Biomechanical sex (H.R. Giger)






Alien (H.R.Giger)










Isle of Death (H.R.Giger)

No 350, Hommage a Bocklin, 1977

Isle of the Dead (Arnold Böcklin)


Isle of the Dead 


Böcklin denildiğinde akla gelen ilk tablosu 1880 tarihli ünlü "Ölüler Adası" olur. Bir çeşit manifesto niteliğindedir. Kapkara suların içinde yükselen, kayalıklardan, kayalıkların içinde açılan mezarlardan, dimdik devasa ağaçlardan oluşan kasvetli, ürkütücü bir mezarlık-ada... Ve adanın bir koyunda (belki de tek koyunda) yanaşmakta olan bir sandal; saldalcısı, tabut ve çarşafına sarılmış, ayakta duran, yüzü adaya çevrilmiş ölü ile birliktedir.

Ölümün (kaçınılmaz ve her an yanıbaşımızda duran ölümün) içimizdeki canlandırdığı korkudan çok bu, klasik çizgiler içinde ölümün bir "meditasyonu"dur; bir ölümü düşünmektir. Kaldı ki kendi portresini iskelet şeklindeki ölümle birlikte çizen (1872) bir sanatçıdan başka ne beklenebilir ki.
(Gıovannı Scognamıllo)


Self-Portrait with Death 1872 - Arnold Böcklin

The Isle of the Dead (Rachmaninov)

Korkunun Renkleri: Munch




Munch ya da dışavurumcu korkular İskandinav esintileri ile bir aradadır. Munch'un tablolarında, özellikle gravürlerinde, düşlerin geçersizliği ile görkemli, korkutucu bir doğanın gerçeği çatışırlar. Ruhbilimsel bir boyuttan gizemli bir boyuta geçiş ise çalkantılara, korkulara meydan verir. Korkular, Munch'un çocukluğundan beri yaşadığı ölüm korkusu, sancılı yalnızlığın korkusu, doğanın sonsuzluğu karşısında duyulan ve yaşanılan dehşet (Çığlık)'dır.

Tüm bunlar Munch'un ilk döneminde kümeleşir yapıtlarında; sonradan  da konularda ( ve renklerde) korkular sanki gerilerek dışavurumcu yaklaşım ağırlığını korurlar. Yine de Çığlık çizilen Vampirlerden, ölüm danslarına karışan çıplak kadınlardan, ıssız sahillerdeki tekinsiz, büyülü evlerden ya da adeta nesnesiz manzaralardan daima Munch'un kendini resimlendirdiği portrelerden yükseldiği gibi yükselir.

Marcel Brion'un tanımlaması ile Edward Munch'un fantastik boyutu: "Açıklanamayanın, belirsiz olanın ve aynı zamanda ölüm dansının, hayaletlerin ve boşluğun fantastiğidir."  Hatta dışavurumcu çerçevelerin dahilindeki plastik anlayışı yansıttığı iç dehşetin doğurduğu, aslında pek de fantastik olmayan korkuların ifadesidir.

Bir iskelete sarılan ve onu öpen dolgun vücutlu genç kız (Genç Kız ve Ölüm);



ölü annesinin yattığı döşeğin yanı başında  kulaklarını tıkayan bir kız çocuğu (Ölü Anne);


The Death Bed (Munch)


The Death Bed. 1895.




GAUDİ



 Gaudi, bir

Gaudi, kimi parçaları kendi içinde bütünlenmiş olsa da paramparça bir bü­tün: Onu öylece, topluca görmek en sağlıklı yaklaşım sanırım. Üstüste, iki günde, toplama olabildiğince uzanıyoruz: La Sagrada Familia, Pare Güell, Palace Güell, Casa Mila, sokak lâmbaları, müze-ev’indeki mobilyalar, Ga­udi müzesindeki taslaklar, maketler, çizimler, fotoğraflar.

Başını sonunu kestirmesi güç, ciddî, aklıbaşında, hesaba hendeseye dayalı bir çılgınlık.

Son yüzyılın bütün ayrıksıları gibi binbir yoruma sahne olmuş bir ya­pıt. Binbir hayranlığa ve redde. Orada, Barcelona’da (biriki önemli işi de Leon’da, biliyorum) bekliyor: Barok, Rococo, Art Nouveau, kitsch. Sonsuz Çeşitlilik ve Sonsuz Yinelenme, Ökelik ve Delilik, en uca kadar ölçü ve tar­tım, en uca kadar ölçüsüzlük: Ortalama hiçbir şey yok Gaudi’de.

Onun için de hem hiçbir şeye benzemiyor, hem de herşeye benzetil­miş: Barok çağ kiliselerine, Kapadokya peri bacalarına, doğal mağaraların dokusuna.

Her zaman olduğu gibi: Sınıflandırmak, konumlandırmak, indirgemek kolay. Anlamlandırmaya çalışmak zaman, emek istiyor.

Çocuksu, naif yanı belirgin: Park’ı, hatta Casa Mila’yı kateden saf coş­ku Katedral'de, en çok da ayrıntılar büyütüldüğünde, onlara iyice yaklaşıl­dığında yerini ağır bir kedere, bir varolmuş-olma sıkıntısına bırakıyor. Boşu­na şeytan ayrıntıda aranmamış.

La Sagrada Familia için ayrı bir metin yazmak isterim, tortu çöksün de. Yapıtı tarafından soğurulan, kemirilen, Proje’nin sınırsızlaşmak isteyen bün­yesine yenik düşen, bozgunundan yeniden doğan yaratıcının durumu. Musil’e de el sallıyorum.

Casa Mila nasıl da farklı. Orada kendi yalınlığını denemiş bir bakıma; mobilya tasarımlarında da göze çarpan bir oylum-arayış özelliği egemen on­da: Bir falez-yapı.

Yıllar önceydi, sıkı bir fotoğrafçının La Sagrada Familia üzerinde yaptı­ğı çalışmaları görmüştüm, bu defa da rastladım benzeri işlere. Fotoğrafçı için define adası o kütle. Öte yandan öldürücü bir tuzak da. Dikkat ettim, Gaudi bütün yüzeyi, yüzeyleri ışık için bir oyun sahası olarak düzenliyor.

Fakir de fotoğraf çekti Gaudi'nin kıvrımlarına yaklaşıp. Tek bir kare çıkarsa, zar tuttu demektir. Yüksek tekniği, becerisi, derin optiği olmayan için tek yol zara sığınmak burada.






 Gaudi, iki

Sade & Goya





Sade ve Goya hemen hemen aynı dönemde yaşamışlardır.* Bazen öfkenin sınırında zindanına kapanmış olan Sade; otuz yıl boyunca mutlak bir sağırlığın zindanında kapalı kalan sağır Goya. Fransız devrimi ile her ikisi de umutlanmıştı; her ikisinin de dine dayanan bir rejimden hastalıklı bir tiksintileri vardı. Ama özellikle aşırı acıların yakalarını bırakmaması onları birleştirmişti. Goya, Sade'ın aksine, acıyı zevkle birleştirmemişti.

Bununla birlikte ölüm ve acı saplantısı onda, onları erotizmle yakınlaştıran kasılmalı bir şiddete sahipti. Ama erotizm bir anlamda çıkıştı, bu tiksintinin iğrenç çıkışıydı. Goya'nın sağırlığı gibi karabasanı, Goya'dan veya yazgının en acı şekilde kapattığı kişi olan Sade'dan insani açıdan sözetmek mümkün olmadan, onu içine kapatmıştı. Sade'ın sapkınlığı içinde insani duygularını koruduğu kuşkusuzdur. Diğer tarafta Goya, gravürlerinde, desenlerinde, resimlerinde tam bir sapkınlığa (Sade'ın bütünsel olarak, yasaların sınırları içinde kalmış olması mümkündür) ulaşmıştır (yasalara karşı gelmeden). 

Bataille

*Goya Sade'dan altı yıl sonra İspanya'da doğmuş ve ondan ondört yıl sonra Fransa'da ölmüştür.
 Goya, 1792 yılında Bordeaux'da taamen sağır olmuştur.

Korkunun Renkleri: Goya

Çocukluğunda kırsal alanların bol sayıdaki batıl inançları ve büyücüleri ile tanışır Goya. Etrafında beslenilen korkuları içine çeker. Gece vakti gelen canavarlardan, us uyurken yaratılan öcülerden, kötü ruhlardan o da herkes gibi korkar. Ve o da gün ışığının hayaletleri ve cadıları kovduğunu (Capriccio 80);  hatta iyi ruhların da varolduğunu (Capriccio 49) öğrenir.

Goya soyluları çizer; ailesini ve kendisini, çıplak ve giyinik imajları ve de özentili majosları... Kralların hizmetine girer fakat çiğ gerçekleri yakaladığında sarayların, malikanelerin ve bahçelerin dışındaki, halkın çizdiğinde ve şeytanları unutabilir. (Canavar Lamba),  ne engizisyonu ve ne de batıl inançların karabasanlarını (Capriccio 42);

Goya'nın korkuları gerçek ve gerçekten hissedilen, yaşanan korkulardır ve bunları çizdiğinde ressam, kara kalemi ya da fırçası ile ne simgelere boğar ne de soyluları güzelleştirdiği gibi güzelleştirmeye kalkar. Goya, kabusları, işkenceleri, inanışları ile. Korkuların, yaşanan somut dehşetlerin, savaşın, kıyımların, kurşuna dizmelerin kanlı gerçeğini saptar. Doğaüstücü korkuların gerçek duygularını Çılgınlar Evi'ni çizdiği gibi çizer.

Ve yamyam bir Satürn'ü çizer Goya;



 kanlar içinde, bir insanın başını kemiren sonra da kazığa çakılanları, parçalanan, ağaçlara asılan cesetleri... Bunlar da korkudur; çiğ dehşettir ve bunlar da gerçektir.

18. ve 19. yüzyıl ressamları arasında Goya, dolaysız gerçek duygusu ile bu konularda rakipsiz kalır; korkuları idealize etmediği, dehşetleri inceltilmiş, rafine bir hale sokmadığı için sağlıklı bir yorumla yaklaştığı içindir bu. Goya ölümü, acıyı ve batıl inançları anlar, derinden hisseder; ancak o "Mezar şairi daima anlayacaktır" diyen bir Baudelaire değildir. Fransız şairi gibi güzelliğin merkezinde kötülükleri bulmak, kötülüklere - ve bunlardan kaynaklanan korkulara- sarılmak bir sanatçı, bir aydın kişi olarak dehşetlerden zevk almak gibi bir arzusu, bir gereksinimi yoktur. (Gıovannı Scognomıllo)


Savaşaın Felaketleri Goya'nın 
1810 - 1815 yılları arasında çizdiği gravür serisi:

Aklın Uykusu Canavarlar Yaratır


 "Akıl tarafından terk edilmiş hayal gücü olanaksız canavarlar yaratır: 
ama o aynı zamanda sanatların anasıdır ve mucizeler de yaratır."

Goya


3 Mayıs 1808 (Goya)


Dog (Goya)



Okur'a

Elisıkılık, sersemlik, günah, yanılgı
Gövdemizi işler, yer tutar içimizde,
Besleriz o cânım pişmanlıkları biz de
Bit beslediğince dilencilerin tıpkı.

Günahlarımız inatçı, gevşek tövbemiz;
İç döker, acısını çıkarırız bol bol,
Ve dönerken sevinç verir bize batak yol,
Kirlerimiz pis yaşlarla yıkanır deriz.

Kötülük yastığı üstünde sallar durur
Şaşkın ruhumuzu Koca İblis her zaman,
Ve zengin madenini istemin o yaman,
O bilge simyacı duman gibi savurur.

Bizi oynatan ipleri Şeytan tutmada!
Öğürtücü şeylerde ne tatlar buluruz;
Leş gibi karanlıkları geçip, korkusuz,
İneriz cehenneme her gün biraz daha.

Öpüp dişleyen zavallı çapkın gibiyiz
Bereli göğsünü geçkin bir orospunun,
Bulduğumuz kaçamak zevki, uzun uzun,
Susuz portakalca sıkmasını biliriz.

Milyonlarca kurtçuk gibi yoğun, gide gele
Ziftlenir beynimizde bir Şeytan oymağı,
Ve her solukta Ölüm’ün gizli ırmağı
İner ciğerlerimize boğuk bir sesle.

Irzageçme, zehir, hançer, yangın giderek
Güzel nakışlarını işlememişlerse
Acınacak yazgımıza, o rezil beze,
Yazık! pek atılgan değil ruhumuz demek.

Ama av köpekleri, çakallar, panterler,
Maymunlar, akbabalar, akrepler, yılanlar,
Tırmanan, böğüren, uluyan, bağıranlar
İçinde, kötülüklerimizin o beter

Ağılından biri var, öyle pis, yaman ki!
Yok büyük çığlıkları, büyük edimleri,
Yok ya istedi mi yakıp yıkar her yeri,
Şöyle bir esnese dünyayı yutar sanki;

Can sıkıntısı o! – Gözü yaşarır birden,
Çubuğunu yakıp kurar darağaçları.
Onu bilirsin, okur, o nazik canavarı,
-İkiyüzlü okur, -benzerim, - kardeşim, sen!



Leo Ferre & Baudelaire









Léo Ferré - Invitation au voyage (Charles Baudelaire)



 Invitation au voyage (Yolculuğa Çağrı)

Yavrum, sevgilim, sen Tadını bir bilsen
Orada yaşamanın birlikte!
Keyfince sevmenin
Ölünceye değin
O sana benzeyen ülkede!
Puslu gökte yer yer
O ıslak güneşler
Senin yaş içinde parlayan
Hayın gözlerince
Bir gizemli ince
Tad verir gönlüme her zaman

Orda her şey süs ve güzellik,
Erinç, haz ve dirlik düzenlik.

Evimizse her yıl
Daha pırıl pırıl
Olan döşentiye bezenir;
Nadir çiçeklerin
Kokusu amberin
Uzak kokusuyla beslenir;
Tavanlar ne zengin,
Aynalar ne derin,
Ne doğulu görkemlilik bu;
Orada her şey, ince,
Kendi öz dilince
Gizleriyle doldurur ruhu.

Orda her şey süs ve güzellik,
Erinç, haz ve dirlik düzenlik.

Bak gemiler suda
Bir derin uykuda,
O gezmeye düşkün gemiler;
Hepsi de en ufak
Arzun için uzak
Ülkelerden çıkıp gelirler.
-Ve gün batımları
Giydirir kırları,
Kanalları, kenti gitgide
Altınla, yakutla;
Uyur şimdi dünya
Sıcak bir aydınlık içinde.

Orada her şey süs ve güzellik
Erinç, haz ve dirlik düzenlik.
çeviri: Sait Maden

Les Hiboux (Leo Ferre & Baudelaire)




Les Hiboux (Baykuş)

Altında kara selvilerin
Tünemiş bir dizi baykuş var
Kızıl gözlü garip tanrılar
 Ufku süzerler derin derin.

Duracaklar kımıldamadan
Sürüp eğri güneşi artık
Yerleşene değin karanlık
 İç kapayan, kederli zaman.

 Duruşları bilgeye derstir
Bu dünyada kaçmak gerekir
 Devinimden ve şamatadan.

 Geçen bir gölgeyle mest kişi
Ceza gibi duyar her zaman
 Yer değiştirmek isteyişi.
çeviri: Sait Maden

L'etranger (Leo Ferre & Baudelaire)





 L'Etranger (Yabancı)

Söyle, Anlaşılmaz adam, kimi seversin en çok, ananı mı, babanı mı bacını mı, yoksa kardeşini mi?

“Ne anam, ne de babam var, ne bacım, ne de kardeşim.”

“Dostlarını mı?”

“Anlamına bugüne kadar yabancı kaldığım bir söz kullandınız.”

“Yurdunu mu?”

“Hangi enlemdedir bilmem.”

“Güzelliği mi?”

“Tanrısal ve ölümsüz olsaydı, severdim kuşkusuz.”

“Altını mı?”

“Siz Tanrı’ya nasıl kin beslerseniz, ben de ona öylesine kin beslerim.”

“Peki, neyi seversin öyleyse sen, olağanüstü yabancı?”

“Bulutları severim... işte şu... şu geçip giden bulutları... eşsiz bulutları!”

çeviri: Tahsin Yücel

La Vie Anterieure (Leo Ferre & Baudelaire)


La Vie Anterieure (Önceki Yaşam)

Çok yaşadım o geniş revaklar altında ben
Ki deniz güneşleri binbir ateşle bezer,
Ve akşam üstü bazalt mağ'ralarına benzer
kılardı görkemli, dev sütunları hep birden

Dalgalar, suya vurmuş göğü sürüyüp gezer,
Katardı ne gizemler, yücelikler getiren
Öyle eşsiz uyumlar zengin ezgilerinden
Gün batarken gözümü saran renklere yer yer.

Dingin hazlara verdim orada zamanımı,
Görkemlerle çevrili, denizle, gökle, yerle
Ve kokular içindeki çıplak kölelerle,

Palmiye dallarıyla serinletir alnımı
Ve büyük bir özenle derinleştirirlerdi
Beni yiyip bitiren gizli, onulmaz derdi.
çeviri: Sait Maden

Brumes Et pluies (Leo Ferre & Charles Baudelaire)

Brumes Et  pluies (Sisler ve Yağmurlar)

Güz sonları, kışlar, çamur denizi ilkyazlar,
Siz aldatıcı mevsimler! belirsiz bir mezar
Ya da sisli bir kefenle sararsınız diye
Beynimi, gönlümü, değersiniz her sevgiye.

Bu engin ovada, ki eğlenir soğuk rüzgar,
Fırıldağın sesi kısılıp geceler uzar,
Ruhum, ilk yazdakinden daha ileriye
Karga kanatlarını açar iyiden iyiye.

Nicedir kırağı basmış, ölümcül şeyleri
Yüklenmiş yüreğe daha tatlı ne olabilsin
Hep karanlık, uçuk benzinizden başka sizin,

Solgun mevsimler, bu iklimlerin eceleri,
- acıyı unutmanın dışında, ikimizce,
Korkulu bir yatak üstünde aysız bir gece.
çeviri: Sait Maden

La mort des amants (Leo Ferre & Baudelaire)



La mort des amants (Sevgililerin ölümü)

Divanlarımız olur gömütlerce derin,
Yataklarımız da, hafif kokular saçan,
 Ve etajerlerde en güzel ülkelerin
Yadırgı çiçekleri, bir bizlere açan.

Son sıcaklıklarımı tüketerek yeğin
İki yüreğimiz olur iki dev şamdan,
Çift ışıklar vurur birbirlerine değin,
Ruhlarımız içre, bu ikiz aynalardan.

Mavi ve pembe büyülü bir akşamla biz
Aramızda tek bir şimşek alıp veririz,
Ayrılış yüklü bir hıçkırığa benzeyen;

Ve bir melek, kapıları az itip geri,
Diriltmeye gelir, öyle candan, öyle şen,
Buğulu aynaları, sönmüş alevleri.
çeviri: Sait Maden

Rimbaud ya da Büyük İsyan


Nadirkitap aracılığıyla edindiğim kitabın Issuu'ya bir pdf'ini koydum.

 Rimbaud okuruna!