JEAN-PAUL SARTRE, KRİPTOMETAFİZİKÇİ ROMANCI
Michel TOURNIER
Yirmi yaşlarındaydık ve kafalarımız fokur fokur kaynıyordu.
Her gün, ateşli bir istekten kaynaklanan ve bu nedenle de bağışlanabilecek bir
yetkiyle dünyayı yeniden kuruyorduk. Çünkü yetki, ancak sakin ve donuk olduğu
zaman gerçekten nefret edilesi bir şey olur. Ya üstün yetenekli olmalıydık ya da yok olmalıydık. Tam da o sıralarda kendimizi ifade etme
fırsatı verilmiş bize. Son günlerini yaşamakta olan aylık bir dergi son
sayısında bize yer vermişti. Bu onun son ve en güzel yapıtı olacaktı. Hemen işe
koyuldum ve bu çok özel sayının ayakta kalan parçasını oluşturacak upuzun bir
makale yazdım. Bir makale? Aslında varlıkbilimi, bilgibilimi ve bilgi kuramı,
ahlâk, mantık ve estetiğiyle neredeyse eksiksiz bir dünya dizgesiydi bu. Tabii
ki belirti sınırları aşamayacağımızdan, tüm bu bilgiler kısaltılıp özetlenerek
verilmişti. Bugün bu yazıya bir sistem, yoğun bir sistem maketi denilebilir.
Otuz yıl sonra hiç de küçümsemiyorum bu yayını. Daha sonra
yeniden düşüncelerimi açıklamak için bir yirmi yıl beklemiş olmam (1965’de
başladığım Cuma ya da Pasifik Arafı ancak 1965'de yayımlanmıştı) birkaç
sayfada her şeyi birden söylemiş olmamdan değil midir? Benim bu yoğun sistemim
(yayımlanmış metnini de, ilk nüshasını da tamamen gözden ırak tuttuğumu
sandığım) belki de bugün hâlâ küçük öykülerime gizli bir kaynak oluşturuyor.
Ama, biz şimdi uzak özgürlük dönemine dönelim yeniden.
Adımın ve düşüncelerimin yayımladığını görmemin sarhoşluğu, Gazette des
Lettres'in bir makalesinde “sistemimin” özeti, yorumu ve değerlendirilmesinin
çıkmasıyla daha da artmıştı. Bu eleştiriye imza atan kişinin (hem minnet
duygusundan, hem de isminin gizli kalmasını istediğimden, ona Socrate
diyeceğim) bir uzman felsefe öğretmeni ve Sorbonne'daki uzman öğretmenlik
sözlü giriş sınavlarında görevli jüri üyelerinden biri olduğunu öğrendim.
Uçuyordum sanki. Victor Cousin sokağında, oturumun
tamamlandığı Rene Descartes salonuna giderken durup dururken gülüyordum.
Gösterişli masanın arkasında uyuklayan saygın beylerin arasından Socrat’ı
gösterdiler bana. Yetkisiz, küçük memurların arasında parıldayan bir melek gibi
göründü gözüme. Bu adam benim yayınlarımı okumuş, düşüncelerimi, kim olduğumu
bilen biriydi. Bir an önce ona koşabilmek için çıkışta sabırsızlıkla bekledim
onu: “Michel Tournier benim!'. Pek etkilenmemişti sanki.
-Hadi gidip bir şeyler içelim dedi.
- Bana, benden, kendinden ve başkalarından
etti.
-Tabii ki siz Sartre’dan etkilenmişsiniz, dedi ardından.
- Tabii ki.
- Kafanız
onunla dolu.
- Öyle mi
düşünüyorsunuz?
- Hem de
fazlasıyla. Ve de ondan kolay kolay kurtulacak gibi de görünmüyorsunuz. Yirmi
yaşlarında esin kaynağınız olan yazarların etkisi ömür boyu sürer. Tıpkı
kadınlar gibi. Eğer bir kadına çok genç yaşta alışmışsanız, çoğu zaman ondan
kolay kolay kurtulamazsınız. Hatta bu kadın eskiden bir hayat kadını olmuş olsa
bile. Sonunda evlenirsiniz onunla. Ne dediğimi iyi biliyorum çünkü bu benim
başıma geldi!
Böylece Socrate’ın eşinin bir zamanlar “o kadınlardan"
olduğunu öğrendim. Sartre'a gelince, o benim için yeryüzünün en önemli insanı
olarak kalmıştır hep. Onunla hiç konuşmadım. Onu bir kez bir konferansında
gördüm. Bazen sağlığının iyi olmadığı söylentileri kulağıma çalınıyor. O
zaman, onun ölümcül olduğunu düşünüyorum. Ve de o öldüğü zaman benden de bir
şeyler gömeceklerini.
Bu nedenledir ki, benden onun hakkında birkaç satırlık bir
yazı istenmesi aslında oldukça sinsi bir tuzak sayılır benim için. Çünkü bir
kere, hiçbir yazar bana onun kadar yakın, onun kadar tanıdık gelmemiştir.
Savaştan sonraki basımlarının hiç kapağını bile açmadığım (ilk basımı 1939'da
yapılan) Duvar'ı bugün yeniden okudum. Her satırını tanıdım. Ama, gene aynı
nedenden ötürü, bu denli açık ve bu denli genişçe ifade edilmiş bir düşünceye
küçücük bir yorum ekleme gereğini bile duymuyorum ve durum böyle olunca da yeni
bir yazarı keşfetmenin şaşkınlığından doğan şokun ve bunun eleştiriye
sağlayacağı katkıların bile hiçbir önemi kalmıyor.
Bununla birlikte, bu yeniden okuma sırasında, otuz yıl önce
göremediğim ya da önemini bilemediğim bazı ayrıntılar çıktı karşıma.
Örneğin, Bulantı'nın
başında yer alan, L.R. Celine’den alıntı tanımlık: Toplumsal hiçbir
değeri olmayan bir kimse bu, sadece bir birey. Bir çeyrek yüzyıl sonra
yayımlanacak olan Sözcüklerin (les Mots) son satırlarının, şaşırtıcı bir
biçimde, haberciliğini yapmaktadır:
“Kendi, öz seçimim beni hiç kimseden daha üstün konuma getirmiyordu:
donanımsız, malzemesiz, benliğini bütünüyle koruyabilmek için kendimi büsbütün
yapıtıma vermiştim. Eğer olanaksız kurtuluşu tavan arasına kaldıracak olursam,
geriye ne kalır? Başlı başına bir insan, tüm diğer insanlardan oluşmuş ve tek
başına değeri hepsinin değerine eşit, ve de herhangi bir insan değerinde”.
Sartre ile Celine'in yakınlığı su götürmez bir gerçek ve
Bulantı'nın (1938) doğrudan Gecenin Sonuna Yolculuk (1932) ve Taksitle
Ölürm'den (Mort â Credit, 1936) esinlendiği belli. Aynı hırçınlık, her tarafta
çirkinlik, aptallık, aşağılıktan başka bir şey görememe de aynı yanlı tutum.
Birbirlerinden olabildiğince uzak, XX. yüzyılın en büyük iki Fransız roman
yazarı -Marcel Proust ve Louis Ferdinand Celine- yaşama duydukları tiksinti,
varoluşa duydukları nefrete gelince aynı noktada buluşuyorlar. Bu anlamda
Proust’un astımı -genelleşen bir alerji- ve Celine'in Yahudisevmezliği iki ayrı
görünüm altında bir evrensel reddedişi somutlaştırmaktan başka bir şey değildi.
İşte bu noktada, şüphesiz, yazarın kendi kişiliğinin devreye girip girmemesi
sorunu söz konusu olabilir. “Madame Bovary, benim". Gustavo Flaubert'in
bunu doğrulayan ünlü sözü romanın tüm estetiğini özetliyor. Her yazar özünü,
kendi özel yaşamından alır, bunu okuyucusuna ya, neredeyse, ham haliyle
(Montaigne, Rousseau, Gide) ya da tanınmaz hale getirecek bir arıtma işleminden
geçirdikten sonra verir (Tıpkı Flaubert’de olduğu gibi, ancak Ermiş Antonius
ve Şeytan (Tentatıon), Salambo, Madama Bovary ve Duygusal Eğitim (Education
Sentimentale'de bunun derecesi farklıdır), Şunu da belirtmek gerekir ki belli
dozda mutsuzluk, uyumsuzluk, marjinallik, hatta gizil suçluluk böyle durumlarda
neredeyse zorunlu bir koz oluyor. Proust, hasta, Yahudi ve eşcinsel biri olarak
kargaşadan nasibini almıştı. Oysa ki, Celine’in davranışında bir çeşit
düzmecilikten söz edilebilir. 1914 savaşı kahramanı, tıp doktoru, daha ilk
kitabıyla telif haklarına boğulmuş, Danimarka’da bir bankada altın kasası
bulunan biri olarak, sefilleri, aç susuzları oynaması dürüstlükten ödün vermeden olamazdı.
Ancak, o yüzde yüz bir edebiyatçı ve roman yazarıydı. Bir fizikçi, bir tarihçi,
hatta bir ressam yapıtlarıyla yaşamı arasına su sızdırmaz bir set çekebilir.
Ama bir şair, bir romancı yapamaz bunu. Bu kişiler paralanırlar, yüzlerini,
aşklarını, vergi belgelerini ortaya dökerler. Bu nedenle de bazı sapmalar, bazı
gülünçlükler kaçınılmaz olur. Sartre'da kendi kişiliğini devreye sokma sorunu
oldukça farklı boyutlarda kendini gösterir. Onun tüm öğretmen, filozof yanı bu
yazınsal gülünçlüklere düşmez ve Sartre'ın da düşmesini engeller. Çünkü yazar
Sartre, romancı Sartre, tiyatro yazan Sartre'ın hep bir ayağı üniversitede,
salt filozofların yanında olmuştur. Bu onu hem yüceltir hem de küçültür, onu
kimi güçlüklerden kurtardığı gibi, başına yenilerini de açar. Çünkü Sartre’ın,
örneğin Celine'den daha küçük bir yazar olduğu gün gibi ortadadır. Celine'in
Fransızca'nın sözdizimini yıkıp-yeniden kurmasıyla at başı beraber giden kara
lirizmi, yazın alanında, tıpkı Mallarme'nin paha biçilmez soneleri ve Proust'un
dolambaçlı ve büyüleyici cümleleri gibi, çarpıcı bir yaratı oluşturur. Buna
benzer hiçbir şey yoktur Sartre'da. O, kitaplardan kendisine ulaştığı şekliyle
Stendhal, de Balzac, de Maupassant'ın dilini, olduğu gibi almış ve ondan
kendisine hiç sorun yaratmayan, kullanımı kolay ve ulaşmak istediği amaca göre
uyarlanmış bir araç gibi yararlanmıştır. Bu anlamda, yazının bir tek etkililik
kuralına boyun eğmesi gerektiğini düşünen Zola'ya yakındır.
Oysa, eğer romancı Sartre'da, Celine'in sahip olduğu
yaratıcı güç yoksa, bu onun başka ellerden gelmesinden kaynaklanır, bir yazın
göçmenidir o. Sarayda doğmamıştır, yazın ülkesine metafizik bölgelerden gelmiş
ve kaçak yolla da olsa çıkınında, yazınsal yapıtlarına katmayı düşündüğü,
Aristote, Spinoza ve Hegel'i de getirmiştir. Bu, onun özünden bir şeyler
götürüyor ama, özgünlüğüne yeni bir boyut da kazandırıyor. Felsefî birikimini
yazınsal ereklerin emrine sunmak gibi zor bir bahse girmiştir o, ancak Voltaire
usulü felsefi masallar değil de, Zola'nınkiler gibi insancıl ve toplumsal
romanlar, Brecht gibi siyasal ve tarihsel tiyatro yapıtları yazmak için. Onunki
yerine getirilmeyecek bir iddia idi, ama zaten, her yaratılan şey daha
girmeden kaybedilen bir bahistir, çünkü, ancak gerçekliğini ortaya koyduktan
sonra olabilirliğini yaratabilir.
Proust ya da Celine’den daha küçük bir yazar olduğu gibi,
yapıtlarıyla da onlar kadar derin bir uzlaşma içinde değildir. Sartre’da
oldukça dokunaklı bir marjinal olma özlemi (siyasal yeğlemelerine dek) vardır.
Ama yasal bir evlilikten doğmuş, Ari ırkından, bir Fransız, heteroseksüel,
uzmanlık sınavını kazanarak Devlet memuru olmuş, solcu olunması gereken bir
dönemde solcu, parlak bir ünle dokunulmazlığa ulaşmış (de Gaulle onun hakkında şunları
söylemiştir: Voltaıre durdurulamaz.) ve dahası Stokholm Kraliyet Akademi-sinin
seçimini kabul etmeyip Nobel ödülünü geri çevirerek ününe ün katmış bir insan,
başka nasıl olabilir ki?