Isle of the Dead (Arnold Böcklin)
Isle of the Dead |
Böcklin denildiğinde akla gelen ilk tablosu 1880 tarihli ünlü "Ölüler Adası" olur. Bir çeşit manifesto niteliğindedir. Kapkara suların içinde yükselen, kayalıklardan, kayalıkların içinde açılan mezarlardan, dimdik devasa ağaçlardan oluşan kasvetli, ürkütücü bir mezarlık-ada... Ve adanın bir koyunda (belki de tek koyunda) yanaşmakta olan bir sandal; saldalcısı, tabut ve çarşafına sarılmış, ayakta duran, yüzü adaya çevrilmiş ölü ile birliktedir.
Ölümün (kaçınılmaz ve her an yanıbaşımızda duran ölümün) içimizdeki canlandırdığı korkudan çok bu, klasik çizgiler içinde ölümün bir "meditasyonu"dur; bir ölümü düşünmektir. Kaldı ki kendi portresini iskelet şeklindeki ölümle birlikte çizen (1872) bir sanatçıdan başka ne beklenebilir ki.
(Gıovannı Scognamıllo)
(Gıovannı Scognamıllo)
Self-Portrait with Death 1872 - Arnold Böcklin |
Etiketler:
Resim
Korkunun Renkleri: Munch
Munch ya da dışavurumcu korkular İskandinav esintileri ile bir aradadır. Munch'un tablolarında, özellikle gravürlerinde, düşlerin geçersizliği ile görkemli, korkutucu bir doğanın gerçeği çatışırlar. Ruhbilimsel bir boyuttan gizemli bir boyuta geçiş ise çalkantılara, korkulara meydan verir. Korkular, Munch'un çocukluğundan beri yaşadığı ölüm korkusu, sancılı yalnızlığın korkusu, doğanın sonsuzluğu karşısında duyulan ve yaşanılan dehşet (Çığlık)'dır.
Tüm bunlar Munch'un ilk döneminde kümeleşir yapıtlarında; sonradan da konularda ( ve renklerde) korkular sanki gerilerek dışavurumcu yaklaşım ağırlığını korurlar. Yine de Çığlık çizilen Vampirlerden, ölüm danslarına karışan çıplak kadınlardan, ıssız sahillerdeki tekinsiz, büyülü evlerden ya da adeta nesnesiz manzaralardan daima Munch'un kendini resimlendirdiği portrelerden yükseldiği gibi yükselir.
Marcel Brion'un tanımlaması ile Edward Munch'un fantastik boyutu: "Açıklanamayanın, belirsiz olanın ve aynı zamanda ölüm dansının, hayaletlerin ve boşluğun fantastiğidir." Hatta dışavurumcu çerçevelerin dahilindeki plastik anlayışı yansıttığı iç dehşetin doğurduğu, aslında pek de fantastik olmayan korkuların ifadesidir.
Etiketler:
Edvard Munch,
Resim
GAUDİ
Gaudi, bir
Gaudi, kimi parçaları kendi içinde bütünlenmiş olsa da
paramparça bir bütün: Onu öylece, topluca görmek en sağlıklı yaklaşım sanırım.
Üstüste, iki günde, toplama olabildiğince uzanıyoruz: La Sagrada Familia, Pare
Güell, Palace Güell, Casa Mila, sokak lâmbaları, müze-ev’indeki mobilyalar, Gaudi
müzesindeki taslaklar, maketler, çizimler, fotoğraflar.
Başını sonunu kestirmesi güç,
ciddî, aklıbaşında, hesaba hendeseye dayalı bir çılgınlık.
Son yüzyılın bütün ayrıksıları
gibi binbir yoruma sahne olmuş bir yapıt. Binbir hayranlığa ve redde. Orada,
Barcelona’da (biriki önemli işi de Leon’da, biliyorum) bekliyor: Barok, Rococo,
Art Nouveau, kitsch. Sonsuz Çeşitlilik ve Sonsuz Yinelenme, Ökelik ve Delilik,
en uca kadar ölçü ve tartım, en uca kadar ölçüsüzlük: Ortalama hiçbir şey yok
Gaudi’de.
Onun için de hem hiçbir şeye
benzemiyor, hem de herşeye benzetilmiş: Barok çağ kiliselerine, Kapadokya peri
bacalarına, doğal mağaraların dokusuna.
Her zaman olduğu gibi:
Sınıflandırmak, konumlandırmak, indirgemek kolay. Anlamlandırmaya çalışmak
zaman, emek istiyor.
Çocuksu, naif yanı belirgin:
Park’ı, hatta Casa Mila’yı kateden saf coşku Katedral'de, en çok da ayrıntılar
büyütüldüğünde, onlara iyice yaklaşıldığında yerini ağır bir kedere, bir
varolmuş-olma sıkıntısına bırakıyor. Boşuna şeytan ayrıntıda aranmamış.
La Sagrada Familia için ayrı bir
metin yazmak isterim, tortu çöksün de. Yapıtı tarafından soğurulan, kemirilen,
Proje’nin sınırsızlaşmak isteyen bünyesine yenik düşen, bozgunundan yeniden doğan
yaratıcının durumu. Musil’e de el sallıyorum.
Casa Mila nasıl da farklı. Orada
kendi yalınlığını denemiş bir bakıma; mobilya tasarımlarında da göze çarpan bir
oylum-arayış özelliği egemen onda: Bir falez-yapı.
Yıllar önceydi, sıkı bir
fotoğrafçının La Sagrada Familia üzerinde yaptığı çalışmaları görmüştüm, bu
defa da rastladım benzeri işlere. Fotoğrafçı için define adası o kütle. Öte
yandan öldürücü bir tuzak da. Dikkat ettim, Gaudi bütün yüzeyi, yüzeyleri ışık
için bir oyun sahası olarak düzenliyor.
Fakir de fotoğraf çekti Gaudi'nin
kıvrımlarına yaklaşıp. Tek bir kare çıkarsa, zar tuttu demektir. Yüksek
tekniği, becerisi, derin optiği olmayan için tek yol zara sığınmak burada.
Gaudi, iki
Etiketler:
Enis batur,
Resim
Sade & Goya
Sade ve Goya hemen hemen aynı dönemde yaşamışlardır.* Bazen öfkenin sınırında zindanına kapanmış olan Sade; otuz yıl boyunca mutlak bir sağırlığın zindanında kapalı kalan sağır Goya. Fransız devrimi ile her ikisi de umutlanmıştı; her ikisinin de dine dayanan bir rejimden hastalıklı bir tiksintileri vardı. Ama özellikle aşırı acıların yakalarını bırakmaması onları birleştirmişti. Goya, Sade'ın aksine, acıyı zevkle birleştirmemişti.
Bununla birlikte ölüm ve acı saplantısı onda, onları erotizmle yakınlaştıran kasılmalı bir şiddete sahipti. Ama erotizm bir anlamda çıkıştı, bu tiksintinin iğrenç çıkışıydı. Goya'nın sağırlığı gibi karabasanı, Goya'dan veya yazgının en acı şekilde kapattığı kişi olan Sade'dan insani açıdan sözetmek mümkün olmadan, onu içine kapatmıştı. Sade'ın sapkınlığı içinde insani duygularını koruduğu kuşkusuzdur. Diğer tarafta Goya, gravürlerinde, desenlerinde, resimlerinde tam bir sapkınlığa (Sade'ın bütünsel olarak, yasaların sınırları içinde kalmış olması mümkündür) ulaşmıştır (yasalara karşı gelmeden).
Bataille
*Goya Sade'dan altı yıl sonra İspanya'da doğmuş ve ondan ondört yıl sonra Fransa'da ölmüştür.
Goya, 1792 yılında Bordeaux'da taamen sağır olmuştur.
Korkunun Renkleri: Goya
Çocukluğunda kırsal alanların bol sayıdaki batıl inançları ve büyücüleri ile tanışır Goya. Etrafında beslenilen korkuları içine çeker. Gece vakti gelen canavarlardan, us uyurken yaratılan öcülerden, kötü ruhlardan o da herkes gibi korkar. Ve o da gün ışığının hayaletleri ve cadıları kovduğunu (Capriccio 80); hatta iyi ruhların da varolduğunu (Capriccio 49) öğrenir.
Goya soyluları çizer; ailesini ve kendisini, çıplak ve giyinik imajları ve de özentili majosları... Kralların hizmetine girer fakat çiğ gerçekleri yakaladığında sarayların, malikanelerin ve bahçelerin dışındaki, halkın çizdiğinde ve şeytanları unutabilir. (Canavar Lamba), ne engizisyonu ve ne de batıl inançların karabasanlarını (Capriccio 42);
Goya'nın korkuları gerçek ve gerçekten hissedilen, yaşanan korkulardır ve bunları çizdiğinde ressam, kara kalemi ya da fırçası ile ne simgelere boğar ne de soyluları güzelleştirdiği gibi güzelleştirmeye kalkar. Goya, kabusları, işkenceleri, inanışları ile. Korkuların, yaşanan somut dehşetlerin, savaşın, kıyımların, kurşuna dizmelerin kanlı gerçeğini saptar. Doğaüstücü korkuların gerçek duygularını Çılgınlar Evi'ni çizdiği gibi çizer.
Ve yamyam bir Satürn'ü çizer Goya;
kanlar içinde, bir insanın başını kemiren sonra da kazığa çakılanları, parçalanan, ağaçlara asılan cesetleri... Bunlar da korkudur; çiğ dehşettir ve bunlar da gerçektir.
kanlar içinde, bir insanın başını kemiren sonra da kazığa çakılanları, parçalanan, ağaçlara asılan cesetleri... Bunlar da korkudur; çiğ dehşettir ve bunlar da gerçektir.
18. ve 19. yüzyıl ressamları arasında Goya, dolaysız gerçek duygusu ile bu konularda rakipsiz kalır; korkuları idealize etmediği, dehşetleri inceltilmiş, rafine bir hale sokmadığı için sağlıklı bir yorumla yaklaştığı içindir bu. Goya ölümü, acıyı ve batıl inançları anlar, derinden hisseder; ancak o "Mezar şairi daima anlayacaktır" diyen bir Baudelaire değildir. Fransız şairi gibi güzelliğin merkezinde kötülükleri bulmak, kötülüklere - ve bunlardan kaynaklanan korkulara- sarılmak bir sanatçı, bir aydın kişi olarak dehşetlerden zevk almak gibi bir arzusu, bir gereksinimi yoktur. (Gıovannı Scognomıllo)
Savaşaın Felaketleri Goya'nın
1810 - 1815 yılları arasında çizdiği gravür serisi:
Aklın Uykusu Canavarlar Yaratır
"Akıl tarafından terk edilmiş hayal gücü olanaksız canavarlar yaratır:
ama o aynı zamanda sanatların anasıdır ve mucizeler de yaratır."
Goya
Okur'a
Elisıkılık, sersemlik, günah, yanılgı
Gövdemizi işler, yer tutar içimizde,
Besleriz o cânım pişmanlıkları biz de
Bit beslediğince dilencilerin tıpkı.
Günahlarımız inatçı, gevşek tövbemiz;
İç döker, acısını çıkarırız bol bol,
Ve dönerken sevinç verir bize batak yol,
Kirlerimiz pis yaşlarla yıkanır deriz.
Kötülük yastığı üstünde sallar durur
Şaşkın ruhumuzu Koca İblis her zaman,
Ve zengin madenini istemin o yaman,
O bilge simyacı duman gibi savurur.
Bizi oynatan ipleri Şeytan tutmada!
Öğürtücü şeylerde ne tatlar buluruz;
Leş gibi karanlıkları geçip, korkusuz,
İneriz cehenneme her gün biraz daha.
Öpüp dişleyen zavallı çapkın gibiyiz
Bereli göğsünü geçkin bir orospunun,
Bulduğumuz kaçamak zevki, uzun uzun,
Susuz portakalca sıkmasını biliriz.
Milyonlarca kurtçuk gibi yoğun, gide gele
Ziftlenir beynimizde bir Şeytan oymağı,
Ve her solukta Ölüm’ün gizli ırmağı
İner ciğerlerimize boğuk bir sesle.
Irzageçme, zehir, hançer, yangın giderek
Güzel nakışlarını işlememişlerse
Acınacak yazgımıza, o rezil beze,
Yazık! pek atılgan değil ruhumuz demek.
Ama av köpekleri, çakallar, panterler,
Maymunlar, akbabalar, akrepler, yılanlar,
Tırmanan, böğüren, uluyan, bağıranlar
İçinde, kötülüklerimizin o beter
Ağılından biri var, öyle pis, yaman ki!
Yok büyük çığlıkları, büyük edimleri,
Yok ya istedi mi yakıp yıkar her yeri,
Şöyle bir esnese dünyayı yutar sanki;
Can sıkıntısı o! – Gözü yaşarır birden,
Çubuğunu yakıp kurar darağaçları.
Onu bilirsin, okur, o nazik canavarı,
-İkiyüzlü okur, -benzerim, - kardeşim, sen!
Etiketler:
Baudelaire
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)