BAUDELAİRE'DEN POE

I

...Acımasız Kader’in azgınca, giderek daha azarak peşine düştüğü bahtsız usta; sonunda ezginden tek bir nakarat kalır geriye, sonunda umudunun kasvetli ezgileri şu melankolik nakaratı benimser: 

Asla!

Bir daha asla!

Edgar Poe, Kuzgun

Tunç tahtının üzerinde dünyayı umursamayan Mukadderat Acı safra emdirir sünger gibi onlara, Ve Zorunluluk kıvrandırır kıskacında.

Theophile Gautier, Karanlık


Şu son zamanlarda, mahkemelerimizin karşısına bir bahtsız çıkarıldı; alnı az rastlanır ve eşi benzeri olmayan bir dövmeyle süslüydü: Şanssız! Alnında, tıpkı bir kitabın adını taşıması gibi, hayatının damgasını taşıyordu, ve iri harflerle yazılmış bu tuhaf yazının gerçeğe zalimce uygunluğu sorgu tarafından kanıtlandı. Edebiyat tarihinde benzer alınyazıları, hakiki cehennem azapları vardır - esrarengiz harflerle yazılmış talihsizlik kelimesini alınlarının yılankavi kıvrımlarında taşıyan insanlar.


Onlar kefaretin kör meleğinin elindedir ve başkalarına örnek olsunlar diye bu melek onları var gücüyle kırbaçlar. Hayatlarının yetenek, erdem ve iyilik örneği olması boşunadır; toplum onları özel olarak aforoz etmiştir ve zulmünün neden olduğu zaafları nedeniyle onları suçlar. -Hoffmann’ın kaderi yatıştırmak için yapmadığı ne kalmıştı, Balzac feleği başından savmak için neler yapmadı ki?- Zarif ve meleksi yaradılıştaki insanları, arenalara atılan kurbanlar gibi, düşmanca ortamlara taammüden atan, mutsuzluğu beşikten itibaren hazırlayan şeytansı bir Tanrı mı var? Kendi yıkımlarının arasından ölüme ve zafere yürümeye mahkûm, sunakta kurban edilmeye adanmış kutsal ruhlar mı var? Karanlığın kâbusu bu seçkin ruhlara ilelebet musallat mı olacak? Boş yere çırpınıyorlar, Karanlığın öngörülerine, kurnazlıklarına karşı bu dünyada kendilerini boş yere yetiştiriyorlar; boş yere tedbirlerini artıracaklar, bütün delikleri tıkayacaklar, talihin mermilerine karşı pencereleri boş yere kıtıkla dolduracaklar; Şeytan kapının kilit deliğinden girer; bir delik, zırhlarının kusuru olur ve aşırı yetenek de çektikleri cehennem azabının tohumu. Kartal, kırmak için kafalarını, gökkubbenin yükseklerinden Açık alınlarına bırakacaktır kaplumbağayı Çünkü zorunludur ölmeleri... Yazgıları vücutlarının her zerresine yazılmıştır, bakışları ve tavırlarında uğursuz bir parıltıyla ışıldar, kanyuvarlarının her biriyle birlikte dolaşır damarlarında.

Çağımızın ünlü bir yazarı, şairin ne demokratik, ne aristokratik bir toplumda, ne bir cumhuriyette ne de mutlak ya da ılımlı bir monarşide kendisine yer bulabileceğini kanıtlamak için bir kitap yazdı. Ona kim kesin olarak karşı çıkabildi? Onun tezine dayanak olarak bugün yeni bir ermişin yaşamöyküsünü getiriyorum, kurbanlar listesine yeni bir aziz ekliyorum; şiir ve tutku zengini bu ünlü bahtsızlardan birinin hikâyesini, alçalmış ruhlar arasında dehanın zahmetli çıraklığını yapmak için başka birçok bahtsızın ardından bu dünyaya gelmiş birinin hikâyesini yazacağım.


Edgar Poe’nun hayatı içler acısı bir trajedi!. Ölümü, bayağılığı yüzünden korkunçluğu artmış, ürkütücü çözüm! Okuduğum bütün belgelerden, Amerika Birleşik Devletlerinin Poe gibi, daha hoş kokulu bir dünyada nefes almak için yaratılmış bir varlığın hummalı bir sıkıntıyla baştan başa dolaştığı geniş bir hapishane, gaz lambalarıyla aydınlatılmış büyük bir barbarlık olduğu ve onun şair ve hatta ayyaş olarak iç dünyasının, ruhsal yaşamının bu sevimsiz atmosferin etkisinden kaçmak için yaşam boyu süren bir çabadan başka bir şey olmadığı inancını edindim. Demokratik toplumlarda kamuoyunun merhametsiz diktatörlüğü! Ahlaki hayatın sayısız ve karmaşık durumlarına toplum yasalarının uygulanışında bu kamuoyundan ne merhamet, ne hoşgörü ne de herhangi bir esneklik dileyin. İnançsız sevgiden ve özgürlükten yeni bir despotluğun, yırtıcı duyarsızlığıyla Jagannatha’nın putuna benzeyen bir hayvanlar despotluğunun ya da zookrasinin doğduğu söylenebilir. Bir biyografi yazarı -çok iyi niyetlidir bu namuslu yazar- Poe’nun, dehasını düzene sokmak ve yaratıcı yeteneklerini Amerikan toprağına daha uygun bir biçimde uygulamak islemiş olsaydı, paralı bir yazar -a money making author- olabileceğini bize ciddi ciddi söyler; bir başkası -bu, katıksız bir edep düşmanıdır- Poe’nun dehası ne kadar hayranlık verici olursa olsun, keşke sadece yetenekli olsaydı, der; yetenekten es geçmek dehadan es geçmekten her zaman daha kolaydır. Gazete ve dergiler yönetmiş ve şairin arkadaşı olan bir başkası, Poe’yu çalıştırmanın zor olduğunu ve herkesin anladığının çok ötesinde bir üslupla yazdığı için ona diğer şairlerden daha az para vermek zorunda kalındığını itiraf eder. Joseph de Maistre’in deyişiyle, ambar kokuyor ortalık!

Klaus Schulze - Georg Trakl


Ne zamandır odamda çalıyor, Schulze'nin Trakl ismini verdiği elektronik parçası (X, 1978), (şimdilerde GYBE'nin yeni albümü Luciferian Towers'ı dinlemedeyim),

Trakl'ın Geceye Şarkı'sı eşliğinde paylaşıyorum:

Geceyarısının derinliğinde, sen ...


Georg Trakl (1887 - 1914)


    Birçok 3 Şubat doğumlu gibi sislerden çıkıyor Trakl; 1887, Koyu renklere, çamura, kana, dikenlere açıyor pencerelerini. Sevmeyi yasaklıyor kendine, kızkardeşini severek. Afyon tanrısına yakarıyor en gece gündüzlerinde bile: 

Yetinmiyor çünkü, karanlığın çekirdeğine inmekle. Ölümün köpüğünde duruyor gövdesi; patlamaya, yitmeye son kertede yakın.







 

 Ve evren bir tabut oluyor, diyor 1914 Temmuz'unda: Bu yolculuk bir düş.

    Bir taş cehennemde öldü yüzüm, diye yazıyor son şiirinde, bir ay sonra.







YAZMAMAK

YAZININ EN UCU

Yazmamak, yazamamak, yazmayı bırakmak: Üç durum. Aynı paydanın farklı payları. Edebiyat, Yazı/n tarihleri, doğal olarak, yazmayanları içermez: Onları yapmadıkları şey nedeniyle tanımayız. Yazmayı reddettiğini söyleyenlerle karşılaştığım olmuştur, bilemem, bilemezler: Yazabilecekken mi, bilinçli bir kararla, yazma edimine, uğraşma sırtlarını dönmüşlerdir? Kırılmaz bir paradoks bekler orada: Yazmadıkça yazmama kararı verilemez. Öyle ya: Yazabilirdim - nereden biliyorsunuz? Bu ‘hayalet ordusunun tek somut (ama çok güçlü) temsilcisi Sokrates: Konuşmayı seçen, yazmaya diklenen adam. Yazabileceğini Platon yazdığı için görüyoruz ya, benim gözümde paradoksu kırmaya yetiyor “söz”ü. (İzini süren Lacan’ın arkasında iki koca Yazılar cildi bıraktığını görmezden gelemeyiz).

   Yazamamak, yazmış olanların karşısına çıkan, içinde beliren, masalarında doğan ve büyüyen düğüm. Her yazı/n tarihi için bir son bölüm eklenebilir bu konuda: 25 yıl kalemi eline almayan Racine’den "Elveda"yla noktayı koyan Rimbaud’ya, şiir yazmayı bırakan Hofmannsthal’dan Denis Roche’a, kalemi arada bırakan Valery’den hepten bırakan Roger Laporte’a geniş bir aile. Gelgelelim, “kararlarla sınırlanamayacak bir durumun sularındayız: Yazamayışlarına yazarak direnmeye çalışanlar canalıcı bir kategori; Beckett’ten Vüsat O. Bener’e bir başka geniş aile.

   Kendi payıma, yazamamak ile yazmamak arasındaki bir bölgede gerçekleşen duruşları ayırıyorum - sözgelimi Valery yapıt vermeye ara vermiştir, yazmayı bırakmamıştır. Hofmannsthal ve Roche nesir yazmayı sürdürmüşlerdir. Rimbaud’nun son mektupları, genç yaşta ölmeseydi döneceğini düşündüren ifadeler taşır. Sonuç olarak, yazmayı hepten bırakan tek örnek, 1982’de noktayı koyan Roger Laporte’dur (1925-2001) - bilebildiğim kadarıyla tabiî.

  Yazmamak, Sokrates’te bir susma niyetine bağlı değildi: Onunkisi bir araç olarak yazıya güven duymamaktan kaynaklanan seçimdir: Ünlü Phaidrosunda altedilmesi pek güç gerekçelerini sıralar. Sözlerinin yazıya aktarılışı bir çelişki yaratmamıştır: Bütün diyaloglar Platon imzasıyla okura ulaşmıştır, orada Sokrates hâlâ bir “konuşan” kimliğiyle karşımızda duruyor.

 Yazamamak, az ya da çok kilitlenmek. Binbir türlüsüyle karşılaşıyoruz, geçmişe bakışımızı çevirdiğimizde. ‘Deşifre’ edilmesi, dolayısıyla yorumlanması kolay olmuyor herbir örneğin. Yazarken, yakın ve uzak çevremde ciddî tutukluk biçimlerine tanık oldum; gördüklerim kural aranamayacağını düşündürdü bana: Yazamamak, derin yazma sıkıntıları çekmek, her seferinde farklı sorunların işin içine karıştığı apayrı denklemler ortaya koyar - bütün yazı serüvenleri nasıl biricikse, bütün yazamama halleri öyle benzersizdir.

Karabasan / Fussli




"Karabasan"la  1973'de tanışmış, orta boy bir röprodüksiyonunu bulup çerçeveletmiştim. Yıllar yılı, Ankara'ya, Ankara’dan İstanbul’a, çalışma odalarımın duvarlarından bana baktıydı Daimon.    
                                                                                  
"Ama İblis, ama "uykularıma dadanan geçimsiz melek" "Yeni melek" ile "ikiz melek" arası, kılıktan kılığa girerek, uykuma ve uykusuzluğuma bekçi olan o Daimon'u, kaç kez aynadan bana gülümserken gördüğümü aktarmalı mıyım?"

Aslını görüp göremeyeceğimi sık sık kafamda kurmuş, Füssli'nin resmin iki ayrı versiyonunu yapmış olduğunu öğrendikten sonra ise o asılılardan hangisini (Detroit’teki 1782’dendir) "asıl" saymam gerekeceğini düşünerek, bunca yıldır yanıbaşımda duran röprodüksiyonun belki de ‘asıl’ olmaya yüz tutmuş olduğuna varmıştım.

    öyle ya - “Karabasan”a kim benim kadar bakmış olabilirdi? Müzenin bekçisi mi?

    Yoksa: Goethe mi?

Detroit'teki versiyon

     XVIII. yüzyıl Avrupa sanatının majör figürlerinden biri değildir Füssli. Resminin yazınsal tadı, plastik değerine göre çok daha fazla öne çıkmıştır. Bunda, Blake ve Goethe’yle kurduğu dostlukların payı olmuş mudur, bilemiyorum. Özellikle Shakespeare’in oyunlarını konu edinen yapıtlarına bakarak, onu Blake ile birlikte, çağının en özgün illüstratörü olarak konumlamak, hakbilir bir davranış olur sanıyorum.

     Ya Karabasan - onu nereye yerleştirebiliriz? Füssli üzerine yazılmış birkaç monografiye rastladım kaynakçalarda; onları okumuş, dahası görmüş değilim; görmek, okumak isteği de duymadım açıkçası. Gene de sorular takılıp kalmıştır aklımda, ola ki onları yanıtlayabilirdi bu monografiler:

     “Karabasan”ın Shakespeare ile doğrudan bir ilişkisi kurulabilir mi(y di)?

     Faust’u (1775) ne zaman okumuştu Füssli (1741-1825)?

     Londra da yaşadığı yıllarda, Blake ve ‘melek’leri üzerinde ne denli etkisi olmuştu?

     Bu (yanıtları belki de çoktan verilmiş) sorular beni uzun uzadıya kurcalamış olsaydı, büyük olasılıkla üzerine giderdim onların. Ama ne kaynaklarını öğrenmek için yanıp tutuştum Karabasan'ın, ne de sanat tarihinde tuttuğu yere ilişkin abartılı bir konumlama çabasına giriştim. Sonuç olarak o resimde beni böylesine çeken ana özellik kendisinden çok “aura”sına aitti.

    [Gene de, bir tür ‘kişisel sapma’dan söz etmeliyim bu noktada: Modernlerin nicedir yer’ine yerleştirip ondan uzaklaştıkları Romantizm, kara kanadı ile benim gözümde çekiciliğini korudu hep. Caspar David Friedrich’in resminden Schubert’in müziğine, Nerval’in şiirinden Novalis’in ansiklopedistliğine, akımın siyahlarıyla bir duyarlık akrabalığı taşıdığımı, bu duyarlığın aşılmış olduğunun genel kabul gördüğünü göre duya, söylemekten çekinmedim.]

    “Karabasan”ı seçerken, bütün bunlar yönlendirdi beni.


Okumak

"Aynı kitaba da, aynı sayfaya da dönmeyiz asla, çünkü, değişen ışığın altında biz de kitap da dönüşümden geçeriz ve anılarımız ışık alır, kararır, gene ışık alır ve hiçbir zaman kesin olarak öğrendiğimizi ve unuttuğumuzu, bizde kazılı kalanı bilemeyiz”. Alberto Manguel


1972 yılını kimi ana romanları okumaya ayırdıydım: "Şato", "Gecenin Sonuna Yolculuk", "Ses ve Öfke", Proust, Joyce, Yourcenar -her okuma tamamlandığında, Bilge Karasu'yla saatlar boyu oturur konuşurduk, hep söylemişimdir: Ben ondan yalnızca 'yazma sanatı' ile ilgili pek çok şey öğrenmedim, 'okuma sanatı' konusunda da kılavuzum olmuş olmasını büyük talihim sayarım. Onca anıdan biri, yeterince ipucu verecektir:
 
72 güzünde, kendi kendime Musil'in "Niteliksiz Adam"ını okumaya karar verdiğimde, Bilge zarif bir biçimde bunun 'erken' olduğunu imâ etti; anladım ve tepki verdim: "Ne yani", dedim, "benim Musil'i anlayamayacak bir durumda mı olduğumu düşünüyorsun?". Sabırlı üslûbuyla, "hayır" dedi, "öyle düşünmüyorum, demek istediğim şu: Bazı kitapların okunması için bazı yaşları beklemek bana şimdi daha doğru geliyor" - sonra ekledi: "Zamanında ben de zamansız işler yapmışımdır, hiç değilse sen yapma diye uyarıyorum".
 
Onu dinlemektense, kafamın dikine gitmeyi yeğledim. "Niteliksiz Adam"m ilk cildini ıkına sıkına 180. sayfasına gelebildim sonuçta. Bilge'ye gittim ve ona "haklıymışsın" diyeceğime, "Niteliksiz Adam"ın şişirilmiş, son derece durgun, cüssesini hak etmeyen bir yapıt olduğunu anlatmaya kalkıştım. "Dilerim" demişti, hiç unutmuyorum: "İleride bu konuya dönme olanağımız olur".

   Oldu. Tamıtamına on yıl sonra, 1982'de, L'Arc dergisinin Musil özel sayısında bir incelemeyi okumam gerekti; "hünsalık" konusuna eğilen bu çözümlemede romandan kimi parçalar alıntı olarak kullanılmıştı; gözlerime inanamadım: Dudak uçuklatıcı bir yaklaşım, sıkı bir anlatım, kor parçası kelimeler beni yeniden "Niteliksiz Adam"a götürdü. Romanı olağanüstü haz alarak okurken Bilge'ye uğramadan edemedim: "O zaman ne dediğini anlayacak hizada değilmişim, şimdi şunu görüyorum: 20 yaşımdayken kapısını aralayamadığım romanı 30 yaşımda keyifle okuyorum, ama onu adamakıllı anlayabilmem için sanırım bir de 50 yaşımda okumam gerekecek".

   Gözlüğünün altındaki ışık büyüdüydü.

Sonsuz Nişan: YAZI


     Kafka'nın Milena ve Felice’ye yazdığı mektuplar öylesine didiklenmiştir ki, Kundera’nın "Kafka'yı Kafkalogların elinden kurtarmak gerekiyor" düşüncesini tartmadan benimsememek için bir neden bulmak güçtür. Oysa insanoğlu yorumlar. Sanıyorum, karşı çıkılması doğal olan, yorumun tekelci yanıdır.

     "Kadınların mektup yoluyla bağlanabileceği doğru mudur?" sorusu Kafka’ya aittir. Milena’ya ve Felice'ye neden yazdığı üzerinde düşünülürken, şüphe yok ki, genç bir adamın nişanlılarına mektup yazmış olması değildir, kışkırtıcı olan: Ergin Günçe’nin ince humour’uyla bakarsak, "onun niyeti zaten mektup yazmak” mıdır yalnızca; Deleuze/ Guattari’yle birlikte söylersek, nişanlı olmayı hem birleşmemek, hem de ayrılmamak için ülküsel bir konum sayıp, oradan mektup yazarak “beslenmek" midir derdi gücü; yoksa, Blanchot’nun dediği gibi mesafenin güvencesini seçmek mi?

    Ulaşabildiğim bütün mektuplarını da, günlüğünü de bu gözle okudum Kafka’nın. Ayrıntılarda peşine takıldıkları ayırtılar ne denli farklı olursa olsun, yorumcular mektuplar çerçevesinde ortak bir eksende buluşturan anahtarı yazarın kendisi verir: Birlikte olmamakta, çünkü yazısının gerektirdiği dünyayı ve yaşama düzenini paylaşmayı göze alamamaktadır; bütün bütüne kopuşu kabullenemediği için ‘nişan’ın etrafında, mektupların yarattığı mesafeyi koruyarak yola devam etmek istemektedir.

             Bana öyle geliyor ki yazar ile mektup yazarını yan yana getirirken nirengi noktasından yola çıkıp bir kesişme arayarak en sağlam çözüme varabiliriz: Nişan ve Mesafe

II

Giocometti'nin Köpeği



Derin bir yalnızlık duygusu!..

 Sizi terkedip gitmeyen ve hep sizde kalan... Bir sokağın ortasında hızlı hızlı ilerlerken, insanların nefeslerinin bir vızıltı gibi suratınızı yalayıp geçtiği ve kendi yaralı yanlarına çekildikleri yalınlıkta... Ağır aksak bir tını gibi uzaklaşan bedenlerin ve tüm görüntüleri emen sihirli bir  aralıkta, bir köşebaşında boynunu bükmüş, sıska ve aylak bir köpek, ayak sesleriyle başınızı döven ve yalnızlığın paydasında bütünleştiğiniz Giacometti'nin köpeği... Her ne kadar başta, yoksullukla yalnızlığın göstergesi olması istenmişse de, bacak eğrisinin, belkemiği eğrisini karşıladığı düşünülürse, bu köpek  sanki uyumlu bir paraf gibi çizilmiş, ancak bu paraf en yüce yalnızlık övgüsü olmuş gene. Giacometti o köpeğin kendisi olduğunu söyler. Bir keresinde sokakta kendimi böyle gördüm der, köpek olarak!..

J.Genet

*

Çığlık Mektuplar

    Hölderlin’in mektupları arasında "delilik dönemlerinin örnekleri, bu dönem hayli uzun sürmüş olmasına karşın, pek az yer tutar. Oğlunu kaba, ona hayli hoyrat davranan bir marangozun yanına veren anneye yazılmış bu mektupların öncekilerden en önemli farkı, bitiriliş biçimleridir. Okurken insanın gözlerini yaşartacak ölçüde kırılgan, zayıf, ürkek bir üslup eleverir bu kekeme mektuplar. Hemen her mektubu “itaatkâr oğlunuz Fritz" “fazlasıyla itaatkâr oğlunuz" diye bitirir Hölderlin: Korkmakta, nedenini de bedelinin sınırlarını da artık anlayamadığı bir büyük suçundan dolayı sanki bağışlanmayı beklemektedir.           
                                
    Şüphesiz çok daha farklı bir konumdan Artaud’nun “Rodez Mektupları” da iniş anlarında buna benzer bir boyuneğme dışavurur. Yazın dünyasına ilk adımını Jaeques Riviere’e yazdığı birkaç çığlık-mektupla atan Artaud, gerçeküstücü hareketin ortasındayken kaleme aldığı “Papa’ya Mektup" gibi ünlü örneklerde ünlemin üst nota basamağına çıkıp oturmamış mıdır sözüyle? Rodez’den yazdıklarında üst ve alt noktalara doğru hızla inip çıkan bir sestir Artaud: Neredeyse yalvarır kimi zaman, özellikle de Ferdieres’e yazdığında; kimi zaman da, belki Van Goğh’u düşünerek, bütün sınırlarından taşıverir. Rodez sonrasında yazacağı en ağulu şiirsel metinler gene mektup biçiminde olacaktır.                 
    
Hölderlin, Van Gogh, Artaud: Aklın sınırlarını zaman zaman zorlamış, zaman zaman da tümden bu sisli dorukların mektupları, hançereden kopup gelen şaşılası bir tını barındırır. Ama en çarpıcı, çünkü en ayrıksı Örnek, 1888'in son aylarında Nietzsche’yle Strindberg arasında gerçekleşmiş yazışmadır. 3 Ocak 1889 günü, Nietzsche’nin çatlayışını izleyen dakikalarda Stockholm’e postaladığı “Dİonisos Sezar" imzalı kartpostalla sona eren bu kısa mektuplaşma serüveni bir çağın çöküşünün işaretidir bir yandan da.
     
 Bireylerini yataklarından taşmaya zorlayan Avrupa toplumları, insanların çığlıklarına uzun süre sağır kalamayacaktır: Nietzsche hastaneye kaldırıldığında "the right man in the right place" diyen zihniyetin temsilcilerini iki dünya savaşıyla tımarhaneye dönecek bir yaşlı kıta beklemektedir.

Paradoks gibi gelebilir: Pek az kişinin yüreğini dağlayan, kulaklarını tırmalayan bu çığlık-mektuplara büyük çoğunluğun sağır kalması, eleverilen gerçeğin çıplaklığında görülememesine yol açmakla kalmaz, tam da gecikildiği anda, içerdikleri gerçeğin bize çarpmasını da kaçınılmaz kılar.

Giocometti'nin Kedisi ve Köpeği



   "Diego'nun kedisini sabahları kalkmadan önce, yatak odasını kat ederek yatağıma doğru gelirken o kadar çok görmüştüm ki, kafamda aynen yer etmiş. Bana düşen bütün iş onu yapmaktan ibaretti. Fakat benzerlik iddiasına bile ancak kafa kalkışabilir, çünkü onu yatağıma doğru gelirken hep başından ve önden gördüm."






   "Bir yerde görmüş olduğum bir Çin köpeği uzunca bir zaman belleğimde kalmıştı. Bir gün Vanves Sokağı boyunca yağmurda, kafamı eğmiş, duvarların kenarından, belki biraz da hüzünlü yürüyordum, tam o sırada kendimi bir köpek gibi hissettim. Böylece o heykeli yaptım. Fakat kesinlikle bir benzerlik değildir. Sadece üzgün burun benzerlikten bir iz taşır. Zaten gerçek benzerlik sadece insanların kendileridir. Onlara bakmaktan asla yorulmam. Louvre'a gittiğim zaman, resimler veya heykeller yerine insanlara bakacak olursam, sanat eserlerine artık asla bakamam ve oradan ayrılmak zorunda kalırım."

Mektuba Ağıt


 Mektup hayatımızdan bütünüyle çekilip uzaklaştı sonunda. Arkasında, Kafka’nın deyimiyle (Ferit Edgü’nün kulakları çınlasın) "hayaletleri bırakarak." Telefon sakatlamıştı mektubu, cep telefonu ve mesajlar felce uğratmıştı, elektronik posta infaz işlemlerini tamamladı: İnsanlar kıpkısa ve yanyana özensiz bir dille, yalnızca haberleşiyorlar artık, mektup haberden çok havadis ağırlıklıydı oysa, hayatın derin tabakalarına iner ve sesini oradan çıkarırdı. Şimdi sessizlik zamanı.

    Mektuplaşma alışkanlığına ucundan yetişmiş son kuşağın bir üyesi olarak, hiç değilse gönül borcumu ödediğim, Gönderen'i yazdığım, Mazruf'u kotardığım için mutluyum. Sırada bekleyen, bir dizi Gönderilen toplamı var. Böylelikle bitmiş mi olacak mektup dünyasıyla ilişkim; hayır: Yıllardır, bana yazılmamış, gönderilmemiş mektupları okumayı sürdürüyorum. Geçen yıl, Beckett'ın üç ciltte toplanacağı duyurulan mektuplarının ilk cildi yayınlanınca, onları posta kutumda bulmuşçasına sevindim. Geçen ay, Herşeyin Sonundayım yayımlandı: Tezer Özlü-Ferit Edgü mektuplaşmalarını (Sel Yayınları) bir oturuşta baştan uca okudum, canım yandı - olsun, bizler kitap okurken bir tek ruhumuzun okşanmasını bekleyemeyiz, canımızı acıtan pek çok kitaptan insan olma koşulunun sınırlarına uzandığımızı herhalde unutmadık.

    Herşeyin Sonundayım, yarı çıplak mektuplardan oluşuyor. Yanlış anlaşılmasın, erotik gönderme sözkonusu değil burada: Olduğu gibi yazan iki dost, oldukları gibi görünmekten kaçınmamış iki insan, iki yazar iki uç arasında tahteravalli, biribirilerine açılmış, biribirilerinde dinmeyi karşısındakini dinleyerek denemişler: Yoğun, çetrefil, bazan da yalınkılıç seslenmeler. Açılmaktan hiç çekinmemiş Tezer Özlü'yle, aralanmaya bile genellikle yanaşmayan Ferit Edgü'nün, yapıtlarına da ışık kesitleri düşüren mektupları önemli belgeler.

         Öğrendiğim kadarıyla, Pessoanın Ophelia’ya Mektupları pek ilgi toplamamış. XX. yüzyılın en karmaşık aşk hikâyelerinden birine nasıl kayıtsız kalıyor has okur? Şimdi, Balzac'ın “Yabancı Kadına Mektupları” devreye girecekmiş, bu ilgisizliğe karşın: Yazarın Madam Hanska’ya mektuplarından bir seçki. Buysa, XIX. yüzyılın en karmaşık aşk hikâyelerinden biri. Yoksa, genç sevgililer de mi mektup yazmıyor bugün? Söylemesi ayıp biliyorum, ama biz ki yirmi yıldır evliyiz, eviçi yazışmalarımızdan vazgeçmedik hiç: Söze vurulamayanın yerini alır yazı. Ateşi çoktan sönmüş ocağın karşısında neden oturulur anlamam, onu canlı tutmaya odun gerek.

         “Nişanlı Mektuplaşmaları” üzerinde epey oyalanmıştım Gönderen’de: Kierkegaard’ın Regina’ya, Kafka’nın hem Felice’e hem Milena’ya, Pessoa’nın Ophelia’ya yazdıkları benzeş dramların yatağıdır. Şüphesiz, nişan bozmayanlar yok değildir. Anamın babamın nişanlılık dönemi yazışmalarını, burada vasiyet ediyorum, yarım yüzyıl, daha geçsin, henüz doğmamış torunum yayımlasın, o tomar korumam altındadır.

        Mektuplarını korumamış, genellikle boşluğa savurmuş toplumlardan bizimkisi. Onlar, oysa» sandığımız insanların sandığımız gibi olmadıklarının, görüldükleri kadar olmadıklarının kanıtları. Her mektup bir canlı organizmadır, yazılış tarihinden çok sonra bile bu özelliğini korur: Biyolojisi, psikolojisi, kronolojisi, gen haritası ile.
        
önümde Bir Yaşamın Mektupları duruyor: George Sand'ın 434 mektubunu içeren, 1250 sayfalık bir toplam. Sand, yirmi bini aşkın mektup yazmış 74 yıllık yaşamında, çoğu korunmuş, “Bütün Mektupları” 26 oylumlu ciltte yayımlanmış. Soluklu, etine buduna, özenli metinler, seçkiden seçip okuduklarım. Yazar, dost, kadın, âşık, ana: Hepsi birarada, içiçe. Flaubertle yazışmalarının tümünü okudum, her insana, yazara böylesine dürüst, cüretkâr, sıcak bir dost yeter de artar.

          George Sand, ömrünün ikinci yansını büyük şehirden uzakta, kır evinde geçirmişti. Flaubert, Rouen ayısı, o da birbaşına, Paris'e mesafeli yaşamıştı, bundandır mektupları çok önemlidir. Sand’ın Flaubert’le yazışmaları (tıpkı Musset’yle ve Hugo’yla çapraz mektupları gibi) bağımsız bir kitapta buluşturulmuştu. Canalıcı bir başka mektup seçkisi de, Flaubert’in “Bir Yazar Yaşamına Önsöz’ü -tek kelimeyle bir başyapıt.

    Bu örnekleri yalnızca mektup, iki kişi arasında kalması gerekecek Özel iletiler saymak yanlış değerlendirme olur: Bir yanlarıyla, yazarların günlükleri gibidirler, “ilerleyen yapıt”ın sancılarını, doğurduğu ikilemleri, heyecanları taşıyan iç soruşturma belgeleridir onlar.
    
“Mesafe” doğurmuştu mektubu; telefon, e-posta, sms mesafeyi yokedince öldü diyebiliriz. Mesafenin fiziği açısından diyelim ki kaçınılmaz sayılsın bu sonuç, metafiziği açısından doğrulanabilir mi varılan nokta? Onca haberin, haberleşme çılgınlığının gerisinde bir-başımıza, neredeyse ıssız, biribirimizden kopuk yaşamaya mahkûm kılınmışız. Kim kime iş havadislerini verecek bundan böyle? Kim kime, özel ulak, ses çıkartacak: Öfkesini, coşkusunu, bir taşkınlığını değilse ötekini yansıtacak?

KAFKA /YAZMAK


     Düzenli, kararlı bir deyiş Kafka’nınki. Deyişbilimcinin gözünde belki de soğuk, yaban dilde yazdığı için de Çevresi kalın bir çizgiyle kapatılmış, sınırlandırılmış bir söylev. Deyiş birimi gibi konu birimi de hayli ince bir aritmetige dayanıyor bu yazının: Hayvan dünyasını, giderek hayvanlaşmayı hedef aldığında bile “ölçülü” tutuyor sesini; Bachelard’ın da değindiği gibi, Lautreamont’daki yırtıcılığın yerini yumuşak, dingin bir başkalaşma kipi alıyor Kafka’da. Bu durulma eğilimi özellikle yaşamının sonralarına doğru belirginleşmeye başlıyor. 1921’de Klopstock’a yazdığı mektuptaki “Hayvan dünyasını tam zamanında tanımaya başladım” tümcesinin altında sadeliği, bilgeliği arama kaygısı, Doğu söylencelerine özgü yumuşak bir ermişlik edâsı seziliyor. Ya daha önce; 1912’den başlayarak herbir ucundan yırtılmağa koyulan sesin, usul usul çürümeye yüz tutan gırtlağın örttüğü gerçek kimlikte gizlenen nedir öyleyse?

     Yazışmalarının başlangıç evresinde, Felice Bauer, Kafka'dan “ölçülü ve sınırlı” olmasını diliyor, neyi vurguladığı açıklık taşımayan bir mektubuyla. Kafka’nın karşılığı sert olacaktır: “Yüreğim (öteki organlarıma göre) bütünüyle sağlıklı; ama bir insanın kötü yazının karaduygululuğuna olduğu gibi iyi yazının mutluluğuna dayanması da pek o kadar kolay değil. Yazmak olgu suyla ilişkimi değerlendirebilseydiniz, bana 'ölçü ve sınır’ öğütlemekten vazgeçerdiniz”: Bu yumuşak kabuklu yaranın bir kanama yeri var demek ki. “Yazı" denildi mi, sanki ürperiyor Kafka; Baba'nın en eski yasağına Oğul’un en eski başkaldırı yoluyla karşı durduğu yer bu: Baba, Oğul yazısını sürekliliği içinde denetleyen, Aile adına, Kurum adına yazıya Çin Seddi ören merci çünkü. Kafka, tek güçlü kalacağı yer’e büyük bir tutkuyla sarılırken, yaşamının düğümlenme noktası olarak belirliyor yazıyı: “İnsanın zayıflığı her şeye sınır koymaya pek düşkündür” diye sürdürüyor aynı mektubu: “Üzerinde ayakta durabildiğim tek noktaya bütün varım yoğumla bağlanmam gerekmez mi? Yazdıklarım bir hiç oluşturabilir, ama bu, kesinkes, ben bir hiç olduğum içindir”.

    Aynı kaygı kargısı F.B. Kafka’nın “yazmaya eğilim duyduğu” bir başka mektubunda dile getirdiğinde saplanıyor o kırılgan, “çıplak 55 kilo ağırlığındaki” gövdeye. Sarsılarak yanıtlıyor Kafka: “Eğilim değil, eğilim sözkonusu değil, yazmaktan başka neye yararım ben. Bir eğilim yokedilebilir, hiç değilse azaltılabilir. Yazmak demek, ben demek. Elbette ben de yok edilebilirim, ama ne kalır senin elinde?”. Kafka: Zorla, zorlukla yazabilen; yazdığıyla hemen hep doyumsuzluğun eşiğine gelen; son geldiğinde de yazıyı silmeye, yakmaya yönelen Pâlempsesios-bir fare: “Büyük bir evin köşesinde yaşayan bir fareyim ben; yılda en çok bir kez halının üstünden geçmesine göz yumulan bir fare": Marthe Robert’in ustalıkla vurguladığı gibi, Kafka’nın çileye üzerine kocasının cinsel gizilgücünü anımsayan Milena’ya yazılmış birkaç sözcük...

    Mektupların çoğu kez örtmeye, tıkamaya çalıştığı gedik iyice göz önüne getirildiğinde daha da karmaşık bir vurgu beliriyor Kafka'nın yazıyla kurduğu yakıcı ilişkide: iki yanlı bir bağlanmanın içinde yapıyor seçimini: Bekâr kalmayı yeğliyor çünkü yalnızlığı seçiyor; yalnızlığı yeğliyor çünkü yazısının temel (olduğunu varsaydığı) koşulu bu; yazmak zorunda çünkü bunun yaşamasını sürdürmenin tek yolu olduğunu biliyor:

     Yazmak istiyorsa yaşamalı.
     Yazmak istiyorsa yalnız kalmalı.

Ansel Adams / Dağ



"Karşınızda yükselen, zirvesi karla kaplı bir dağ düşünün... Objektifinden bakıp deklanşöre herkes basabilir. Ortaya da, fotoğrafçının ustalığına bağlı olarak, iyi veya kötü, bir dağ resmi çıkar. Oysa Adams'ın yaptığı, dağın resmini çekmek değil, ‘dağ’ kavramını vermektir. Adams'ın dehasının kaynağı, bir dağın nasıl olması gerektiğini kavramlaştırmasıdır." 

John Szarkowski


 "Işıkla doğa iç içedir, birbirinin hem tamamlayıcısı, hem vazgeçilmez unsurudur., Bir doğa parçasının üstünde ışıkların dalgalandığını görmek, o doğa parçasını görüntülemem için yeterli bir tahriktir."

Ansel Adams

ÖZGÜRLÜĞÜN YOLLARI

ÖZGÜRLÜĞÜN YOLLARI

Sartre’ın üçlü romanında şu amaç açıks eçik gözönüne serilir: Özgürlüğü gerçekleştirmenin olanakları nelerdir? Özgürlük, insanın özüyse, insan onu her eyleminde, her yapıp ettiğinde, ve yaptırdığında görünürleştirmelidir. Hatta yaşamım hiçe saydığı eylemlerinde de; çünkü insanın yaşamını hiçe sayabilmesi, onunla oynayabilmesi, ancak özgür bir varlık olmasıyla mümkündür. İşte yaşamını ortaya koyma, onu hiçe sayma Akıl Çağı romanının ana temasını [izleğini] oluşturur.

I. La Age de Raison / Akıl Çağı




Kitabın kişileri özgürlüğü öylesine yanlış yorumlarlar ki, kararlarını ertelemeyi, kararlarında gecikmeyi özgürlük olarak anlarlar. Erteleme olanağı, kişilerin varoluşunu belirler. işte bu yanlış, ertelemeyi özgürlük sanmaları ve yaşamlarını bu olanak üzerine kurmaları, kendilerini kaçınılmaz şekilde sürekli aldatmaları sonucunu getirir. Artık kişiler olanca güçlerini, bu sapmış, tutturulamamış varoluşu haklı kılmak, savunmak için harcayacaklardır. Bu nedenle romanın ağırlık noktası, özellikle baş-kişi Mathieu'nün, arkadaşı Daniel’in ve bir zamanlar kendi felsefe öğretmeni olan Mathieu'ye hayranlık duyan Boris’in kendi varoluşları üzerinde akılcı gevezelik etmeleri olgusuna kayar. Kişiler birer aşırı varoluşçu tip izlenimi yaratırlar insanda. Yoldan çıkmışlık, dürüst-olmama sanki herbirinin benliğine işlemiş özellik gibidir. Asıl, gerçek bir yaşamın başlangıcının ertelenmesi, ileriye atılması gerektiği kanısındadırlar hepsi. Bu kararsızlık, bu erteleme, tümünün yaşamını salt bir kullanılmaya hazır olma durumuna çevirir. Özgür olma’nın yerine, özgürlük üzerine gevezelik, özgürlüğün bilinci geçer:

Mathieu: "Marcelle haklı, artık yalnızca bekleyiş [umuş] olabilmek için, bomboş, tertemiz oldum. Bomboşum şimdi, Doğru bu. Gelgelelim birşey beklemeyi de bir yana bıraktım."

Başka bir yerde: 

"Ama tüm bu olup bitenler arasında kendini kullanılmaya hazır tutmaya dikkat etmişti.
Bir eylemde. Özgür, düşünülmüş, tüm yaşamını bağlayıcı ve yeni bir varoluşun başlangıcında bulunması gereken bir eylemde (kullanılmak üzere.)

... Sanki hep başka bir yerdeymiş, sanki henüz tam anlamıyla doğmamışmış gibi geliyordu ona. Bekliyordu. Bu arada yıllar sinsice, sessiz, yavaşça gelmiş, onu arkadan
yakalayıvermişlerdi."


 Sartre, burada seçme uğrağı üzerinde duruyor. Yaşamın belirleyici bir başlangıç seçimiyle
başladığını ve seçme'nin tüm yaşamı taşıdığını vurguluyor. Ama işte bu seçme edimini ileriye atacak, erteleyecek olursak, yaşamımızı kolay kolay sürdüremeyeceğimiz gibi, kendimizi de yaşamak için kollayamaz duruma düşeriz; yaşam da kullanılmamış, elden kaçırılmış bir olanak olup akar gider.

Hiçleştirilir.

 "Başını önüne eğdi. Kendi yaşamını düşündü. Gelecek tüm benliğine işlemişti. Hep dayatan şeyler ve hep erteleme. En eski çocukluk günleri, özgür olacağım, dediği gün; büyük olacağım dediği gün, bugün o çok özgün gelecekleriyle sevimli, küçük kişisel bir gökyüzü gibi geliyorlardı ona ve bu gelecek o’ydu, o şimdi nasılsa öyle olan o; yorgun ve ihtiyarlayan; akıp giden zaman boyunca istekler yöneltmişlerdi ona, isteklerde direnmişlerdi; ve onun sorumsuz, bıkkın an'ı, geçmiş günlerin geride kalmış geleceği olduğundan berbat bir vicdan azabı duyuyordu. Onu yirmi yıl beklemişlerdi; Ondan, bu yorgun düşmüş adamdan haşin bir çocuk [kendi] umutlarının gerçekleştirilmesini bekleyip durmuştu. Bu çocuksu yeminlerin hep böyle çocuksu kalması ya da bir yazgının ilk belirtileri olması ona bağlı olagelmişti. Geçmişi, an’ın bu geçmişi düzeltmelerinin sürekli acısını çekip duruyordu. Her gün, bu eski büyüklük düşlerini aldatıp duruyordu. Ve her gün'ün yeni bir geleceği vardı. Bekleyişten bekleyişe, gelecekten geleceğe rahatça kayıp gidiyordu Mathieu'nün yaşamı... Nereye? Hiç'e doğru."


Bu varoluş, kişiyi duyumsuz bırakınca, durmadan kaçamaklar aranıyor. Kendisine sığınılan bu tür kaçışlardan biri de, bir daha geri döndürülemez, önü alınamaz birşey yapma
özlemi. 

"Ne yapıyorsam, boşuna yapıyorum; sanki eylemlerimin sonuçlarını gizlice elimden alıyorlarmış gibi.— geri alınamaz bir eylem için bilmem neler verirdim."


Boris'in kaçışı, yaşlılıktandır. Yaşlanmaktan korkar Boris, yaşlanmaya başlayınca yaşamına son vermek ister. Ama işte bu kararın da ertelendiğini görürüz. Yaşlanmanın başlangıcına atar bu kararı Boris.

Kişilerin birbirleriyle ilişkilerinin Sartre’ın «bakış»ının diyalektiğiyle belirlendiği görüşüne dönmemize gerek yok sanırım. Boris’in kardeşi Ivich’e, (baban olabilirim) diye kur yapan Mathieu, kızın yanında bulunmayacağı anda, artık onun üzerinde etkili olamayacağı bir sırada, kızın kendisini nasıl yargılayacağını düşünüp ürker. 

"Bir saate kadar serbest kalacak, beni önü alınamaz biçimde yargılayacak ve kendimi
savunamayacağım."

 Ivıch'ın özgür, serbest olması demek, yargılara varabilmesi, Mathieu'nün ise bu yargıları etkileyememesi demektir. Sartre’a göre ya denetleme ya da denetlenme anlamına gelen insanlararası ilişkinin tipik bir durumudur bu.

La Age de Raison’un tümüne egemen olan temel-durum, özgürlüğe sarılma, özgürlük üzerine gevezeliktir diyebiliriz.

Kişiler, yaşamlarına neye dayanarak belirleyici bir yön verebileceklerini bilemediklerinden, kalkıp bu özgürlüğü de yarına ayırırlar, onu ilerisi için saklarlar. Gelgelelim ertelemek, yarına ayırmak, saklamak, bir yanılgı, bir hayaldir; özgürlük saklanamaz, olsa olsa harcanır. Sinekler’de gerçekleştirilmiş eylemin sorumluluğunu yüklenme’nin, özgürlüğün belirleyici bir uğrağını [niteliğini] oluşturduğunu, bu özgürlük anlayışının oyunu sürüklediğini, ama işte oldukça soyut bir özgürlükle karşıkarşıya olduğumuzu belirtmeye çalışmıştık. Le Age de Raison’da durum daha da soyuttur; çünkü belirleyici, tayin edici bir eylemden iyice yoksun bırakılmışsınızdır bu yapıtta; kişiler belirleyici eylemlerini boyuna erteleyip dururlar; onun yerine yedek, telafi edici eylemlere girişirler. Yaşlanmakta olan şarkıcı Lola, Boris'i kendine bağlamak için bir intihar girişiminde bulunuyorsa; bu onun nihai bir karara vardığı, belirleyici bir eyleme, intihara kalkıştığı anlamına gelmez; gerçek bir intihar olmaktan uzaktır girişimi, kızın amacı Boris’i korkutmaktır yalnızca. Kararın ertelenmesi, ileri bir geleceğe saklanması, romanın, olumsuz bir eylem diyebileceğimiz ana eylemiyle, ana izleğiyle bir kez daha vurgulanır. Bağlayıcı, zorunlulaşmış, dayatan bir kararı ertelemenin olanaksızlığını,
 böyle bir girişimin boşunalığını vurgular Akıl Çağı.  Mathieu’nün kız arkadaşı Marcelle bir çocuk bekler; Mathieu, kürtaj yaptırmak için uğraşır; önce bir kürtajcı, tabi sonra da para gereklidir. Çünkü Marcelle’in çocuğu doğurması durumunda, Mathieu kendini bu çocuğa bağlayacak, herşeye hazır olma, kullanılmak üzere buyruğa amade olmak özelliğini yitirecektir. Gelgelelim Marcelle çocuğu istediğinden, aldırma girişimleri sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Gerçi her ikisi de çocuk sahibi olmamaya, evlenmemeye söz vermişlerdir, ama dürüstlükten uzak bir sözleşmedir bu. Mathieu'nun, Marcelle’e, kendisinin kürtaja karşı olduğunu hatırlatması, kızın tepkilerini ne denli az bildiğinin de itirafıdır; o sadece kendi bağlanmama, serbest kalma, herşeye hazır olma tasarısının içinde sıkışıp kalmıştır. Öteyandan bu gelişmeler, kadınlardan iğrenen eşcinsel Daniel'in, Mathieu'nun canına okumak için Marcelle ile evlenmesine yol açar.

Mathieu romanın sonunda: "Kimse özgürlüğümü engellemedi, yaşamım onu [özgürlüğü] emip bitirdi". derken, özgürlüğün ertelenecek, ileriye saklanacak birşey olmadığını
anlamış görünür.

Bağlanmama, sorumluluktan kaçma şeklinde anlaşılan özgürlük hamlığın, olgun olmamanın bir belirtisi. Bu romanın kişilerinin çoğu olgunluğa erişememişlerdir. Bu bağsız, sorumluluktan uzak yaşama tarzının ne demek olduğunu yavaş yavaş kavrayan Mathieu için «olgunluk çağı» başlar.

II. Bekleyiş / Le Sursis




The Roads to Freedom (?)









İki sene önce Sartre'ın Özgürlük Yolları üçlemesini üç dört günde şölen duygusu içinde okumuştum ve bir televizyon uyarlaması - mini dizi - yapılsa harika olur diye düşünmüştüm. Meğer varmış: 1970'de, Sartre'ın Özgürlük Yolları üçlemesi BBC tarafından televizyona mini bir dizi olarak uyarlanmış, yorumlara bakılırsa belleklerde iz de bırakmış yapım, ama o tarihlerden beri ne internette hakkında herhangi bir bilgiye ulaşmak mümkün, ne dvd olarak satışta; bağlantıdan akibeti hakkında bilgi edinebilirsiniz. 

Ben 70 yapımı uyarlamasını merak ettiğim kadar, yeni bir mini dizi uyarlaması için de, ki hakkını verecek ellerde olağanüstü bir iş çıkabilir, merakla beklemedeyim. 



ÖZGÜRLÜK LABİRENTİ




Les Chemins de la Liberté dört romandan kurulmuştur: L'Age de Raison, Le Sursis, La
Mort dans l’Ame ve La Dernière Chance. L’Age de Raison, romanın kahramanı Mathieu’nün,
sevdiği kadına kürtaj yaptırmak için para arayışını anlatır. Mathieu’nün sevgilisinin adı Marcelle’dir. Anlatılan olaylar 1938 yılında yer almıştır. Le Sursis’de Münih buhranı, La Mort Dans L’Âme’da ise Fransa’nın düşman eline geçişi söz konusu edilmiştir. Dört yapıt boyunca aynı tiplerin serüvenlerini anlatan hikâye, bu romanların sonuna kadar devam eder gider.

 Les Chemins, insanların dopdolu bir varlık ve inanç arayışlarının ve bu arayış içinde özgürlüklerini benimseyişlerinin ya da inkâr edişlerinin hikâyesidir. Sartre L’Etre et le Néant’da, bu arayışın, insan bilincine özgü bir şey olduğunu söylemiş ve Bulantı’da, aynı arayışın tasvirini yapmak istemişti. Ne var ki, Bulantı’da, insan tasarısının bomboşluğu soyut bir biçimde göz önüne serildiği halde, Les Chemins’de çeşitli insanların bu amacı çeşitli biçimlerde gerçekleştirme çalışmaları anlatılmıştır. Sartre bu romanlarında, bilincin üç ana tipi olarak kabul ettiği biçimleri incelemiştir. Bu üç biçim şunlar- Sartre'ın dört kitaptan oluşan ırmak-romanıdır: Etkinliği olmayan aydın (Mathieu), Daniel ve komünist (Brunet). Bunların yanı sıra, birtakım küçük tiplerin de çözümlemeden
geçirildiğini ve yerine «oturtulduğunu» görüyoruz. 

Bu üç tipin en basiti Daniel’dir. Daniel, tıpkı Roquentin gibi öz-varoluşunun kaypaklığından tedirgindir. Bilincinin hiçliğini, sürekli ve sağlam bir nesnemsi varlık haline sokmak istemektedir. Sartre’ın tasvirleri yerindeyse, hepimizin ortaklaşa duyduğu bir eğilimin Daniel’de sürekli ve bilinçli bir uğraş şeklinde bulunduğu söylenebilir. Daniel, hayatı, günlük insan amaçlarının izlenmesi olarak değil de, içeriği her zaman değişebilen ama biçimi hiçbir zaman değişmeyen bir tasarı olarak görmesi bakımından, Roquentin’e benzemekte ve Les Chemins’deki öteki karakterlerden ayrılmaktadır. Düşünme gücü, ona, belli bir yapının her zaman varolduğunu duyurmaktadır. Ama Roquentin, yapmış olduğu bu felsefî keşfin orta yerinde durup kendini dünyadan ayrı tutmakla yetinirken Daniel, aynı keşif yüzünden bir sinir hastası olarak ortaya çıkmaktadır. Daniel, metafizik susuzluğu bir saplantı ve felsefî yukardan-bakışı bir psikanaliz sezgisi haline gelmiş olan bir Roquentin’dir. Daniel’in hikâyesi, metafizik bir incelemeden çok, Freud’cu bir hastalık olayı niteliği taşımaktadır. 

Daniel, «bir meşe ağacının meşe ağacı olduğu gibi bir homoseksüel olmak» ister. Bununla birlikte, benliğinin bu kötü alışkanlıkla tepeden tırnağa çakıştığını ve bir olduğunu hiçbir zaman duyamaz. Kötü alışkanlığına, yani homoseksüelliğine her zaman biraz uzaktan bakar. Her zaman bir gözlemci ya da bir olabilirliktir Daniel. Alışkanlığı ile çakışmağa kalkıştığında, bu davranışı bir kendi-kendini-cezalandırma haline gelir. Böylece kendi içinde, acı çeken ve acı çektirenin birliğini yaratmak amacındadır. Bu çeşit kısmî bir intihar, aynı zamanda, özgürlüğünün de ortaya çıkışı olacaktır. Nitekim Daniel, kendine ve Mathieu’ye, insanın, istediğinin tam tersini yapmasının özgürlük olduğunu söyler. Bu aynı zamanda, geçici bir süre için de olsa, kaypak bilincin kendi kendisiyle çakışır hale getirilmesidir. Demek ki, paradoksal bir biçimde, insan kendisinin bir nesne haline dönüşmesini ve acı dolu bir süre haline gelmesini isteyebilir. Daniel, özgürlüğü, özgürlüğün tam karşıtında bulmaktadır.

Ama kendine acı çektirmesi de hayal kırıklılığına uğratır onu. Tiksindiği Marcelle ile evlenir ve evliliği, dayanılmaz bir yaşama biçimi olarak duyar. İğrenç bir nesne olarak görülüşünün sağlayacağı tadı alabilmek için bir tanık arar ve Mathieu’yü bularak ona en gizli sırlarını açar. Ama Mathieu, sert bir tanık olamayacak kadar aklı başında ve hoşgörü sahibi bir kimsedir. Daniel, dinsel yaşantıda daha doyurucu bir çözüm yolu bulur. Tanrının kendisini gördüğünü anlayıp çarpılır sanki. Artık, bütün kötü alışkanlıklarını bir nesne haline dönüştüren ve birer sağlam varlık haline getiren suçlayıcı bakışı bulmuştur; Tanrının bakışıdır bu. Ama bu da, Daniel’in sonu gelmez arayışlarının bir aşamasıdır sadece. Daniel, üçüncü cildde (Paris’in düşüşü), kendisine en uygun kimse gibi görünen küçük Philippe ile karşılaşır. Philippe tipi, Sartre’ın Baudelaire üzerine düşündüklerinden türetilmiş bir tiptir. Sartre, bu düşüncelerini, Baudelaire üzerine yazdığı «varoluşçu psikanaliz» incelemesinde ileri sürmüştür. Daniel, delikanlıyı avucunun içine alır ve düşmanla işbirliği yapmaları için harekete geçer.

Bu incelemeler sağlam ve güçlüdür. Sartre’ın anormal durumları iyice bildiğinden şüphe edilemez. Ama Sartre da, tıpkı Freud gibi, anormalde, normalin aşırı durumlarının ortaya çıktığını düşünür. Sartre’ın en korkunç kahramanları, ya doğrudan doğruya (Daniel), ya da yarı- simgesel bir biçimde (Charles), özgürlük karşısında insan yüreğinde beliren tedirginliği anlatmak için ele alınmışlardır. Herhangi bir kimsenin ruhsal durumunu tasvir edebilmek için Sartre da, tıpkı Freud gibi, kendisinden yararlanabileceği bir zihin tasviri ya da mitolojisi kullanır. Ama bir psikanalizci olarak Sartre, her zaman Descartes'çı olarak kalır. Sartre, Esquisse d ’une Théorie des Emotions' adlı yapıtında şöyle yazıyordu: «Her psikanalizin çelişken tarafı, fenomenler arasında hem bir nedenlik bağlantısının,
hem de bir kavrayış bağlantısının bulunduğunu ileri sürmesidir.» Sartre, bilinçte ortaya
çıkan bir şeyin, ancak bilinç dolayısıyla bir anlam kazanabileceğini ileri sürer. Psikolojik anormallik, öznenin dünyayı kendine maledişinin özel bir «biçimi» ve yine öznenin bile bile kullandığı bir simgeliğin (sembolizmin) sonucu olarak anlaşılmalıdır.

Bir Freud’cu, Daniel’in homoseksüel olmasından dolayı duyduğu kabahatlilik duygusunun,
kendisine eziyet etmesi sonucunu doğurduğunu söyleyebilir. Oysa, Sartre, bu durumu, Daniel’in önceden yaptığı ve yarı yarıya bildiği bir tasarı şeklinde anlar ve açıklar. Daniel bu hayat biçimini, yani homoseksüelliği bile bile seçmiştir. Son sözü söyleyen daima öznedir. Psikanaliz yapanlar da bunu bilirler. Ama iş kurama gelince bu gerçeği unuturlar. Sartre, böylece, bilinç-dışı zihin kavramını reddeder. Ama bu kavram yerine, bir başka kavramı ileri sürer. Sartre’ın ileri sürdüğü bu önemli kavram, insanın kendi kendisini yarı-bilinçli bir halde ve iyice düşünmeden aldatması demek olan «kötü-niyet»dir. (mauvaise foi). Sartre, metafizikçi, ahlâkçı ve psikanalizci olarak hep aynı araçlarla çalışır; zihin hakkında kabul etmiş olduğu aynı tasviri her alanda kullanır. Özgürlük temel olduğuna göre, psikanaliz ile ahlâklılık arasında hiçbir çatışma yoktur.

Sartre’ın okurlarına sunduğu ikinci bilinç tipi komünist Brunet’dir. Daniel, hasta bir bilin'çle içeriği hiçbir zaman olduğu yerde durmayan ve daima değişen bir tamamlanışın peşindeyken, Brunet, hiç düşünmeden kendini somut bir tasarı ile özdeşleştirmektedir. İlk iki cild boyunca ve üçüncü cildin büyük bir kısmında Brunet, basit ve körükörüne inanmış bir parti üyesi olarak görülmektedir. Evren, Marxist çözümlemenin dediği biçimde sağlam ve güven verici bir şeydir, Brunet için. Brunet’nin kendisi de, işlevi tarih tarafından belirlenmiş bir Parti aracıdır. Brunet bu konularda düşünmez; sadece hareket eder. Hattâ niçin Parti’de olduğunu bile düşünmeğe kalkışmaz. «Ben bir komünistim, çünkü komünistim, hepsi bu kadar işte!» der. Daha sonraki gelişmesi çok ilgi çekici bir kimse olan Brunet, Les Chemins’in ilk bölümlerinde kaskatı bir insan olarak ortaya çıkar. Ama yazarın bu tipi
sevdiği ve ona saygı duyduğu bellidir.

 İlk üç cildin bütün serüvenleri, bu romanların merkezi sayılabilecek olan Mathieu çevresinde geçmektedir. Mathieu, içebakış metodunu en geniş biçimde kullanan bir psikanaliz gözlemcisidir. Roman, onun dilinden yazılmıştır. Mathieu'nün, Sartre’ın kendisi olduğundan şüphe edilemez. Mathieu, Daniel’in bile bile kendini alçaltan sapık karakteri ile Brunet’nin 'çocuksu ama bağımlı mizacı arasında yer almaktadır. Bu iki tip de Mathieu’yü etkiler. Mathieu, Daniel’in nedensiz davranışına (acte gratuit) ilgi duyar; Brunet’nin güven dolu bağımlanışını denemek ve yaşamak ister. Daniel, Mathieu’ye, Marcelle ile evlenmesi gerektiğini telkin ettiği zaman, ona kötülük yapmak istemekle kalmaz, aynı zamanda kendisinin gerçekleştirmek istediği bir kurtuluş programını da benimsetmek ister (kedilerini boğmağa kalkışması) ve bu programı, daha sonra, Marcelle ile evlenerek gerçekleştirir. «İnsanın, istediği bir şeyin tam tersini bile bile yapması kadar eğlendirici bir davranış yoktur. Bunu yapan insan, kendisinin bir başka insan haline geldiğini duyar.» Brunet’nin de Mathieu'ye sunduğu bir program vardır. Bu program gereğince, Mathieu’nün komünist partisine katılması gerekmektedir.

 «Özgür olmak için her şeyden yüz çevirdin. Bir adım daha at, özgürlükten de vazgeç. O zaman her şeyi yeniden kazandığını göreceksin.»