, daha kayıtsız olacağı yeni bir iklimde bulunuyoruz. Şimdi birisi bu can çekişme biçimini yaşar ve onu betimlerse "Umutsuz romantik" olarak damgalanıyor. Bir insandan böylesi duyarlıklar beklenmiyor artık.

Selfportrait of Van Gogh (detail)
Van Gogh 1880'de kardeşine olayların can damarına dokunan ve insanın kanını oynatan mektuplarından birini yazdı. Bu mektup okunduğunda insanın aklına Rimbaud gelecektir. Mektuplarındaki ifadeler çoğu kez şaşırtıcı benzerlikler taşıyorlar. Hiç bir zaman birbirlerine, kendilerini haksız suçlamalara karşı savundukları zamandan daha yakın değiller. Bu durumda Van Gogh kendini haytalık suçlamasına karşı savunuyor. Aylaklığın iki çeşidini, kötü ve yararlı türlerini ayrıntılı olarak betimliyor. Mektup sözcüğün tam anlamıyla bu konu üzerine bir vaaz, ve tekrar  tekrar bu mektuba dönmekte yarar var. Bir paragrafta Rimbaud'nun sözcüklerinin yankısını işitiyoruz... "Şunu veya bunu yadsıdığıma inanma" diye yazıyor. "Ben kendi inançsızlığımda bir tür inananım; değiştirilmiş olmama rağmen, yine de aynı kalıyorum ve benim ıstırabım yalnızca şurdan kaynaklanıyor: ben aslında neye yarıyorum? kendime bir biçimde yardımcı ve faydalı olamaz mıyım? bu konuda daha fazlasını nasıl öğrenebilir ve şu veya bu konuda nasıl derinleşebilirdim? Görüyor musun, bu bana sürekli acı veriyor ve sonra insan utanç içine düştüğünü, şu veya bu çalışmaya katılmasının imkansızlığını hissediyor, mutlaka gerekli duyulan şu veya bu şey menzil dışında kalıyor. Bu yüzden hüzünlenmiyor değilim; sonra, arkadaşlıkların ve yüksek ciddi duygudaşlıkların yer alabilecekleri boşlukları hissediyorum ve sonra korkunç yılgınlığın bizzat zihinsel enerjiyi nasıl kemirdiğini hissediyorum ve kader, duygudaşlık güdülerinin önüne bir set çekmiş görünüyor, ve bir sıkıntı seli, beni boğmak için yükseldikçe yükseliyor. Sonra insan haykırıyor.  'Tanrım daha ne kadar sürecek?"

Sonra buradan tembelliği, karaktersizliği, doğasının seviyesizliği yüzünden aylak olan insanla, başka türden bir aylaklık içinde olan, iradesine karşı üşengeç olan, içinde büyük bir eylem arzusuyla yanıp tutuşan, herhangi bir şey yapması imkansız olduğu için bir aylak olan insanlar arasında ayrım yapmaya geçiyor. Altın kafesteki kuşu betimliyor. Sonra da şu dokunaklı, yürek paralayıcı, kahredici sözleri ekliyor: "Ve çoğu kez koşullar insanları bir şeyler yapmaktan alıkoyar; herhangi bir korkunç, korkunç, son derece korkunç bir kafesin içinde tutsaktırlar. Biliyorum, sonra kurtuluş da vardır. Haklı veya haksız yere bozulmuş iyi bir nam, utanç, koşulların zorlaması, şanssızlık- tüm bunlar bizi tutsaklaştırır. Bizi kapatan, etrafımıza duvar ören, bizi mezara gömmüşe benzeyen şeyin aslında ne olduğu her zaman söylenemeyebilir, fakat yine de birtakım bölmeleri, parmaklıkları, duvarları hissederiz. Tüm bunlar kurmaca'dan, fanteziden mi ibaret? Sanmıyorum. Ve sonra şu soru sorulur: Tanrım, bu uzun süre, her zaman, tüm sonsuzluk boyunca sürecek mi? İnsanı bu tutsaklıktan neyin kurtardığını biliyor musun? Buna her derin, ciddi duygudaşlığın gücü yeter. Arkadaş olmak, kardeş olmak, sevmek-, bu hapishaneyi tüm gücüyle, büyülü kuvvetiyle açar. Oysa buna sahip olmayan biri, hapishanede kalır. Duygudaşlığın tazelendiği yere yaşam gelir."



Rimbaud'nun Habeşistan yerlileri arasındaki sürgünlüğü, Van Gogh'un bir akıl hastanesindeki gönüllü inzivasına ne kadar benziyor! Yine de ikisi de böylesine tuhaf bir çevrede bir ölçüde huzur ve mutluluk buldular. Enid Starkie diyor ki: "Cami sekiz yıl boyunca Rimbaud'nun biricik dostu ve avutucusu olmuş görünüyor, -Cami, on dört on beş yaşındaki Harrarlı erkek çocuk, onun hizmetlisi ve sürekli yoldaşı... Cami, onun sürekli anımsadığı ve sevgiyle söz ettiği az sayıda insandan biriydi, ölüm döşeğindeyken düşüncelerinin gençliğinde tanıdığı kimselere yöneldiği saatte andığı biricik dostuydu." Van Gogh'a gelince, Postacı Roulin ona en kötü saatlerinde destek oldu. En büyük arzusunu, birlikte yaşayabileceği ve çalışabileceği birini bulmayı bu dünyada asla gerçekleştiremedi. Gaugin'le olan deneyimi salt yıkıcı olmakla kalmayıp, bela doluydu da. Sonunda Auvers'de cesur doktor Gachet'yi bulduğunda artık çok geçti; morali çoktan çökmüştü. "Şikayet etmeden acı çekmek, bu yaşamın bize sunduğu biricik öğreti budur." Van Gogh acı deneyiminden bu sonucu çıkarmıştı. Yaşamı bu mutlak teslimiyet havasında sona erdi. Van Gogh 1890 Temmuzunda öldü. Bir yıl sonra Rimbaud ailesine şöyle yazıyordu: "Adieu mariage, adieu familie, edieu avenir. Ma vie est passee. Je ne suis plus qu'un tronçon ımmobile." (Elveda evlilik, elveda aile, elveda gelecek! Yaşamım geçip gitti. Artık sadece hareketsiz bir kütüğüm."

 Resim: Enzo Cucchi, Arthur Rimbaud in Harrar

Özgürlük için kimse zindana atılan bu iki kişiden daha fazla yanıp tutuşmadı. İkisi de kendileri için en zor olan yolu seçmiş görünüyorlar. İkisinde de acının çanağı ağzına kadar doldu. İkisinde de asla iflah olmaz bir yara kanıyordu. Van Gogh ölümünden yaklaşık sekiz yıl önce, mektuplarından birinde ikinci büyük aşk hayal kırıklığının ona ne yaptığını açıklıyordu: "Tek bir sözcük, hiçbir şeyin değişmediğini ve gittiğim her yere götüreceğim bir yara kaldığını hissettirdi bana, fakat bu yara çok derinde yatıyor ve asla iyileşmeyecek; yıllar sonra da ilk günkü gibi kalacak". Rimbaud'nun başından da benzer bir olay geçti; bu uğursuz konu hakkında hemen hiçbir şey bilmiyorsak da, etkisinin aynı ölçüde yıkıcı olduğunu kabul etmeliyiz.

İkisinin de anılmaya değer ortak bir özelliği daha vardı: günlük yaşamı hiçbir biçimde gereksinmemiş olmaları. Çilecilikleri azizlerinkine eşdeğer boyutlardaydı. Rimbaud'nun cimriliğinden ötürü fakirler gibi yaşadığı sanılır. Fakat Rimbaud, hatırı sayılır bir meblağ biriktirdiğinde, onu ilk fırsatta elden çıkarmaya hazır olduğunu gösterdi. Harrar'dan annesine 1881 yılında yazdığı bir mektupta diyor ki: "Eğer gereksinirseniz, bana ait olanı alıverin: o sizin kullanımınıza açıktır. Benim kendi şahsımdan başka bakmak zorunda olduğum kimse yok. Ve onun da gereksinimleri yok" Eserleri gelecek kuşaklar için bitip tükenmez bir esin kaynağı olan bu insanların,  köleler gibi yaşamak zorunda kaldıkları düşünülürse; üç beş kuruştan fazlasını istemedikleri halde, geçimlerini sürdürmekte zorlandıkları düşünülürse - onların ortaya çıktığı toplumdan ne beklenebilir? Bu toplumun kendi hızlı sonunu hazırladığı belli değil mi? Harrar'dan yazdığı mektuplardan birinde Rimbaud, Habeşistan yerlilerini uygar beyazlarla karşılaştırır: "Harrar'daki insanlar, sözüm ona uygar ülkelerdeki beyaz zencilerden ne daha aptal ne de daha alçaklar; yalnızca aynı düzene uymuyorlar hepsi bu. Hatta daha az kötüler ve belirli durumlarda minnettarlık ve sadakat gösterebiliyorlar. Onlarla insanca olunabiliyor." Van Gogh gibi o da kendini aşağılanmışların ve ezilmişlerin arasında, kendi seviyesindeki insanların arasında olduğundan daha fazla yerinde hissediyordu. Rimbaud, sevgi gereksinimini dindirmek için kendine yerli bir kadın aldı, Van Gogh ise her bakımdan ondan aşağıda olan ve ona yaşamı cehennem eden, talihsiz bir kadına kocalık (ve çocuklarına babalık) yaptı. Tensel aşkta bile, normal insanların hakları esirgenmişti onlardan. Yaşamdan onu ne denli az istedilerse, o denli az elde ettiler. Kültürlü dünyamızın bolluğunun ortasında gariban adamlar gibi yaşadılar. Ve yine de, umdukları şölen açısından duyularını çağdaşlarının her birinden daha fazla keskinleştirdiler.  Binlerce yılda yığılmış mirası birkaç yılda yiyip bitirmekle kalmayıp kökünü de kuruttular. Sözüm ona bir bolluğun ortasında açlıktan ölmekle karşı karşıya kaldılar. Ruhu teslim etme zamanıydı. Daha o zaman Avrupa, onun tabutunun kalıbını şevkle parçalamakla meşguldü. Ölümünden sonraki yıllar, yaşamının, gölgelerinin nefes almasını engelledikleri karanlık yönüne dahiller. Barbarca, düzmece ve yaşanmamış ne varsa patlayıcı bir güçle üst düzeyi zorluyor. Bu övülen "modern" çağın nasıl da son derece "modernlik dışı" olduğunu nihayet anlamaya başlıyoruz. Gerçekten modern kişileri bertaraf etmek için elimizden geleni yaptık. Onların özlemi şimdi gerçekte romantik gibi geliyor; onlar tinin dilini konuşuyorlardı. Biz şimdi ölü bir dili konuşuyoruz: her insanın ağzında bir başka olanı. Her türlü ortaklık sona erdi; bize yalnızca cenazeyi toprağa vermek kalıyor.

*
Rimbaud ya da Büyük İsyan
Henry Miller
sf. 47 -53

1 yorum:

  1. Ne berbat bir yazgı, ne çileli bir yaşamdır bu Rimbaud'nunki. Son zamanlarda ne çok hayal ettim onu. Bugün kentin çöpçülerine benziyor son fotoğraflarında. Hocası Izambard'ın evinde, bir öğle sonrası tek başına, loş, izbe salonda bir kanapeye uzanmış, bir eli sıcak kalçasında, diğeriyle de hocasının kütüphanesinden aldığı bir kitabı tutmakta. Bu imgelerin beni nereye götüreceğini gerçekten bilmiyorum, ama onlara tutsağım. Okuyorum ve düşüncelerime hayaller karışıyor, ve böylece hiçbir şey anlayamaz hale geliyorum. Ne çok Pessoaca geliyor bu yakınmalar kulağıma...

    YanıtlaSil