Freud'la ilk karşılaşmam, on beş
yaşımdayken Argentan (Orne) ilçesinde kurulan pazar sırasında gerçekleşmişti.
Bir sahaftan ucuza alınmış bir kitabın başlıklarında renksiz bir kişilik olarak
belirdi önce ve bunu kendisi bilmese de benim mutsuz ergenlik yıllarımda en
sevdiğim kişi oldu. Cinsellik Üzerine'sini satın aldığım günü dün gibi
anımsarım. Idees-Gallimard cep kitabı koleksiyonundandı, siyah ve menekşe
renkli bir kapağı vardı. Fiyatı ise, ilk sayfada kurşunkalemle belirtilmişti.
Bu değerli cildi halen saklarım.
Sutyenler ve ten rengi
korselerin, armatürlerin, pazar alışverişlerini yapmaya gelen iri yarı
çiftçilere yönelik olarak hazır tutulan brandaların sergilendiği tezgâh ile
Maupassant'ın yeni bir öyküsünden fırlamış kocalara tenekeden ıvır zıvır satan
hırdavatçının tezgâhı arasında duran kısa saçlı bir kadından -ki kendisini bir
daha hiç göremedim, sanki yer yarıldı içine girdi- neredeyse yok pahasına bir
sürü kitap satın alıyor, bütün bu kitapları kafası karmakarışık ve aydınlanma
kaygısı içinde birinin ruh haliyle yutarcasına okuyordum.
Salesian tarikatından rahiplerin
bulunduğu bir yetimhanede dört yılımı geçirmiştim ve rahiplerin bazıları
sübyancıydı. Okuduğum kitaplar ise, beni adeta iğrençliğin nereye varacağını
bilemeyeceğiniz bu cehennemden kurtarmıştı. Bu kötücül alevlerin arasındaki
yaşamımı on yaşından hayata geri döndüğüm on dört yaşına kadar sürdürmeye
çalıştım. 1973 yılında, lisedeki ilk yılımda iki ders arasında soluğu hemen
pazarda alırdım. Okula dönüş yolunda ise, çantam envai çeşit şair ve yazarın
yapıtlarıyla, biyografilerle, sosyoloji, psikoloji ve felsefe kitaplarıyla
dolu olurdu.
O yıllar boyunca Andre Breton'dan
Sürrealist Manifestoları keşfediyor, sanatçıların doğaçlama yazım tarzı,
kolektif kolaj uyarlamaları, buluntu şiirleri, neşeli üslupları ve özgürlükçü
zihniyetleri karşısında çok heyecanlanıyordum. Rimbaud da, Baudelaire de kendi
kurallarını benimsetiyorlardı ve deli dolu yaşantıların içinden fırlayan
sürrealistler ise, kararsızlıktan mustarip vaatlerimi kaynayan volkanlarından
güç alarak canlandırmama yardımcı oluyorlardı.
Aldığım ve yenilerini satın
alabilmek için sattığım kitapları koyduğum heybede, üç "külçe altın"
parçası keşfettim: Nietzsche, Marx ve
Freud. Ancak, Michel Foucault isimli birinin, 1964 yılında Royaumont'taki
"Nietzsche" üzerine bir sempozyum sırasında bu üç düşünürün ismini
konuşmasının başlığına çevirdiğini o zamanlarda henüz bilecek durumda değildim.
Bu mükemmel üçgenin ardında, çağdaş filozofların vaatlerinden oluşan devasa
bir ışık huzmesinin saklandığının ayrımına vardığım aydınlanma çağımı
yaşamaktaydım. Süzülen ışıkların dünyasında bir köre dönüşmüştüm.
Samimi olmam gerekirse,
bazılarının gerçekten çok berbat durumda olduğu ve adeta bir çıfıt çarşısı görünümündeki
kitapların arasında, üç adet felsefe kitabını görür görmez âşık oldum: Nietzsche'nin Deccal'ı, Marx'tan Komünist
Parti Manifestosu ve Freud'un Cinsellik Üzerine'si. Yetimhaneden yeni
kurtulduğum senelerdeki kapkaranlık semalara aydınlık veren bu üç parıltı,
hayatımda hâlâ süregelen bir coşkuyu da fitillemiş oldu. İlk kitap
Hıristiyanlığın bir alınyazısı olmadığını, ondan önce de bir yaşantının
bulunduğunu ve sonraki bir yaşantının ortaya çıkması için bu hareketin
rahatlıkla hızlandırılabileceğini öğretmişti. İkinci kitaptan öğrendiklerim
ise, insanlığın ufkunun aşılmaz bir kapitalizm engeliyle kaplı olmadığı ve
başka bir dünya için sosyalizm gibi bir seçeneğin de bulunduğuydu. Üçüncü kitap
da, Tanrı veya Şeytan korkusunun, tehditlerin, endişelerin uğramadığı,
Hıristiyanlık değerlerinin baskıcılığından ileri gelen kaygılardan muaf,
ahlakdışı bir anatominin aydınlığında cinselliğin kavranabileceğini
göstermişti bana. Henüz on beş veya on altı yaşında olmama rağmen, Katolik
ahlakını yerinden sıçratacak, kapitalist aygıtı aşındıracak ve Musevi-Hıristiyan
geleneğin cinsellik üzerindeki baskılarını ortadan kaldıracak türden, kayda
değer bir dinamit yığınına sahiptim. İşte felsefî şölenin içerdikleri, hem de
uzunca bir şölen!
Böylelikle, şunu çok iyi anladım
ki, felsefe, öncelikle yaşamı düşünme ve kendi düşüncesini yaşama sanatı, kendi
varoluşunun dümenine geçmeyi sağlayan pratik bir gerçekliktir. Bu açıdan
bakıldığında, bu disiplin, bu küçük evrende salt kuramdan, kötücül yorumlardan,
bilgiç gevezeliklerden, öküzün altında buzağı arayan düşüncelerden beslenen
her şeyi ikinci plana iter. Hıristiyan hayvanın soluğunu ensesinde hisseden;
çiftçi baba ve ev hanımı annenin ağır koşullar altında çalışıp ev halkının
yaşamını sürdürmekten başka bir şey beceremedikleri ailede sefaleti tanımış;
kilisede günah çıkarırken tüm cinsel yaşantısını anlatan; mastürbasyon yapanın
doğruca cehennemi boylayacağı kendisine sürekli olarak söylenen o yaşlardaki
tüm oğlan çocukların, günün birinde Nietzsche'yi,
Marx'ı ve Freud'u -yani bu üç kafadarı- keşfetmeleri elbette kaçınılmazdır.
Şöyle bir tahminde bulunulabilir:
Deccalin son sayfası,
"Hıristiyanlığa karşı yasa"nın ilan edilmesini içeriyordu. Ne büyük
bir fırsat... Gelecekte benimsenmesi önerilen bu kurallar manzumesinin beş maddesinden
ilki şu şekildeydi: "Doğaya aykırı
olan her türlü canlı, günahkârdır. En günahkâr olan insanlar ise, rahiplerdir;
çünkü doğa kurallarına aykırı olan şeyleri öğretirler. Rahiplere karşı bir
mantık işletemeyiz; ancak bu günahları düzelten evlere sığınabiliriz.”
Kaçırılmaya çalışılan çocuğun onurunu geri veren bu sağlıklı, güçlü insanın
elini sıkma isteği kabarmıştı içimde... Bir diğer kural ise şu şekildeydi:
Vatikan’ı yerle bir edip, bu tahrip
edilmiş toprakların üzerinde zehirli yılanlar beslemek! Başka bir kurala
göre: "İffetli olunmasına dair verilen
vaazlar, doğaya karşı gelme konusunda halkı tahrik etmektir. Cinsel hayatı hor
görenler, onu pis olmakla itham edenler, aslında hayatın sağlıklı ruhuna karşı
gerçek bir günah işlemektedirler." Hiç kuşkusuz bu adam benim dostum
oldu: öyle de kaldı.
Aynı yakınlığı, yeniden Marx'ın Komünist Parti Manifestosu'nda da hissettim. Marx, kitabında,
tarihin devindirici gücünün sınıf mücadeleleri olduğunu açıklar. Editions
Sociales yayınlarından çıkan portakal renkli bu ince kitabın üzerine, yer yer
kurşunkalemle notlar almıştım: Özgür insan ve köle, patrisiyen (soylu yurttaş)
ve pleb (ikinci sınıf yurttaş), efendi ve serf, lonca ustası ve kalfa, ezen ve
ezilen arasındaki diyalektik denge... Tüm bunları okuyordum elbette ve
zihnimin derinliklerinde biliyordum ki tüm bu anlatılanlar doğruydu. Çünkü o
cümleleri tüm varlığımla hissediyor, yaşıyordum: Babamın ailesini geçindirmek
için bir ay boyunca çalışmasının karşısında aldığı ücret son derece azdı. Bu para
ancak hayatta kalmamıza ve onun gelecek ay da çalışabilmesi için güç
toplamasına yetiyor ve bu böylece sürüp gidiyordu.