The Many Faces of Fernando Pessoa / Aldous Eveleigh


Bacon / John Berger

Figüratif bir ressam olan Bacon, Fragonard'ın şeytanca becerisine sahipti. (Bu benzetmeden hoşlanırdı sanırım; her ikisi de fiziksel duyarlığı resmetmekte yetkin ustalardı - biri hazzı, öteki ıstırabı.) Bacon’ın şeytanlığı anlaşılabileceği gibi en az iki kuşak ressamın merakını çekti, ateşli tartışmalara yol açtı. Elli yıl boyunca Bacon'ın işlerini eleştirmemin nedeni onun hem kendisini, hem de başkalarını sarsmak ve şaşırtmak için resim yaptığına kani olmamdı. Bu türden bir güdünün zamana yenik düşeceğine inanıyordum. Geçen hafta Rue de Grenelle'de bir ileri bir geri yürüye yürüye resimlere bakarken daha önce kavrayamamış olduğum bir şeyi fark ettim ve çok uzun bir zamandan beri işlerini sorguladığım bir sanatçıya karşı aniden minnettarlık duydum.

Bacon'm 1930'ların sonundan 1992'deki ölümüne değin algıladığı acımasız bir dünya idi. Defalarca huzursuz, yokluk içinde olan ya da can çekişen insan bedenlerini ya da beden parçalarını resmetti. Bu resimler kimi zaman ıstırabın dış nedenlerden kaynaklandığı hissini uyandırsa da, daha çok içerden, iç organlardan dünyevi olma talihsizliğinden doğduğu izlenimi verir. Bacon etrafında gizemli bir atmosfer yaratmak için bilerek kendi adıyla da oynadı ve bunda başarılı oldu. Adaşı, on altıncı yüzyıl deneyci İngiliz filozofun soyundan geldiğini iddia etti ve insan etini jambon (bacon) dilimlerini andırır şekilde resmetti.

Lâkin onun dünyasını bugüne kadar resmedilenlerden daha acımasız kılan sadece bunlar değil. Avrupa sanatı suikastler, idamlar ve bir amaç uğruna canını esirgemeyen kahramanlarla dolu. Yirminci yüzyılın (evet, yirminci) ilk sanatçısı Goya'nın eserlerinde ressamın kişisel öfkesini hissederiz. Bacon'ı farklı kılan, imgeleminde tanıkların da, kederin de yer almayışıdır. Resmini yaptığı hiç kimse, gene onun fırçasından çıkmış başka birinin başına gelenleri umursamaz. Böylesine ayan beyan bir aldırmazlık, sakatlamanın her türünden daha zalimcedir.

Buna figürlerini yerleştirdiği mekânın donukluğunu da eklemek gerekir. Bu donukluk, içine ne konursa konsun soğukluğunu muhafaza eden bir derin dondurucu gibidir. Bacon'ın sahnesinde, Artaud'dan farklı olarak ritüele pek yer yoktur, zira figürlerinin çevresinde onların hareketlerine uygun bir ortam bulunmaz. Meydana gelen her felaket pek de önemi olmayan bir kaza gibi sunulur.

Bacon hayattayken, bu türden bir tasavvur başka yerlerde olan bitenin asla umursanmadığı, aşırı dar kafalı bohem bir çevrenin dayattığı melodramlardan besleniyordu. Buna rağmen... buna rağmen, Bacon'ın canlandırdığı ve defetmeye çalıştığı merhametsiz dünya, geleceğin habercisi oldu. Öyle ki, bir sanatçının kişisel dramı, bütün bir uygarlığın yarım yüzyıl içinde yaşadığı bunalımı yansıtmakta. Ama nasıl? Esrarengiz bir şekilde.

Dünya zaten ezelden beri merhametsiz değil miydi? Günümüzün merhametsizliği belki de daha müzmin, kapsayıcı ve sürekli. Ne gezegenin kendisini, ne de üzerinde yaşayan herhangi bir canlıyı esirgiyor. Soyut, zira yegâne mantığı (derin dondurucu kadar soğuk) kâr peşinde koşmaya dayanıyor; aynı zamanda tüm öteki inanç türlerini modası geçmiş telakki ediyor, hayatın acımasızlığına karşı geliştirilmiş onurlu ve kimi zaman ümit ışıltısı gösteren direniş geleneklerini tehdit ediyor.


Ungatz



Gerçek bir nesnedir. Kim olduğumuz ve ne yaptığımız gerçeğidir. Ve bununla yüzleşip kabul etmelisin. Çünkü evrenin gerçeği hala bekliyor. Yani... Hepsi kaybolup gidecek. Sen, sen, sen, sen, ben, bu sigara, her şey... karanlıkta kaybolacak, geçersiz olacak. Ve kimse sorumlu değil.
Sadece başbaşa kalacağınız bir... ungatz. (Hiçlik)... Ungatz.(Hiçlik)...

Hiçlik. Hiçlik. Bu...hepsi bundan ibaret. Peki biz bununla ne yapacağız?

Gülümseyeceksiniz.

Harry Dean Stanton (Lucky)

Lucky



MAYIS

kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/05/ Çalıkuşu Sokak

Merhaba!


Blog'da bu ay Resim'e, özellikle Francis Bacon'a geniş bir başlık açtım: böylelikle Bacon'ın resmi aracılığıyla Darwin'e, Freud'a, Nietzsche, Bataille ve Sade'a doğrudan bir bakış atıyoruz:

kaotikbenlik.blogspot.com.tr/search/ Francis Bacon (+21)



Bacon'ın resminin fotoğrafla ilişkisi üzerine (stüdyosunda 1500'ün üzerinde fotoğraf bulunmuş) Deleuze'ın bir yazısı ve kendi söyledikleri yer alıyor; Muybridge'ın insan hareketini tanımlayan fotoğrafları Bacon resminin en önemli ilham kaynağı:


Portre resimlerindeyse Bacon bir modelle çalışıyor, aynaya ya da fotoğraflara bakıyor: 


 Bacon gibi başka pek çok ressam da fotoğrafı model olarak kullanıyor: 




Francis Giacobetti, Bacon'la son söyleşileri gerçekleştiren ve fotoğraflarını çeken kişilerden biri: bu söyleşinin ve fotoğraf çalışmasının ingilizcesini daha önce paylaşmıştım: 


Söyleşi İzlekler dergisinin bir sayısında Türkçe'ye çevrilmiş:


Susan Sontag'ın Bacon üzerine kısaltılmış bir yazısı Adam Sanat'ın sayfaları arasındaydı:

 (sayı 131 / 1996)


Bacon'ın kişisel kitaplığında yer alan yedi yüz küsür kitabın dökümünde birkaç yazar hemen gözüme çarpıyor: Bataille, Baudelaire, Barthes, Berger, Conrad, Lorca, Nietzsche..  




İlk kez gördüğüm erken tarihli bir resmi, Figure in the Sea (1957), Bacon'a esin kaynağı olması düşük bir ihtimal olsa da görür görmez aklıma Blanchot'nun Karanlık Thomas kitabının ilk sayfalarını getirdi.  Daha önce Karanlık Thomas'nın bu ilk sayfalarını filmsel bir dile nasıl dökebilirim diye kafa yormuştum:


Picasso, Bacon'ı en çok etkileyen ve resme başlama nedeni olarak gördüğü ressam. Crufixion serilerinin ilham kaynağı, 1929'da bir sergide görüp etkilendiği birkaç Picasso resmi, ona ilk çığlıkları attırıyor. Picasso'nun bu resimlerine ve desen çalışmalarına Bacon'un Crufixion'ları aracılığıyla bakmak benim için de şaşırtıcı oldu: 




Bacon ve Giacometti, yaşama ve sanata bakışları, stüdyosu ve çalışma biçimleri, ün ve başarıya olan ilgisizlikleri ile birbirlerine çok benzeyen iki isim. İlk kez 1960'ların başında Paris'te karşılaşırlar: 


Giacometti, bu ay yeniden üzerine eğildiğim bir başka isim. Bağlantılarda John Berger, Genet ve James Lord'un yazılarıyla atölyesinde çalışırken çekilmiş birkaç videosu yer alıyor. Genet'nin deyimiyle Giacometti, ya da körlere çalışan heykeltraş:




Giacometti, bir sanat kitabının üstüne, Van Gogh'un bir otoportresinin yer aldığı sayfanın tam karşısına bir kopyasını çizmiş: 



 Yaşamının son günlerinde çalışma bütün büyük sanatçılar gibi Van Gogh için de bir tür tapınmaya dönüşmüş, ondan kalan 840 tablonun yarısına yakınını yaşamının son iki yılında yapıyor. Kargalar çığlık çığlığa:



İnsanın kendi kitapları, İnsanın kendi manzaraları, diyordu Nietzsche: 

manzaraya karşı Walt Whitman'ın romanı Jack Engle'ı okuyorum, seninle ilgili neler geçiyor aklımdan Walt Whitman,


şiirlerini kırlarda çırılçıplak dolaşarak ve bağıra bağıra söylemek istiyorum:

geçmek (ah yaşamak, hep yaşamak!)
 geride bırakmak cesetleri...



Ağır ağır yürüyor, rüzgarın, denizin ve kuşların sesine kulak veriyorum:


 Doğa iyi geliyor, deniz hemen yamacımda. Midilli adasına bakan ıssız bir kıyıya ulaşıyor, Son Mülteci'ye rastlıyorum: 





Whitman'a ait olduğu düşünülen 36 saniyelik bir ses kaydında Whitman America şiirini okuyor, Octavio Paz'ın Whitman yazısı ve Whitman'ın yitik Amerika düşü:



 Sen aradığım erkeksin diyor Whitman, ya da aradığım kadın (sanki bir düş görüyorum): Billy Duckett, Whitman'ın bir oğlanı: Ressam ve fotoğrafçı Thomas Eakins onu model olarak kullanıyor ve çıplak fotoğraflarını çekiyor:


 ya bu çıplak Eakins serisindeki yaşlı adam? o da Whitman:


SAÇMA VE SANAT



Camus'nun Estetik konusundaki ilk görüşüne Sisyphe Efsanesinde rastlıyoruz. Bu denemede sanat, saçmanın içeriğine sokulur ve sanatçı «kişilerin en saçması» olarak tanımlanır. Saçmacı görüşün başlıca niteliklerinden birinin, dünyayı akıl açısından tanımlamanın boşluğunu kabul etmek olduğunu görmüştük. Saçma insan aşımdan koparılmış, dolaysız yaşantı dünyasına bağlanmıştır. Camus’ye göre sanatçının üzerinde çalışması gereken dünya bu özellik dünyasıdır. Sanatının malzeme kaynağı burasıdır. Böylece sanatçının görüşü ve eylemi, ana biçimlerinde, saçma olayına yönelir. Sanatçının, saçmalığın bir örneği olma bakımından Don Juan’dan hiç farkı yoktur. Bir yandan da Camus sanatı saçmadan bir kaçış olarak romantikleştirmek istemez. Sanatı, daha çok saçma insanın karşılaştığı tanıtların kendine göre bilinçli ya da bilinçsiz olarak kabulü sayar. Sanat yapıtı aşım özlemi ile aşım olanaksızlığının çatıştığı bir yerdedir: «aşma, saçma tutkuların ileri atıldığı ve akıl yürütmenin durduğu noktada başlar» (Sisyphe Efsanesi) Sanat, Camus’ye göre saçmanın imgesel olarak onaylanmasıdır.




Saçma onaylaması, bu şekilde yaşandıktan sonra, ister istemez birtakım vazgeçme yollarına sapar. Akıl, dünyada mantıksal bir kalıp bulamayacağını öğrenmiş, gerçekliğe bu yolla yaklaşmaktan vazgeçmiş ve imgesel değişimin olanaklarını bulmuştur. Sanat yapıtı saçmanın tanınması ile zorunlulaşan bir kaçış eylemidir. Camus, sanat yapıtının, aklın içinde bulunduğu dünyadan yeterli bir anlam çıkaramaması sonucu olduğunu söyler. Sanat yapıtı, biraz sonra göreceğimiz gibi, yaşantının imge alanında yeniden yaratılmasına varma tutkusu ve bunun yalnızca bir örneğini çıkartmaktan daha ileriye gitme çabasıdır.

Melankoli Nesneleri









fotoğraflar: yalnızinsan


*
 bak:


İNTİHAR


Ben, nihilizmimin en karanlık derinliklerinde bile yalnızca nihilizmi aşmanın yollarını aradım.


Kendimde en temelli olan şeyin ne olduğunu aradığım zaman bunun bir mutluluk tatmak isteği olduğunu gördüm. Benim yazılarımın kökünde yok edilemeyen bir güneş ışığı vardır.


Eğer hayata karşı işlenmiş bir günah varsa o da öteki dünyadaki umuda bu dünyadaki umutsuzluktan daha çok bağlanmaktır; bu durum insanı bulunduğu yerin ve şimdinin zorunlu güzelliklerinden alıkoyar. 


Ben bu rüzgarım, bu rüzgarın altında duran bu sütunlarım ve kemerim. Bu ısı veren döşeme taşlarıyım ve yıkılmış kenti çevreleyen solgun dağlarım. 


Ölüm karşısında duyduğum tiksinti yaşam kıskançlığından geliyor.


"Saçma ona razı olmadığımız ölçüde anlamlıdır."

Camus başkaldırmaya başlangıçtan karar vermiştir, onun için intiharı yadsıyacaktır. Camus'nun intiharı yadsıması, onun hayat özlemi, saçma ile bir dereceye kadar yapılmış bir uzlaşmadır. 

Hayatın saçmalığına varmak bir son değil, sadece bir başlangıç olabilir.


 İntihar olsa olsa genel bir geçerlikten uzak özel bir cevaptır! İntihar saçmayı yok etmek için başvurulan bir yol olsa bile bir çürütme yolu hiçbir zaman olamaz. Camus, Düğünler'de önce çekinerek ortaya attığı yaşamın anlamı olmadığı yargısı ile yaşamaya değmediği kararı arasında bir ayrılık gözetilmesi gerektiğini düşünür. Varlıkta bir anlam aramaya çalışan eylemin karşısında hayatın sadece saçma olabileceğini söylemenin — Camus’nün mantık anlamında -— elbette bir gücü vardır. İntihar saçmaya boyun eğmektir, saçmanın onaylanmasıdır, ama bu davranış başlangıçta saçmayı doğuran şaşırmış durumdaki dayanma ve karşı koyma gücü ile uzlaşamaz. Bu demektir ki intihar saçma ile bir çatışma olabilir, ama saçmanın çözümü olamaz. Sonra intihar saçmayı ortadan kaldırmak şöyle dursun onu uygular ve yoğunlaştırır. Ölüm önce de gördüğümüz gibi saçmanın yönlerinden biridir. İntihar ise isteyerek atılan bir adım ve ölümün önceden görülmesidir. Oysa saçmanın insanda yarattığı başkaldırma kısmen ölüm olayına karşı bir başkaldırmadır. Bu çeşit bir başkaldırma insanı intihar yoluyla bile bile kendini ölüme atması şeklindeki başkaldırma ile uzlaşamaz. ölüme mahkûm -bir insanın doğal duygusu hayatı daha yoğun olarak yaşamak istemek olur. Ve bilinmeyen bir suç için metafizik olarak mahkûm edilmiş bir insanın kendi felâketini hazırlaması mantıksal değildir. Camus, intihar eden bir insanla ölüme mahkûm bir insanın durumları tastamam birbirinin tersidir, derken herhalde bunu söylemek istiyor.


*
John Cruıckshank
Albert Camus ve
Baskaldırma Edebiyatı

Dalış



Bilinmezliklere dalmak isterim!
Eziyor beni, boğuyor beni bütün bu rahatlıklar!
Yanıp tutuşuyorum, açlık duyuyorum yeniliklere!
Yeni dostlar, yeni yüzler,
Yeni yerler!
Ah uzaklarda olmak isterdim,
Burada istediğim herşey var
— yeni şeylerin dışında.
Ve sen,
Aşk, çok, herşeyden çok istenen sen!
İğreniyorum bütün duvarlardan, sokaklardan, taşlardan, 
Nefret ediyorum çamurlardan, sis ve puslardan,
Bu dolaşımdan
Su gibi dökünmek isterdim seni.
Ah, ama buradan uzaklarda!
Otlar ve tarlalar ve tepeler,
Ve güneş.
Ah, hele güneş, hele güneş,
Buralardan uzaklarda, yabancılar arasında.

Ezra Pound

Absürd Ölüm




Ocak 1960 Pazartesi, ikiyi çeyrek geçe, Villeblevin yakınlarında, bisikletli bir köylüyü bir Facel-Vega solladı. Daha sonra adamın da açıklayacağı gibi baş döndürücü bir hızla geçip gitmişti araba. Köylü birkaç yüz metre sonra korkunç bir patlama duydu: arka tekerleklerden birinin lastiği patlamıştı. Arabanın sağa, sola kaydığını, bir çınar ağacına çarptığını, ardından da bir İkincisine çarparak iki parçaya ayrılmış bir vaziyette durduğunu gördü. Tarlada üç kişi yatıyordu: iki baygın kadın ve kendinden geçmiş bir adam: arabanın sürücüsü, dört gün sonra ölecek olan Michel Gallimard.



Mektup (Rene Char'dan Albert Camus'ya)


Rene Char'dan Albert Camus'ya

Paris
23 Ağustos 1952


Sevgili Albert, 

Birkaç günlüğüne gittiğim Eure'den dönüşte aldım mektubunuzu. Orada, Paris'in gözümüzde canlandırdığı ve bize arkadaşlarımızdan yalnızca kırıntılar veren o sahte parıltılardan. arkadaşlarımıza beceriksiz yüreğimizin hafifletemediği ya da en azından daha katlanılalabilir kılamadığı “bir ağırlık" kazandıran parıltılardan uzakta sizi düşündüm... İnsan ininin yalnızlığına çekilip pek yardımcı olamadığı can dostlarını düşününce kendinden öyle hoşnutsuz oluyor ki - “dinsel anlam'da söylemiyorum bunu, gizli meyve bahçesinin ellerimize, gözlerimize bölüştürülmüş ve canına yandığım atalarımızın tek değerli kalıtı olan kaynaklarıyla zaman zaman.




Size sesiz bir mektup yazmak isterdim, hani Nietzsche'nin sözünü ettiği Parmenides levhası gibi, bir tek onun gibiler uygun olanla doludur. Olmasın bir gıdım dil... Sanırım, Albert, birkaç yıldır birlikte enikonu ilerledik... Tabanlarımız bir sürü gereksiz sözcüğü ezdi geçti. Bakın şöyle bir. Duygularla havai fişekler attığımız da yok. En içten sevgilerimi yolluyorum size. Francine, çocuklar hep aklımda.

Görüşmek üzere

Rene Char


Son Mülteci



Lie with me now
Under lemon tree skies
Show me the shy, slow smile you keep hidden by warm brown eyes

Catch the sweet hover of lips just barely apart
And wonder at loves sweet ache
And the wild beat of my heart

Oh, rhapsody tearing me apart




And I dreamed I was saying goodbye to my child
She was taking a last look at the sea
Wading through dreams, up to our knees in warm ocean swells
While bathing belles, soft beneath
Hard bitten shells punch their iPhone
Erasing the numbers of radon done lovers
And search the horizon

And you'll find my child
Down by the shore
Digging around for a chain or a bone
Searching the sand for a relic washed up by the sea
The last refugee

Roger Waters



DEĞİŞEN SARTRE






İlk Sartre’ ya da ‘genç Sartre’ ama öncelikle Bulantı’nın ve Varlık ve Yokluk’un Sartre’ı. Gençliği sadece bir dönem olarak almamak ve çok ileri yaşlardaki yankılanmalarına kulak vermek koşulu ile. İlk, dolayısıyla genç Sartre, antihümanist, iyi insan söylencesine kapılmayan radikal ve karamsar Sartre, hâlâ Bergsonizmine ve Gidizmine takılı ama onlardan kopmaya çalışan Sartre. Nietzsche ve Celine’in hiç aklından gitmediği ama bunu kendine bile itiraf etmekten çekinen anarşist ve salt
 erkinlikçi Sartre. En kutsal vergisi olan kendine ihanet eden Sartre, öncesinin Sartre’ı; Eleştiri döneminin henüz lerici büyün bilinci olmamış Sartre -şu işe bakın ki o, ona yakıştırıldığı gibi totaliter bir entelektüel değildir, bunun tam zıddı olduğu görülmüştür: Totalitarizm karşıtı Sartre; bir özgürlük sergüzeşti; kötümserliğinden, antihümanistliğinden ötürü, bu antihümanistliğinin felsefi ve siyasi bütün sonuçları azıcık göz önüne alınsa, düşünmek, sorunsallaştırmak, zorbalığı; faşizm ve Stanlinizm de dahil her türlü zorbalığı yadsımak için en iyi donanmış entelektüellerden biri olurdu.


1940 yılı.

Bu, tam tamına Nazizim değil ne Fransa’nın bozguna uğraması ve toplu göç, ne Paris sokaklarındaki sarı yıldız, ne de riski, heyecanı ve pişmanlıklarıyla Direniş ama 1940’ta, Treves tepelerinde Stalag XII D.’de, daha yavan, özellikle de daha tuhaf bir biçimde geçen yedi aydır.

John Gerassi’ye içini dökerken söylediklerini dinleyelim: “Ecole Normale’den beri bir daha tatmadığım bir tür ortaklaşa yaşamı Stalag’ da yeniden buldum”; ‘kampta’ hoşlandığım ‘kitlenin bir parçası olma duygusu’ idi; ‘özetle’ orada ‘mutlu’ olduğumu söyleyebilirim.


Onu Sözcükler'de dinleyelim -daha Madam Mancy olmamış annesi ile yalnız, anonim, nemli, hararetli bir ‘kalabalık’ içinde kaybolup gitmenin tadını çıkarmayı öğrendiği semt sinema salonlarının ‘adil konforsuzlugu’ üzerine o hafifçe nostaljik ünlü sayfa: O “çıplaklık, o erkek olma tehlikesinin bulanık bilincini bir daha ancak ‘1940’ta, Stalag XII D.’de buldum."

Çok daha sonra, Victor ve Gavi ile söyleşilerinde, bu defa tutsaklığını değil ama savaşı anımsarken dinleyelim onu: “Tertemiz, güzel, küçük bir atom olduğuma inanıyordum, egemen güçler onu yakaladılar ve fikrini sormadan onu başkalarıyla birlikte cepheye gönderdiler”; savaş, sonra tutsaklık “benim için içinden çıktığıma inandığım, aslında hiç terk etmediğim kalabalığın içine sürekli dalma fırsatı” oldu; sınav “gözlerimi açtı.”

Onu, 1975’te, Autoportra.it â soixante-dix ans'da dinleyelim. Açıkça Stalag’dan değil, ama ‘seferberlikten, ‘savaş’tan, ‘Nancy Kışlasından, tanımadığı ama kendi gibi ‘döneleyip duran’ ve yazgısını paylaştığı binlerce ‘uşak’tan söz eder: Olay “gerçekten hayatımı ikiye böldü; orada bireycilikten ve savaş öncesinin saf bireyinden sosyale, sosyalizme geçtim”; bu ‘hayatımın gerçek dönüm noktası: Önce ve sonra; bu, ‘toplumsal ilişkinin metafiziksel olduğu Bulantı gibi önceki eserleri, ‘ağır ağır geldiğim’ Diyalektik Aklın Eleştirisi gibi sonraki eserlerden ayıran bir çizgidir.

Simone de Beauvoir’ı Anılar'ında dinleyelim: “Tutukluluk deneyimi onda derin izler bıraktı” ve “ona dayanışmayı öğretti”; kendini “horlanmış” hissetmek şöyle dursun, “ortak yaşama sevinçle katıldı”; pirelerden, tahtakurularından çekmek, eşyaları karıştırma, bitleri ayıklama seanslarında, kapıları sürgüsûz helalardan, angaryalardan, hayvan vagonlarından, kıçına yediği tekmelerden dolayı kendini aşağılanmış olarak hissetmek şöyle dursun, kendini “kitle içinde kaybolmuş, bir sürü numara içinde bir numara olarak” hissetmekten, “girişimlerine sıfırdan başlamayı başarmaktan büyük bir baz duydu”; “dostluklar kazandı”; “fikirlerini kabul ettirdi”; “Almanlara karşı yazdığı oyunu Bariona'yı Noel’de sahneye koymak ve -alkışlatmak için bütün kampı seferber etti”; “arkadaşlığın sağlamlığı ve sıcaklığı antihümanizmasımn çelişkilerini çözdü.”



Sartre Stalag’a bireyci olarak girmişti.


Onu terk ettiğimizde anarşist, dandi, Stendhalcı idi.


Kalabalık onun için Bouville ya da Havre tepelerinden, uzaktan bakmayı yeğlediği şekilsiz, hafifçe iğrenç bir kitle idi.



Kitle, hatta kitle düşüncesi ona ancak insanları köleleştiren ya da başkaldırma cesaretlerini kıran uğursuz bir makine biçiminde işlenmiş gibi gelirdi.



Yeni olan şu: Bu genç Nietzscheci, bu atılgan ve kuşkucu, bu çokluk yasasına düşman, bu küçümseyici, grupların, özellikle de mutlu olduklarını ileri süren grupların gerisindeki baskıcı ve onur kırıcı koca hayvanın kokusunu alan bu kökten bireyci Nietzscheciliğini bırakır ve dediği gibi ‘sosyalizm’i ve ‘dayanışma’yı keşfeder -olay şu ki (din değiştirmeden, ikiye bölünmüş bir yaşamdan, bir önceden, bir sonradan, vb. söz ettiği anlaşılır) bu düşkün, düşük kamp hayatından, hem bir topluma hem bir sürüye benzeyen bu yığın içine dalıştan, horlanma ve kötü muamele günlerinden topluluk değerleri diyebileceğimiz şeylere bağlanmış olarak çıkar.


Roquentin olarak giden Sartre Alaylı olarak bana dönüyordu, 
diyor 'Simone de Beauvoir’ın tanıklığı.