SARTRE


Sartre, yâni külyutmazlığın güzelliği. Bulantı'da kırk yılı aşkın bir süre sonra «Bibliotheque de la Pleiade» yayınlarından Jean-Paul Sartre'ın Oeuvres Romanesques'inin (Romanesk Yapıtlar) çıkmasıyla, Sartre'ın bıraktığı eserin gücünü, önemini bir kez daha anlıyoruz. Duvar (Le Mur) kitabında toplanan kısa öyküler gibi, Özgürlüğün Yolları'nın son cildi olan ve önce Temps Modernes dergisinde 1949'da basıldıktan sonra, burada ilk kez kitap olarak yayımlanan Dröle d'Amitte (Bir Tuhaf Arkadaşlık) gibi farklı metinlerin bir araya, daha doğrusu karşı karşıya getirilmeleriyle Sartre'ın eserine bütün gücünü kazandıran şeyi içimizde duyuyoruz: düşüncesini canlandıran, yaratısına dirim veren, o karşı konulmaz gençliğini...

Arzu ile gerçeğin, bireyin iştahları, mutluluğa özenişi ile doğruluğun (hakikatin) ve toplumun gerekleri arasındaki çelişkidir bu. Sartre'ın tutkusu doğruluktur, doğru olandır, hiçbir şeyin durduramadığı, hiçbir şeyin şaşırtamadığı bir gençliğin gönül atılımıdır. Hepsinden öte, zaman bozamaz bu araştırmayı.

Sartre'daki tutarlılığı da unutmamak gerekir, ve bu çağdaş yazında belki de tek örnektir. Romancı, tiyatrocu ve felsefeci arasında bir «süreklilik bileşimi»ne gerek yoktur. Eser tümüyle uyuşma halindedir; öyle istenmiş, öyle düşünülmüştür, bir rastlantının sonucu değil, bir yaşamın anlatımıdır. Kuşkusuz, Sartre'a daha ilk andan itibaren bu kadar sadık yandaş ve bu kadar düşman kazandıran da bu tutarlılıktır.


Mathieu gibi, Brunet gibi ve tabii Roquentin gibi Sartre da yaşamındaki olayların arasından kendini tanımaya, kendini en doğru, en kesin biçimde algılamaya çalışıyordu. Bunun için de, yazından iyi bir araç olamaz, çünkü roman gerçek varoluşu meydana çıkarmak için görüntüyü eleyen bir bakış'tır. Roquentin günlüğünü yazar; Lucien'in çocukluğu, Lulu'nün evliliği, Mathieu'nün salt yaşamı, hepsi birer iç monolog olarak yaşanırlar. Olayların trajik anlamlarının içine işlediğimiz anlarda zaman durur. Örneğin demir yolu vagonuna kapatılan adamlar bilinmeyen bir kadere doğru yol alırlarken, tarih de donuklaşır ve onları ölümün damgasıyla damgalar: «Bir yazgıları vardı, krallar gibi, ölüler gibi.»

Bir Tanıklık / Demir Özlü


Kendisinden bir süre uzak kalınmayınca, tarih içindeki kültürel perspektifleri çok açık seçik görülüp anlaşılmayan; insanı alıp oradan oraya sürükleyen, yetenekli kişiyi sonunda görmüş geçirmiş mutlu bir derviş haline getiren İstanbul kentindeki yaşamı içerisinde, bizim kuşak J.-P. Sartre'ın adıyla, sanırım ilk olarak Sait Faik'in Beyoğlu üzerinde yazdığı bir röportajda karşılaştı. Sait Faik o yazısında, o zaman İstiklâl Caddesi üzerinde bulunan Saray Kitabevi'nden söz ederken, J.-P. Sartre'ın «bu yaman adamın» kitaplarından da söz ediyor; parası yetişip de alıp okuyamadığından yakınıyordu.

J.-P. Sartre'ın bizim kuşağın düşünceleri üzerinde, kurduğu yazın anlayışı üzerinde, belirli —sırasıyla önemli— ölçülerde etkisi olmuştur. Özellikle Bunalım Edebiyatı adı verilip, çokça eleştirilen yazın akımı üzerinde. Gelenekçilerle yeniliğe karşı olanlar, edebiyattan sadece toplumbilimsel olguların doğrulanmasını bekleyenler (yazarın amatör bir toplumbilimci olmasını isteyenler), 19. yüzyıl diyalektik maddeci düşüncesini oluşumu içinde değerlendirmeyip, en kolay şemalara indirgemek isteyenler, nihayet dünya kültürleri arasındaki evrensel alışverişi (bütün insan tarihi boyunca sürmüş olan bu alışverişi) «taklitçilik» olarak gören dar görüşlüler ya da kültür bağnazlarınca... uzun yıllar eleştirilip durmuştur bu akım. Öyle ki, bugün de, yaşadığımız kültürel çalkantılar içerisinde, 1950 ile 1960 yılları arasında oluşan, sonra da şu ya da bu eğilimlerle süren bu yazınsal anlayışın dil değerleri üzerinde, dışlaştırdığı iğretilemelerin ya da imgelerle imlerin insansal anlamı üzerinde —çağıyla bağlantısı üzerinde— sonuçta da gelenekten bu yazına kendiliğinden gelip yerleşen öğeler üzerinde gene de pek durulacağını sanmam. Benim o dönemde kullandığım terminolojiyle Bunaltı Edebiyatı, ama daha çok yaygınlık kazanmış bir deyişle Bunalım Edebiyatı adı verilen bir eğilimin, hemen hemen aynı dönemlerde birçok dünya yazınında birden başlamış olduğunu o dönemde bilmiyorduk doğrusu. Şimdi, dünyanın çeşitli yazmlarıyla ilgilendikçe görüyorum bunu. Biraz önce ya da sonra başlamış olan evrensel eğilimi. Ben ilk hikâye kitabımın adını Bunaltı koymuşsam (1958); bunaltı sözcüğü daha sonra Fransız dilindeki «angoisse» sözcüğünü karşılamak için kullanılmışsa (ki ben ilk yapıtımın, adının Fransız diline tam «angoisse » olarak çevrilmesinden yana değilim); «bunaltı», Sartre felsefesinin bir kavramıysa, «saçma» ve «bunaltı» Sartre felsefesine göre «dünyada olmak» (etre dans le monde) düşüncesinden geliyorsa; Sartre düşüncesinde bunun aşılması gerektiğinden de söz ediyorsa; bir açıdan bir eylem felsefesi olan düşüncesini bu düşüncelerden başlayarak türetiyorsa ya da İsveçli önemli şair Per Lagerkvist'in eski bir şiir kitabının adı Bunaltı (Angt) ise... büsbütün de bilerek seçtiğimiz söylenemez bu temalarla bu terminolojiyi.

Her zaman yaratış sürecinde olduğu gibi yarı bilinçli, yarı da bilinçsizdi bu seçiş, ama mutlaka çağdan ve o çağ içinde, yaşadığımız toplumun aldığı maddesel ve ruhsal biçimlerden geliyordu. Fakat böyle bir yazıda kendimden söz etmek istemem —biraz ettimse de konuyu ortaya çıkarmak için ettim—; Sartre'dan, bir de kendi kuşağımın belli bir düşünce dünyası çevresindeki ilişkilerinden söz etmek isterim. Ama kendi kuşağımın yazar arkadaşlarına belli bir saygı ve uzaklıkla yaklaşarak; kendi düşüncelerini, kendi düşünsel ilişkilerini anlatmayı daha çok kendilerine bırakarak. 

Hiçbir düşünce, belli bir gereksinim olmadan yaygınlaşamaz, gelip de başkalarını etkileyemez. J.-P. Sartre'ın, öteki varoluşçuların çok uzağında olan düşüncesi de. Öteki varoluşçuların çok uzağında diyorum: örneğin çağdaşı Gabriel Marcel, Cezayir'in bağımsızlığı söz konusu olduğunda ulusal bir Cezayir'den (Fransız bir Cezayir'den) yana imzasını koymuştu; oysa Sartre, Cezayir'in bağımsızlığı için savaştı. Dinci varoluşçu Kierkegaard'la, kökleri ta eski Yunan felsefesine kadar uzanan bir düşünce geleneğinin bazı ortak terimlerini kullanmaktan başka ne yakınlığı var Sartre'ın?

1950 Kuşağı adı verilen yazar kuşağının, Türk yazınında yeni bir değişim yaratan genç üyeleri o dönemde, belirli açılardan— J.-P. Sartre'ın düşüncesiyle ve yazın anlayışıyla ilgileniyorlardı. Özellikle o dönemin genç yazın dergisi a dergisi çevresinde toplananlar. İlginin o kadarla kalmadığını, öteki varoluşçu düşünürlere de sıçradığını belirtmeliyim. Somut yazın dergisinde yayımladığım bir not'ta, ilgilenilen yapıtların ve düşünürlerin aklıma gelenlerini sıralamıştım. 1958'de, doğrudan doğruya felsefeci olan Selâhattin Hilâv'ın da yurda dönüşü, o genç yazarlar çevresi için yeni bir kan dolaşımı yaratmıştı. Fatih'te, bizim evin, bana verilmiş küçücük odasında; Selâhattin Hilâv'ın Çarşamba'da, babadan kalma evinde; Onay Sözer'in, Çarşıkapı'daki odasında; Asım Bezirci'nin Yavuz Selim'deki küçük evindeki toplantıları, konuşmaları bir gün yazabilirsem mutlu olacağım.

1950'lerin ilk yıllarında Sartre'ın bizi ilgilendiren düşüncelerinin, düşünürün 'ilk dönem düşünceleri' olduğunu belirtmeliyim. Sartre, o dönemde ilk önemli yapıtlarını yayımlamıştı henüz: Imagineire (Imgelemsel, 1940), l'Etre et le Neant (Varlık ve Hiçlik, 1943)... Bunlara birkaç ünlenmiş tiyatro oyununu, Bulantı romanını, Duvar adlı yapıttaki hikâyeleri de katmalıyım. (Sonradan Roland Barthes'ın 'yazışın sıfırına derecesi' diye adlandırdığı, Sartre'ın özensiz görünen, —benzetmesiz, iğretilemesiz— ama geçirgen üslubunun beni ayrıca ilgilendirdiğini belirteceğim). Bu ilk düşünce yapıtlarında, Sartre'ın felsefesi bir bilinç felsefesi olarak görünür. Sartre felsefesinin «insanı» («je» ya da «ben», «Ego»), başlangıçta bilinçlilik içinde değildir, dışındadır onun, dünyadadır; orada, dışarıda varoluş, yerini bulur. «Ben» orada özne-nesne ikiliğini aşmak zorundadır (Dünya ve Ben ikiliği); «dünya» ve «ben» mutlak bilinç için nesneler olarak kalırlar.

Bilinçse hiçlikle karşılaşmayla başlar. «Bir varlıktır bilinç, varlığının hiçliğinin bilincinde olan bir varlık» (l'Etre et le Neant, II. bölüm, 1). Varoluş özden önce gelir, her insan eylemi insanlığa bir düşünce katar. Bilinç, düşüncenin özel bir biçimi olarak belirlemez kendini, varolanın bir dünyaya doğru patlaması olarak belirir. Burada Husserl felsefesi egemendir artık: kendini indirgemiş insan, maddeye doğru yönelme l'intentionalite husserlienne). Bilinç, kendini dışlaştırma eylemidir. Bilinci ayakta tutan, aydınlatan cogito'nun düşüncel sağlamlığıdır, ama olgusallık içinde kendini duyan bir bilinçtir bu: Oradayım ve şimdi oradayım.

Bunaltı, l'Etre et le Neant'da, saçmalık, varoluşun betimlenmesi Varlığın sorunları olurlar. Dünyada varolmanın bilinci, hiçliğin dünyaya doğru bu patlaması bu kitabın sorunsalını oluşturur. Varolan (insan) özgürlüğünün bilincini kazanır. Özgürlük, çevremde bir eylem alanı olarak belirir. Varolmak, varoluşu, olanaksız öze doğru aşmaktır, bir aşkınlıktır bu hareket. Özgürlük, kendimi, dünyada seçmektir, gene aynı eylemdir bana dünyayı bulgulatan. Başlangıçtaki özsüz varoluş, özgürlüğe yargılı insan... ancak seçme ve bağıtlanmayla varedebilir kendini.

İlk yapıtlarında Sartre, ilgilendiği, ortaya koyduğu bilinç kuramlarıyla, Bergsoncu geleneksel ruhbilimin «iç yaşam» anlayışına ve Freudçu psikanalize karşı çıkıyordu. Onların yerine fenomenolojik anlayışlar, fenomenolojik doğrular getiriyordu. Bütün bu çaba, onun çalışmalarının 1960'lara kadar olan bölümünü doldurmuştu.

1960 Devrimi'nden sonra, ben de Paris'e gittim; kuşağımın bazı yazarları da zaten oradaydılar: Güner Sümer, Onat Kutlar, Ferit Edgü... Cezayir Savaşı dönemiydi, kentin çeşitli yerlerinde plastik bombalar patlıyordu. J.-P. Sartre, bu sömürge savaşına karşı direndiği için, Saint-Germain des Pres'deki evine plastik bomba atılmıştı. Bu yüzden Rue Delambre'da (Montparnasse) kimsenin pek bilmediği —belki Duvar'daki hikâyelerde söz konusu edilen— bir evde kalıyordu. Geceleri Montparnasse Sckağı'ndaki Falstaff adlı lokale, ya da başka lokallere çıkıyordu. Sık sık görüyordum bu büyük düşünürü oralarda. Biz, Sartre'ın yapıtlarından yeni bir yazın anlayışının ürünleri olarak yararlanmış, o gençlik yıllarında etkisini duymuş ve Sartre'ın düşüncelerinden yararlanarak, Demokrat Parti kapalı döneminde, aydınlara seslenen özgürlükçü muhalefeti ayakta tutmaya çalışmıştık. Şimdi 1960 Devrimi olmuştu, ondan yararlanarak düş ülkesi Paris'e gelmiştim.

Biliyordum, Türk toplumunda geç kalmış bir şeyler vardı. Nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum: bir kültür bırakılmış, başka bir kültüre yönelinmişti, ama bütünüyle öğrenilmemişti o yeni
kültür de (bütünüyle öğrenilmesi elde miydi?); sonra geniş kitlelere, halka yayılmış bir şeyler, bir düşünce yoktu henüz. Ama genç insanlar, genç yazarlar olarak umutluyduk sanırım. Toplumun altında yatan geri yapılar ya da emperyalist ülkelerin harekete getirmesiyle yiten ve yeri doldurulamayan kültür sorunu —bugünkü gibi— ortaya çıkmamıştı daha.

Paris'te kaldığım yıl içinde Sartre'la konuşma olanağı aramadım. Bazen Falstaff lokalinde, sabaha yakın saatlere kadar, birbirine yakın masalarda oturduğumuz halde. Sartre, düşüncelerini kitaplarda, gazetelerde yazıyor, özgürlükçü eylemlerini yapıyordu. Ayrıca düşünürle konuşmaya çalışmak, zoraki bir istek olacaktı. Onların —hatta François Mauriac'ın, Arthur Adamov da dahil 121'ler bildirisini imzalayanların, kısa bir süre ülkelerinden kaçmak zorunda kalanların— Cezayir Savaşı ve insan özgürlüğü konusunda —birçok şeyi tehlikeye atmak pahasına— nasıl savaştıklarına tanık oldum. Kendilerinden öğrenilecek —yaşamak için öğrenilecek— çok şey vardı. 1960 öncesinde, bazı yazarların deyimiyle, bu Varlık ve Hiçlik dönemindeki politik konumlarını, daha sonra Simone de Beauvoir şöyle anlatır: «Kapitalizme karşıydık, ama Marksçı değildik; iktidarları salt bilince ve özgürlüğe yöneltmek istiyorduk ve aynı zamanda ruhculuğa da karşıydık».

Paris'teki günlerde, kışın, karın yağdığı tek 1962 yılı sabaha karşısı, çok erken saatlerde, Montparnasse'da, Delambre Sokağı ile Boulevard Raspail'ın birleştiği köşede, Sartre'la burun buruna geldiğimizi ansıyorum. Geceleyin beni de uyku tutmamıştı. Dupleix metro istasyonuna yakın otelimden çıkmış, günün daha ağarmadığı saatlerde, ağır işçilerin kalvados ya da beyaz şaraplarını yudumlayıp çalışmaya koştukları kahvelerden birine uğramış, ardından da büsbütün uyanık —uykusuz bir geceden sonra— Montparnasse'a gelmiştim. Kar, ilk ve son yağan kar, sinirleri mi germişti? M. Sartre da dolaşıyordu işte yarı karanlık sokaklarda, «Hey, M. Sartre!» diye seslenebilirdim kendisine. Yapamadım. O dönemlerde, geniş gövdesiyle Sartre bana oldukça genç görünüyordu. Şimdi, şu son yıllarda öleceğini ve dünyamızda artık görülmiyeceğini bilseydim, seslenirdim mutlaka.


1960 yılında J.-P. Sartre, yayımladığı Critique de la Raison Dialectique ile hem Marskçı düşünceye yaklaşır, hem de bu düşünceyle bir tartışmaya girer. Sartre'ın öne sürdüğü, tarihte, «öznesiz » sınıfsal hareketlerin diyalektiği, değildir. Hatta bu düşünceyi kuşkuyla ele alır. O, bu büyük yapıtında, her şeyden önce diyalektiği, tekil eylemlerin bütünleşmesi  olarak tanımlar. Bireylerin tarihle ilişkileridir onu ilgilendiren. Fakat öte yandan, bu yapıtta öne sürülen düşünceler Engels'in şu düşüncesini doğrular gibidir: «İnsanlar, kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendilerini belirleyen belli bir ortam içinde». Sartre, bu yapıtta salt felsefesel bir çabaya girişir: Marksçılığı «bilmeye» bağlayan ve onunla bütünleştiren somut bir antropoloji kurmak. Varoluşçuluğu, Marksçılıkla birleştirmek, bütünleştirmek istemektedir. Marksçılık ya da Markscı araştırma insancıl bir boyut kazanacaktır (özne de yerleşecektir bu araştırma içine), yani varoluşsal tasarı girecektir onun içine, antropolojik bilginin temeli olarak. O zaman varoluşçuluğun varlık nedeni kalmayacaktır: özümsenmiş, aşılmış, felsefenin bütünleşen hareketi tarafından içine alınmış olacaktır.

Sartre, Sözcükler (Les Mots) adlı yapıtıyla kendi yaşamıyla ve sürüklediği nevrozla ilgili bir şeyler açıklamıştı. Ama onun düşüncesinin geliştirdiği temaların, daha çok —benim henüz okumadığım— Flaubert adlı üç ciltlik büyük incelemesinde bulunduğu söylenir.

JM


           Rue des Ecoles’de, bir kahve masasında, açık havada oturuyorum. Önümden yanılmıyorsam 1957 model bir Thunderbird geçiyor, salınarak: Uçuk mavi, pırıl bir kuş. Kelebek camları kapalı yalnızca. Sonra, Champo’nun afişine takılıyor gözüm: Marx Brothers'dan Duck Soup -  görmediğim bir filim. İçeriden, radyodan, Jim Morrison'un sesi geliyor. Neden Paris'te ölmüş olduğunu bilmiyorum, seçimden çok yazgıydı sanıyorum.

Bazan zaman, kendi içinde kayboluyor.

Pusudaki Ten

Pusudaki Ten (Mehmet Ergüven) kitabı üzerine
söyleşi - deneme - Enis Batur


Erotik fantezileriyle yüz göz olmayı göze alanlara adanan bu kitap, 
her ne pahasına olursa olsun, yazılmak zorundaydı-yazıldı."


*  Gene de, tam olarak ayrıştıramıyorum sözünü ettiğiniz “birkaç düzeyde yüreklilik” konusunu. Ben de okudum “Pusudaki Ten"; tamam, zaman zaman afalladığımı itiraf etmekten kaçınacak değilim; ama siz, belli ki “daha fazlasını” görmem gerektiği kanısındasınız Mehmet Ergüven’in bu kitabında: Nedir yüreklilik katmanlarından anladığınız?

- Amacını aşacak sözler etmem için kışkırtmayın beni. Öyle bir ortamda yaşıyoruz ki, “Pusudaki Ten” gibi, bir örneğiyle sık karşılaşmadığımız bir yapıt, karşısındakilere etik sorumluluklar da yüklüyor, önce bunu kavramak gerekir. Okur için derin, tartım isteyen, aynaya dönüp bakmayı dayatan sorumluluk sancılarıdır zihne giren. Okuryazar için ötesi: Okuduklarınızdan hareketle söz alacak ya da kalem oynatacaksanız, kuracağınız cümleleri birer mayın gibi algılayacaksınız: Fincancı katırlarının ürkmesine yol açabilir, tanrı korusun muhbir konumuna bile düşebilirsiniz. Benden açıklık, apaçıklık beklemeyin kısacası, satıraralarına ışık tutarak bakın diliyorsanız, bir de okuduklarınızı biraz daha dikkatli, yavaş okuyun lütfen: Yaşadığımız hayatın bize sunduğu hız gizilgüçlerini her an, her durumda kullanırsak vay halimize. “Pusudaki Ten” o soy kitaplardan örneğin: Bırakın bir çırpıda okumaya kalkışmayı, bazan hecelerin üzerinde durup oyalanmayı gerektiren bir iç temposu var — “festina lente”, kısacası. Yüreklilik bağlamına dönecek olursak; siz bu kitabın, kitaptaki denemelerin yayımlanmasının altındaki yürekliliği işaretlediniz de, ondan ‘ötesi var’ demek gereksinimini duydum: Bunların yazılması daha büyük bir yüreklilik ölçüsüne bağlıdır. Bir adım sonrası: Kişinin bunları böyle düşünmesi, düşünebilmiş olması asıl yüreklilik. Yıllardır dış baskılar ve yasaklamalar üzerinde yoğunlaşmaktan, iç yasaklar düzlemine, insanların kendi kendilerini irili ufaklı zincirlere vurmalarına bir türlü geçemedik. Mehmet Ergüven bana kalırsa ciddî bir ihtar veriyor.

http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/12/Pusudaki Ten - HAZ

* Skandala oysa düşkün bir dönemde yaşıyoruz. Genç kuşak yazarları, sanatçıları daha gözüpek davranıyorlar. Ergüven’in kitabını “canalıcı çıkış” saymanız, onu daha farklı bir konuma yerleştirmeniz hangi gerekçelere dayanıyor?

- Bir kere, skandala en az yatkın sayılabilecek bir yazı türünü seçiyor Ergüven. Yaklaşımındaki bütünsellik, analitik kurguya aslan payını ayırması, yorumlarına destek bulduğu dünyanın gücü (felsefe, ruh-çözüm, toplumsal bilimler) duruşunu pekiştiren öteki ana özellikler. Yaratıcılık açısından demeyeceğim ama, ahlâk açısından, böyle bir kesit üzerinde şairin, romancının, hatta günce yazarının işi biraz daha kolaydır: Eğretilemelerin, kahramanların, imgelemin oluşturabileceği bir no man 's land’ın içinde örtünebilirler. Ergüven, kendi kelimeleriyle, kurduğu dil ile soyunuyor buna karşılık: Seçmiş bunu. Üstelik, demin dile getirdiklerimle çeliştiğini düşünebilirsiniz bu söyleyeceğimin, “Pusudaki Ten”in asıl konusu, asal objesi yazarının kendi gövdesi. Besbelli, onun sınırlarına yolcu çıkmış, seyahatnamesini kaleme almış, dönmüş. Bana sorarsanız: Artık eskisi gibi değildir. Siz, kaç yazarın, kitaplarını kendilerinin üzerine gitmek, dönüşmek, sıkı mesafe ayarları yapabilmek için yazmış olduğunu hiç düşündünüz mü? Diyorum ki: Düşünmek şarttır. Yoksa yazı her yerde yazılıyor, televizyon programı dergilerinde ya da şirket broşürlerinde de. Benim kuşağımın “yazı”ya yüklediği anlamda bir tılsım arayacaksanız, işte size bir çıkış noktası: Kaçmak (kaçamak) vardı, biz üstüne gitmek istedik. Mehmet Ergüven, “Pusudaki Ten” ile çıkageldiğinde benim tüylerim üıperdi: Mürekkebine kan karıştırdığı için.

secret rooms

I went into the secret rooms

and lounged and lay on their beds.


C. P. Cavafy,
 And I Lounged and Lay on their Beds


Matt Lambert


Eşcinselliğin Tarihinin Yazılabilirliği

   Michel Foucault, ölümünün 30. yıldönümünde (1926-84) anılıyor. Yeniden değerlendirmelerin başta gelen ortaklığı, erken yaşta ölümünden bu yana ışığının etkisinin azalmadığı yönündeki yorumlara dayanıyor. Bir “düşünür” olarak nitelendirmek yeterli midir Foucault’yu? Bir zihniyet analizcisi, bir toplumsal mekanizmalar sökücüsü, bir kapalı kutu kurumlar tarihçisi, sözün özü bir kanıları tersyüz edici barınıyor kimliğinin köklerinde.
   
 Oylumlu çalışmalar eşliğinde deliliğin, hapisanenin, kliniğin arşivlerine battıktan sonra, son döneminde kapsamlı bir çalışmaya girişmiş, Cinselliğin Tarihini yazmaya koyulmuştu. Gerçi erdiremedi bu mikroskopik okumasını, ama altı cilt olarak tasarladığı bu bütünlüğün yabana atılamayacak bir bölümünü düze çıkarmayı başarmıştı.

    Bilme İstemi (1976) başlıklı ilk cildinde Cinselliğin Tarihinin, tıpkı daha önceki kazılarında yaptığı gibi, Batı toplumlarının tarihinde “norm”ların nasıl oluştuğunu, cinsellik bağlamında "a-normal"in çerçevesinin hangi dayanaklara bağlı biçimde çizildiğini olanca açıklığıyla göstermişti Foucault: Kilise-Devlet-Aile üçgeni yasakların sınırını genişletirken, “zevk”i en büyük tehlike kaynağı olarak görmüş, özgürleştirilmesini önleme yolunda Kutsal’ın yanı sıra Tıbbı ve Hukuku da işe koşmuştu. Fücurdan rüşde, gövdenin zevk haritasının daraltılmasından farklı cinsel eğilimlerin suç ya da hastalık kapsamına sokulmasına dek giden eksenlerde, Batı dünyası bir tabu cehennemine dönüştürülmüştü. Buradan hepten çıktığı söylenebilir mi? Katedilen mesafe ne kadardır ve hangi bedeller ödenerek kazanılmıştır? Kalıcı bir utku sözkonusu mudur?

 Bunlar ve benzeri soru(n)lar bugün de haram noktası olma örneğini koruyor örneğin, eşcinsellerin evlilik ve çocuk edinme haklarının yasallaşma sürecinde, her ülkede, tartışmaların sert kutuplaşmalar yarattığı gözlemleniyor.

 O yakada bu gelişmeler yaşanadursun, bu yakada en iyi niyetle, savuşturulan eski yasakların yeri yenileriyle dolduruluyor. Üstünden ve içinden baskıyla donatılmış toplumlarda, karşı kefede ikiyüzlülük standartları da yükseliyor.

 Geçen yıl Foucault’nun ülkesi Fransa, sosyalist (!) iktidarın belki de tek olumlu adımı aracılığıyla, eşcinsellere evlilik ve çocuk edinme hakkını tanıyan devletler arasına, zorlu ve çekişmeli bir süreçten geçerek katıldı. 1789 Devrimi’yle, Aydınlanmayla haklı olarak böbürlenen Fransa’da, Foucault’nun ortalığı biribirine katan, “Biz İbneler” diye başlayan metnini yayımlandığında eşcinsellik “suç” kapsamına giriyordu. Bir başka sosyalist önder, Mitterand 1981’de iktidara geldikten sonra çözülebilmiştir o kördüğüm. Gene de, toplumun önemli bir kesiminin bu gelişmeyi tepeden inme bir dayatma olarak algıladığı unutulmamalıdır: Evet, iki ünlü kara mizah sanatçısı, Coluche ve Thierry Le Luron, televizyondan canlı olarak yayımlanan şen şakrak bir sahte düğün provası yapmışlardır o dönemde, ama Le Luron’un kendisi bile eşcinselliğini saklamış, ailesi de AIDS’ten öldüğünün öğrenilmesini istememiştir. Geçerken anımsatmak: Foucault’nun AIDS’ten öldüğü de uzun süre dillendirilememişti. Özgürlüğün simgesi, İnsan Hakları’nın beşiği sayılan bir ülkede bile tabuların çözülmesi savaşım ve kararlılık gerektiriyordu demek, sanırım en doğrusu.

Saule



Rüdiger Safranski: Nietzsche'ye Sıkı Bir Giriş

             Bir Düşüncenin Yaşamöyküsü —
         Nietzsche'ye Sıkı Bir Giriş




Ne çok “meta-kitap”, üstmetin okuduk gençliğimizde! Bunu Üniversite’ye, kılavuz-öğretmen eksikliğine bağlıyorum bugün. Spinoza’yı ya da Bergson’u Deleuze’e sığınarak anlamaya; Hegel’i Hyppolite’in içinden görmeye; Presokratikleri Beaufret’nin düşürdüğü ışığı izleyerek keşfetmeye çalışırdık. Nietzsche yorumları kafamızı karıştırırdı: En yakın acaba hangisiydi? Bir noktada tövbe edenlerdenim ben: Anlayabileceğim kadarını kendim anlama çabası veririm diyerek ana metinlerle başbaşa kalmaya karar verdiğimde 30’umu bulmuştum.
   
Gene de, her vakit tutmamıştır tövbe! İyi ki de öyle olmamıştır ayrıca: Bazı yorumlar tadına doyulmaz türdendir, hani düşünürün dönüp okuyacak olanağı olsa, “vay canına” diyebileceğini getirir akla.


   Son, Rüdiger Safranski’nin Nietzsche, Bir Düşüncenin Yaşam öyküsü'nü okudum bu çerçevede; hızıyla, Schopenhauer üzerine kurduğu ilk kitabını da edinmeye karar verdim.

"I am a bird now." Christian Schoeler (1976 - 2015)



WB: Describe yourself in five words


CS: I am a bird now.


Christian Schoeler (1976 - 2015)

What is most deep is the skin. (Paul Valery)

Christian Schoeler (1976 - 2015)


Christian Schoeler (1976 - 2015)


Painting Boys / Christian Schoele


SCHOELER: I've tried to paint girls, but it immediately looks like kitsch. I'm not saying male painting can't be kitsch, but it's definitely less mainstream. In that sense, it's harder to paint women.

FETTING: No, it's just different.

SCHOELER: Yeah, it's less sexy.




Homosexual Body / Christian Schoele


“I think there is something like a gay perspective. The homosexual body is particularly sensualized and carries different connotations than the heterosexual body. Also, I’m quite positive that my view on the male body is different from heterosexual perspectives - after all it’s queer, isn’t it?” 

Christian Schoeler



Christian Schoeler (Selfportrait)


Atın Boynuna Sarılmak

   Gustav Herling’in Geceleri Tutulmuş Günlük’ünü türün benim okuduğum en koyu örneklerinden biri olarak gördüğümü ve ne yazık ki özgün dilinden değil de kırpılmış bir çevirisinden tanımak durumunda kaldığımı daha önce yazdığımı anımsıyorum. Ona da, benzeri hizaya yerleştirdiğim günce örneklerine de ikidebir dönmemin gerekçesi yazı ayarları kaygısına dayanıyor; irtifa kaybını bir ölçüde önleme yolunun has metinlerle çarpışma alışkanlığını sürdürmekten geçtiğine inanıyorum.

    Napoli’de, 10 Kasım 1978 günü defterine yazdığı, Nietzsche’nin son günlerine ilişkin bölümü yeniden okuduğumda, daha önce dikkatimi çelmemiş canalıcı bir ayrıntı oyaladı beni. Son paragraflarda, yeni okuduğu bir kitaptan yazdıklarının kıvılcımının çaktığını belirtiyor Herüng: Yalnızca İtalyancasının izine rastlayabildiğim, Analecto Verrecchia’nın Nietzsche’nin Torino Felâketi, sözkonusu kitap. Bu bölümde, elinde hiçbir kanıt olmaksızın, aklın öteki yakasına geçmezden az önce, düşünürün Suç ve Cezayı yeniden okuduğunu söylediğini itiraf ediyor.

    “Oyaladı” dedim, şöyle: Uzun bir geceyi, yaklaşık dört saat, Colli-Montinari edisyonu “Bütün Eserleri”nin, Nietzsche’nin son dönem metinlerini içeren cildini arşınlayarak, bir de pür dikkat Dostoyevski'nin romanının ilk bölümünün beşinci perdesini okuyarak geçirdim. Arada, Son Mektupları ve Colli'nin iki kitabını da taradığımı eklemeliyim.

 Nietzsche’nin Dostoyevski okumalarına ilişkin bir dolu eleştirel basım notuna rastlıyoruz. Onu nereye koyduğunu, kendi sözleriyle açığa vuruyor Putların Günbatımı'nda: Stendhal’den de yükseğe, “bana bir şey öğreten tek psikolog.” Ecinniler'den etkilendiği, Dostoyevski nin “budala” figürüne köprü attığı sır değil. “Suçlu bağlamında da dönüyor Petersburgluya.

    Suç ve Ceza’da, Raskolnikov'un düşüne giren çocukluk anısını yazarın kaleme alış biçimi, şüphesiz o yaşantı kesitinin yakıcı özellikleriyle de, bir sara nöbeti uğultusunu taşır. Sahibinin sonsuz bir gaddarlıkla öldürdüğü atın boynuna sarılan çocuğun sahneyi ömür boyu taşımış olmasında, gördüklerinin onun bünyesini yoğurumunda şaşırtıcı bir yan bulamayız.

    Epi topu bir yakıştırma sayıyor ya Herling, sahnenin 3 Ocak 1889 günü Torino sokaklarında yinelenmiş olmasını, her durumda gerçeksi görünüyor bana gerçekleştirdiği buluşturma.

    Oradan, Belâ Tarr’ın filmine, Torino Atı'na bir adım.




 Dostoyevski karakterlerinin cinnet eşiklerinin, aklın sınırından taşma eğilimi gösterdikleri sahnelerin hem eleştirel aygıt hem ruhçözüm yakasından didiklendiğini biliyoruz. Yaşam öyküsel veriler, yazarın da bir dönem, özellikle Rusya’dan firari geçirdiği yıllarda devrilmeye enikonu yaklaştığını gösteriyor. Raskolnikov'un çocukluğuna yamadığı yaşantı kesiti kurmaca bir düş müydü, yoksa belleğine mıhlanmış bir kara anı mıydı, öğrenemeyeceğiz.

    Aklın öteki yakasına gidip orada demir atmak, sözgelimi Nietzsche’nin son onbir yılında indiği koyu kuyu karanlık içinde günlerini tamamlamak başka, gidip dönmek, yarıyarıya da olsa geri gelmek bambaşka: Dino Campana bütünüyle sönmüştür. Artaud ya da Oscar Palazzi yakıcı metinler çıkarabilmişlerdir her şeye karşın, bir de yazdıklarında gelgitin payını tam kestıremediğimiz tahteravalli konumlar var: Femando Pessoa kırılgan ruhsal bünyesiyle her döneminde baş etmeye çalışmış, birkaç kez akıl hastalıkları kliniğine  yatırılmayı dilemişti. Huzursuzluğun Kitabı'nı nereye kadar bir üst ya da yan kimliğin kayıtları olarak görebiliriz? öte yandan, özellikle siyasal ve düşünsel savruluşlarının önemli bir gerekçesini geçirdiği sarsıntılara bağlamak büsbütün yanlış olmaz sanırım.

 Herkesin, hepimizin sokağa fırlamak ve orada sahibinin kamçıladığı bir atın boynuna sarılarak öteye geçme isteği duymak yazısı.

Yeni Noktalama İşaretleri


E.B 

"Marxçı değilim"

     Toplumcu bir yazar olmamak ne demek? Bir kişinin yazı yazması ve bunu yayımlaması toplum içine atılmış bir adımdır zaten. Bu atılımdan doğan ilişki olumsuz bir kılık alıyorsa bunun nedenlerini daha geniş bir düzlemde taramak gerekir. Belki görülen birşey ama belirteyim gene de: Marxçı Değilim. Yirminci yüzyılda düşünce gelişimlerini izleyen, uğraşını bu çerçevede kurmuş bir kişi ne kadar marxçı olamayabilirse, doğal olarak. Afşar Timuçin son kitabında "Yirminci yüzyılda marxçı olmamak olanaksızdır" diyor, yaklaşık olarak. Doğru bir yaklaşım bu. Uğraşını düşünce evriminin içinde kuran kişi, zamandışılaşmaz ya da, başka bir deyişle kendisini başka tarihsel dönemlerin içinde soyutlaşma yoluna sokmazsa üretim-tüketim ilişkilerini, hemen her düzeyde beliren sınıf çatışmasını ve çağdaş insanın başlıca dış sorunları arasında saydığım erk-baskı denklemini yaşayacaktır zorunlu olarak. "Marxçı değilim" diyen kişi, "Marx’a göre oluşunu” bugünkü koşullarda yadsıyamaz. Neyi imlemek istiyorum "marxçı değilim" derken? Şunu: İnsan’ın koşulunu, çağlar ötesi ve çağdaş durumunu olduğunca "gelecek durumunu" bir çoğulluğun bünyesinde görmekten yana olduğumu -ya da, başka türlü göremediğimi. Daha açılabilirse: İnsan’ın gerçeği tekboyutlu değildir. Dünya üzerinde oluş niteliği tek bir yoldan devinime geçerek çözümlenemez. Sartre, "Marxçılık çağımızın aşılamaz felsefesidir" diyordu. Yersiz bir konumlama bence. Sorun marxçılığın aşılır aşılmaz olduğunu saptamak, herhangi bir felsefenin neye göre üstün oluşunu belirlemek olmamalı. Bir kentsoylunun yıpranmış bakış açısını dışlaştırışıdır bu. Doğrudan doğruya Sartre’ı göz önüne alıyor değilim bu yargıyla. Belirli bir inakçılık düzeyini aşmış bir kişidir Sartre. Ama varoluşçuluk ile marxçılık arasındaki ilişkiyi sonuna dek savunarak ayakta duran kişi neden Husserl’ı, Freud’u, Nietzsche’yi dışarıda bırakma eğilimini gösteriyor anlamıyorum. Bugün insanın genel koşulunun irdelenmesi yolunda Heidegger’i, Wittgeinstein’ı, Foucault’yu, Lacan’ı safdışı bırakmak isteyen anlayış ancak inakçı, gerici olmakla tanımlanabilir. Marx'ı bağlamaz bu ama şunun altının çizilmesinden yanayım: Günümüz marxçılarının, maocularının pek çoğunda kentsoylu aktöresinin değişkenlerini görmek olasılı. Marxçı bir aktörenin varolduğuna inanmıyorum ben. Bu önemsenmesi gereken bir durumdur. Marxçı felsefe aktörel açıdan olsun, yöntemsel açıdan olsun sarsalanmak, yeni boyutlar almak zorundadır. Yoksa uygulanıma geçildiğinde beliren gedikler kapanamayacaktır. Freud’u, ya da ruhbilimsel gerçeği rafa kaldırmak, "Parti" dendiğinde yerine göre anneden ya da babadan sözedildiğini ve bu bağlanmanın bitişik açmazları öne getireceğini unutmak demektir en azından.

 Nietzsche’yi rafa kaldırmak (bırakalım artık Nietzsche konusunda yaratılan gerçekdışı efsaneleri) demek, erek olarak alman sınıfsız insanın, "yeni insan"ın niteliklerini, boyutlarını, oluşma yollarını, kendi kendini aşma evrelerini umursamamak demektir. Yeni insanın, geleceğin insanının aktörel değerleri nasıl kurulacaktır. Kentsoylu aktöresi yıkılarak kuşkusuz. Nietzsche yalnızca bir değerler yıkıcısı olarak değil, bir temel atıcı olarak da yer tutmuştur. Husserl'i, Frege’yi küçümsemek marxçılığı yöntemsel tıkanıklık ile karşıkarşıya bırakmak olacaktır. Marx’ı okumamak ise -pek çok marxçının "Das Kapital'i, "Gründrisse" yi okumadıklarını deneyimlerimden biliyorum- kılgısal alanda oluşan kırılmaların nedenini kavrayamamak, "işçi sınıfı iktidarı" adı altında yeni bir yönetici sınıfın, üstelik yaz-çizci, oluştuğu gerçeği karşısında körleşmek, bunun sonucu olarak ta negativiste bir tavır almak gibi acı sonuçlara götürecektir. Bugün marxçı kuramın içinde yer aldığı en büyük sakınca,"communistologue"lar (terim Foucault’nundur) tarafından kutsallaştırılması, dokunulmaz kılınması ve giderek belli bir erk birikimine ulaşarak baskı altında tutan bir inak, kurumlaşan felsefe haline dönüştürülmesidir. Marxçı felsefenin aynı zamanda praxis felsefesi olduğu üzerinde duruluyor. Bu, belki de bir yeniden okuma, yeniden konumlama evresinin başlangıç imidir. Axelos'un, Derrida’nın, Lefebvre’in çalışmalarını bu yolda olumlu adımlar olarak görüyorum ben.
    
 ***

     Yazarın bağlanması ile kişinin bağlanmasını bir tutmuyorum. Bir yazar olarak apaçık bir siyasal bağımlılığım yok. Derinden derine geliştirmeye çalıştığım karşı-kentsoylu bir aktöreden sözedebilirim. Ne ölçüde bütünlenebilir bu ve hangi yollardan, şimdiden bir-şey söylemek çok güç. Genel bir görünüme ulaşabilir mi ileride, onu da kestiremiyorum. Zaman gösterecek bize, bunları. Yazı yaşamımda ana gövdeyi oluşturan şiirsel çalışmalarım bir yana koyulursa; görsel sanatların işleyişi konusunda, yazınsal üretimin nitelikleri konusunda ayrı ayrı çalışmalarım da var. Bunların toplumdışı ürünler olduğu, somut bir düşünceye dayanarak söylenemez kolay kolay. Ece Ayhan, yıllar önce, okurun kentsoylu olduğunu, bunlarla bir alışverişe girmeye niyetli olmadığını söylemişti. Aynı tutumu bir ayrımla, benimsiyorum: Benim alışverişim kentsoylu okurla. Bu okur, beni kabul etmiyor: Zorlanmaktan, arınmaktan yana değil çünkü. Çürük, yıkılmaya yüz tutmuş bir dizgenin ürünü o - sayrı kişi. Tepetaklak edilmek zorunda. Benimkisi alt tarafı bir girişim. Uzlaşmak niyetinde değilim kimseyle. Marx dünyayı dönüştürmek işti-yordu. Rimbaud ise, yaşamı değiştirmek. Bu iki ayırtının arasında bir yol arıyorum. Her an yolu yitirebileceğımi biliyorum. Ama dünyanın aleyhime döndüğünü kolay kabullenecek değilim: Başarırsam yapmak istediklerimi, dünyada olma nedenimi doğrulayabilirim belki de. Bu da az değil, bir birey için. Uzlaşma söz konusu olamaz, yazdıklarım bağlamında. Bizi aşan inançlara bel bağlayarak oluşturulan yazı yaşamını uzun boylu sürdüremez. Edebiyat kurumunun içinden geçmek zorundayız elbette -ama ödünler dağıtarak, ivedi hareket edip onun ardına düşerek yazar olunmaz. Kimliğini, üretiminin içinde bulgulayan, sergileyen kişidir yazar -toplumun kendisini tüketmesi için değil, ondan kalkarak yeniden üretime geçebilmesi için dışlaşır. Şöyle de düşünmeye alışmalıyız: Toplumun da yazara karşı yükümlülükler taşıması, sorumluluğunu üstlenmesi gerektir. Toplumu, halkı her yanılgıdan yalıtamayız herhalde. "Toplumcu” yazar olmaya şu açıdan da bakılabilir: Yazarın geniş halk kitlelerini temsil edebilecek bir durumu yok Türkiye’de. Bunu en çok okunan yazarımız Aziz Nesin bile söylemişti Yürüyüş’te. Önemli olan belki halkın çoğunluğunu okur-yazar kılma yolunda savaşım vermektir. Ama Aziz Nesin’in çok okunması halkın doğru yolda bilinçlendiğinin bir kanıtı değildir: Böyle olsa trenlerde okunan üç kitaptan ikisi Nesin’in olmazdı. Geçtiğimiz yıl, iş adamlarımızdan S.Beyazıt, kendisine yöneltilen bir soruya "en beğendiğim Türk yazarları Yaşar Kemal ve Nâzım Hikmet’tir" diye karşılık veriyordu. Bir başka iş adamımız da Bekir Yıldız ile Ahmed Arif'i beğenebilir. "Devrimci" yazarlarımız bunun çıkış kaynağını aramalılar. Belki bu yoldan bir partiyi neden bir gazetenin, o gazeteyi neden finans-kapitalin ve yahudi iş adamlarının desteklediğini kavrayabilirler. O zaman belki endişe duymaksızın sözkonusu gazetenin yayınlarında "terzilerin Marx okurken ellerine iğne batadursun" kitaplarını bastırtabilirler. Bu, kurnaz bir çarktır. Kentsoylunun kendisine mal etmek istediği değerler ve neden bu yolu seçtiği bellidir. Kentsoylu okur Ece Ayhan’ın kapkara şiirini sevmez, anasını bellediği için. "Minibüs şarkıları"nı da. Kentsoylu okur Bilge Karasu’yu gömmek ister, eşcinselliği öne vurduğu, aktöresini zedelediği için. Aynı okur Orhan Duru’yu sessizliğin kuyusuna düşürmek ister, gülerken bir yerini acıttığı için. Sartre’ın dediği gibi "marxçı eleştirinin görevi bu ilişkilerin imlemini çözmektir". Okurun da işlevi bu yolda dönüştürülmelidir. Türkiye’de eleştiri Lukacs-Fischer dolaylarında debelenmeyi sürdürdükçe ve okur yavanlığa, düztabanlığa çağında bulundukça bu aşamanın yapılması ertelenecektir. Benim, kendi yapıma, siyasal tutumu ne olursa olsun hiçbir tutucu anlayış ile söyleşiye girme niyetim yok. Çünkü, Türkiye kentsoylusunun, büyük olsun küçük olsun, hangi yazarlara neden sahip çıktığını, çıkabildiğini, onları hangi ölçütlerle, ne yolda özümsediğini ve özümsettiğini görebildiğimi düşünüyorum. Ne yapılabilir böylesine çetrefil bir kurum görünümü kazanan edebiyatın önünde? Sınırlara yakın durmak, kıyıda, çevrel bölgede kalmak en iyisi değişimi hazırlayıp beklerken. Zaten kurum da ortalarda tutacak değil ya sizi, olanca gücü ile itecek dışa doğru, yaban, sürgün olmanızı sağlayacak. Daha acısı sonra geliyor kaldı ki: Bekiniyor, direniyor musunuz, size de tırnak içinde bir değer veriyor kurum, böylelikle de onun dışında bir yer olamayacağını kanıtlıyor sanki.
   

Edouard Leve / Otobiyografi


"Belki de bu kitabı artık konuşmak zorunda kalmamak için yazıyorum..."

Edouard Leve / İntihar


"Yaşamımın en güzel günü belki de geçti."

Pornographie / Edouard Leve





Bilge Karasu

Bir Bilge Vardı


Bilge Karasu'yu 1971'de ikinci kitabının çıktığı günlerde tanıdım. İlk hikaye kitabı Troya'da Ölüm Vardı yayımlanmış, aynı yıl Lawrence'tan çevirdiği Ölen Adam ile TDK ödülünü kazanmıştı. İkinci hikaye kitabı ona Sait Faik Ödülünü getirdi: Tanışmamız bir rastlantı değildi: Yazdıklarını okuduğumda nutkum tutulmuştu: Büyük bir dil ustası, yaralı bir dünyayı çığlık atmadan ülküsel ifadesine oturtan özel bir yazarla karşıkarşıyaydım. Gidip buldum onu: Benim için birkaç üniversite birden oldu.

    O tarihlerde, Karasu’yu önemseyenlerin sayısı bir azınlığı bile güç bela oluşturuyor gibiydi. Hatta yazdıklarına tepki verenlerin baskıcı kimliği onu öylesine yalnızlığa itmişti ki neredeyse edebiyattan eline ayağını çekmenin eşiğine dayanmıştı. 1960 kuşağının Ankaralı yazarları bir ölçüde bu yalnızlık koşulunu kırmıştır, ama asıl ilgi benim kuşağımla gelişip somutlaşmıştır. Giderek bir “okul” oldu Karasu: Günümüzün pek çok şairinin, yazarının, düşünürünün Tunus Caddesi’ndeki mütevazı evden “el aldığını” hâlâ pek az insan biliyor bugün.

    Karasu’ya insanları çeken de, onlara itici gelen de aynı durumdur aslmda: Hem dil ve üslup düzeyinde, hem yapı ve anlatım teknikleri düzeyinde titizliği son raddeye taşıyan, edebiyatın başka türlü olamayacağını, oluşamayacağını savunan bir yazar kimliği çıkar karşımıza. Basmakalıp, alışılagelmiş anlatım yollarıyla sınırlı bir okur türü için içinden çıkılamayan değil, içine girilemeyen bir labirenti andırır Karasu’nun yapıtı. Ne var ki yapıtını teknik zenginlikle sınırlamak büsbütün yanlış olur: Dünyası, tematik örgüsü, insan hayatının en çetrefil düğümlerini sabırla çözme uğraşı verişi yanyana getirildiğinde, “biçimci” yaftasıyla yıllar yılı indirgenmek istenen bir ana özelliğin vazgeçilmez bir “biçimsel” gerekirliğe dönüştüğü hemen anlaşılacaktır.

   İlk hikâye kitabı olan Troya’da Ölüm Vardı, özellikle de bu kitabın büyükçe bir bölümünü kaplayan uzun anlatı, işlediği kesit açısından öncülük taşır: İnsan ilişkilerinin etik ve estetik karmaşasına yöneltilmiş o kavrayıcı bakış genç kuşak yazarlarını derinden etkilemiştir. İkinci kitap, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, bana kalırsa, Türk hikâyeciliğinin doruk örneğidir; gelgelelim, bugün bile öneminin keşfi tamamlanmış sayılamaz. Edebiyatımızda, Kemal Tahir’den Orhan Pamuk’a uzanan bir çizgide tarihin fona alındığı epey örnek ortaya çıkmıştır, ama Uzun Sürmüş'ûn ulaştığı altın denge bence biriciktir. Şüphe yok ki o kitabı bu yanıyla çerçevelemek en hafifinden insafsızlık olur. Zamanında Mehmet H. Doğan’ın ilk dikkat çektiği içeriğinin Türkiye’de 1970’lerde yaşanan olayları Öncelemesi bir yanda; dostluk kavramına yüklediği kavurucu boyutlar bir başka yanda, kitaba her dönemde farklı açılımlar getiren bir özellik yüklemişti.

    Bu iki yapıtı izleyen Göçmüş Kediler Bahçesi (masallar) ve Kısmet Büfesi'ni (metinler) bir bakıma iç-içe yazmıştır Karasu. Anlatı sanatının aynı anda en klasik ve en avantgarde ölçütlerini kurcalarken, insani optiğinin uçlarına uzanmıştır: Aşk, dostluk, ölüm, korku, yalan temel izleklerinden birkaçıdır, öte yandan masallar ve metinler, Karasu’nun görsel sanatlarla ve musikiyle olan birebir ilişkisinin sonuçlarını da okurlara getirebilmiştir.
   
 Karasu, düpedüz bir buzdağıdır, ilk romanı Gece'ye geçen yıl yayımlanan Kılavuz onun roman bağlamındaki çalışmasının topu topu iki ışığıdır, Yıllardır üzerinde çalıştığı ve oylumunu, debisini durmadan geliştirdiğini bildiğim, birkaç ciltten oluşacak anlatısı “Lağımlaranası” günışığına çıkmadan, Karasu’nun romanesk güzergâhını izlemek kolay olmayacaktır.

    Yakından tanıyanlar bilir Bilge Karasu, kurduğu dünyayı bütünlüğüne kavuşturmak için sabırla, piyasa beklentileri nedeniyle acele etmeden, sancılar içinde yol alan ender yazarlardan biridir. Pegasus ödülü’nün sağlayacağı yerel ve uluslararası ilgiyi küçümsüyor değilim, ama Bilge Karasu'nun çok iyi bildiği, tiryakilerine de öğrendiği, aslında bütün iyi okur yazarların bilincinde olduğu bir şeyi anımsatmam belki abes kaçacak: Aslolan edebiyatın iç utkusudur.

    Edebiyatın dış utkusu, yalnızca Bilge Karasu'ya bir uçtan ötekine hakkını vererek okuyacakların sayısının artmasıyla sağlanır. Yoksa Bilge Karasu, nicedir, zaten "orada" duruyor

E.B. 

Erteleyiş


Öbür gün, evet, en erken öbür gün
Yarını, öbür günü düşünmeye ayıracağım.
o zaman çözümlenecek her şey, ama bugün değil…

Hayır, bugün değil, yapamam bugün.
Şu benim inatçı öznel nesnelliğim,
geçek yaşamımın bölünmeli uykusu
şu tutulduğum ve bitmek bilmeyen yorgunluk
tüm dünyanın yorgunluğu bir tramvaya binmek için…



İşte öyle bir ruh…
En erken öbür gün…

Bugün salt hazırlanacağım.
yarın öbür günü düşünebilmek için
hazırlayacağım bugün kendimi…


Sonucu bu belirleyecek.
Şimdiden tasarladığım bir şeyler var ama kalsın;
bugün tasarı da yok
O işe yarını ayırdım.
yarın oturacağım masanın başına
dünyayı yenmek üzere.
Ama ancak öbür gün yeneceğim dünyayı…
ağlamak geçiyor içimden
çok ve apansız ağlamak istiyorum
göstermeden içimden.
Hayır, fazla sormayın, bir sır bu
söyleyemem.


*
Fernando Pessoa
(1888-1935)

Geleceğin Savaşı (1930, Aleksandr Rodçenko)


                      
Aleksandr Rodçenko’nun “Geleceğin Savaşı” başlıklı kolaj çalışması, bugün bakıldığında, Sanat’ın öngörü gizilgücü adına ürpertici bir tanıklık getiriyor: 11 Eylül’ü 1930’un Rusya’sından ancak bu kadar net görmek mümkün olabilirdi.
   
Fütüristler savaşa marazi bir ilgi duymuşlardı. İtalyan fütüristlerinin, özellikle de Marinetti’nin ağzı köpüklü tutkusu, ne yazık ki savaşa övgü dolu önemli yapıtlar getirmişti. Rus fütüristleri, daha mesafeli: Birinci Savaş’ın yılgısını unutmamışlar, İkinci’nin ilkinden çok daha ağır sahneler kuracağını sezmiş olabilirler, ama Rodçenko ötelere bakmayı yeğlemiş: Dünün gözü, içgözü bugüne dikildiğinde, insanın herşeyi çoktan hazırladığını, bizlerin bize hazır edilmiş bir zamanı yaşama çaresizliğine mahkûm edildiğimizi gösteriyor topu topu.

   Şimdi Yarına nasıl bakarkörüz?


*

E.B.

Ayvalık