Van Gogh, Tarascon Yolundaki Ressam
adlı tablosunda kendisini, öğle vaktinin kuvvetli ışığının açık kahverengi
toprağa düşürdüğü büyük mavi-siyah gölgesinin eşliğinde resmetmiştir. Theo’ya
yazdığı ve tablosunu irdelediği mektubunda gölgeden hiç bahsetmez: Tablosu
hakkında, “kutular, çubuklar ve bir
tuvali yüklenmiş bir halde, gün ışığı altında Tarascon yoluna koyulmuş olan
kendimi betimlediğim kabataslak bir çizim” der. Gelecek kuşakların gözünde
bu, genelde hayatın ve özelde de ressamın hayatının metaforik bir imgesi
olmuştur. Wilhelm Uhde’nin monografisinin (Phaidon, 1936) ilk sayfasında yer
alan renkli reprodüksiyonunda, kendimizi altın bir efsanenin içinde buluruz:
Vincent Van Gogh adı bir dizi harika resmi akla getirir,
fakat aynı zamanda da yükünü taşıdığı ve onu sonunda Golgotha’ya ulaştıracak
acılarla dolu bir hayatı çağrıştırır. Onun hikâyesi (...) güneşi gördüğü güne
ve güneş altındaki hayatın gizemini tanıyana kadar, niçin özlem ve acı
çektiğini bilmeden, karanlık bir hapishanenin duvarları arasında dövünüp duran
yalnız bir kalbin masalıdır. Güneşi gördüğü gün, kalbi güneşe doğru uçar ve
ışınları arasında eriyip gider.
selfportrait-on-the-road-to-tarascon-the-painter-on-his-way-to-work-1888 |
Bize resimle ilgili mitlerin nasıl doğduğu hakkında pek çok
şey anlatan bu satırların, en azından, Phaidon monografisinin reprodüksiyonuna
bağlı olarak 1956 ve 1957 yılları arasında yaptığı altı çeşitleme serisinde
Francis Bacon’u esinlemek gibi bir faydası olmuştu. Bacon, “yol üzerindeki (...) bir hayalete benzeyen bu tekinsiz figürü”
tasvir etmek ve “yanan bir mumun kendi
eriyen yağı içinde yok olması gibi” Van Gogh’un da kendi gölgesi içinde
nasıl eridiğini göstermek istediğini iddia etmiş ve şu sonuca ulaşmıştı:
[Ölüm] [ressamları] gölgeleri
gibi takip eder ve sanırım pek çok ressamın hayatın korunaksızlığının ve
hiçliğinin bu denli farkında olmasının bir nedeni de budur.
*
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder