YANSIMALAR (2016 - 2019) / Zeki Z. Kırmızı

2016 yılının ortalarından beri yazışıyoruz, tanışıklığımız ise daha da geriye, 2015 yılının ortalarına kadar gidiyor. İlk Yüksel Arslan buluşturmuştu bizi, sonra Stendhal. Sonra içine çokça edebiyatı, azıcık da hayatı kattığımız mektup-maillerimiz uzun yazışmalarımızın başlangıcını oluşturdu. Size siz demekten hiç vazgeçmedim; en azından beyi kaldırdık; Zeze diyebildim; ve en nihayetinde hitap etmekten büyük bir mutluluk duyduğum ve çok sevdiğim haliyle, doğru büyüğüm demeyi uygun buldum. Çok hoşlanmasam da yaşlı dostum dediğim de oldu.

Birbirimizi hiç görmedik, siz yaşamımın olanca gerçekdışılığı içinde, ince bir çizgiden ibaret olan düşle gerçek arasında bir yere konumlandınız. Unamuno'nun olağanüstü güzellikteki kısa anlatısındaki gibi, benim uçurum kıyısındaki yaşlı bilge meşe ağacım ve yalnızca düşlerimde gerçek ve geçerli olan Don Sandalio'm oldunuz. 

Yaşlarımızı hiç dert etmedik; ama gençliğimden benim kadar siz de çok çektiniz. Demek istediğim insan aynı şeylerden kaç bin milyon kez daha yakınabilir ki? Bir mektuptan ötekine sıçramış hırçın sözcükler; öfkeler; kaygılar; pişmanlıklar; hüzün gösterileri ve karamsarlık nöbetleri bir hastalık gibi nüksetmiş. Sabırla dinlediniz, tebessüm ettiniz; beni hiç yanıtsız ve yalnız bırakmadınız. Çıktığım bu yolda azıcık şaşırdıysam da, benim kendime olan inancımdan, inadımdan ve ısrarımdan hiç vazgeçmeyeceğimi bildiğinizden siz de benden hiç vazgeçmediniz.

Şaşırdığım, utandığım, üzüldüğüm, kendimi olduğu kadar sizi de üzdüğüm yazışmalarımız olmuş. Bazıları karşısında hala mahçubum. Büyük laflar da etmişim, daha iyi açıklayamazdım dediğim doğru sözler de söylemişim: bir büyük yazgı benim için olsa olsa ele geçirilecek bir büyük yalnızlıktır derken ya da beni hayatta esenliğe kavuşturacak tek görevimin yazmak olduğunu söylerken; nasıl olduysa bu ülke bütün düşlerimin dışında kaldı diye yazarken; eldivenlerimi (birçok dost birçok eldiven: uyuz korkusundan - Baudelaire) ve maskelerimi ihmal etmezken ve tanıdığım herkesi en derinlerimdeki sularda boğarken. Yaşama sanatında hala Nietzsche'den ve ötekilerden yardım alırken... Düşlerimde öyle sahici gülerim ki, çoğu zaman gözlerimden yaş gelir demişim bir keresinde, daha iyi anlatamazdım. 

Bu yazışmalarda sizi, sizi olduğu kadar kendimi de çok karşılayabildiğim düşüncesi içinde değildim. Bu yüzden "saçmalıklarımı" yayınlamayı düşünmüyorum. Düzeltilmeye muhtaç çok fazla şey var. Bununla birlikte dolaysız bir iletişim kurduğumuzu, ıskalamadığımızı belirtmeliyim. Dilimin ucundaki sözcükler oldunuz. Kurduğumuz bu iletişim gözyaşlarımıza gelip dayandı mı?  https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/09/imkansz.html En uc nerede? Rimbaud'yu iletişim kurmaktan vazgeçiren tiksinti miydi? Güçsüzlük mü? Utangaçlık mı? Umutsuzluk mu? https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/05/iletisim-georges-bataille.html Ne kadar kaybolduk, kirlendik; ne türden bir cinayet işlemeyi göze aldık?
 https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/03/iletisim-georges-bataille.html Artık çokça eskimiş olan bu okumalara döndükçe beni ben yapan şeyin sınırlarını kestiremiyorum. Bu uçurumlara dalmayı nasıl ve ne pahasına göze alabildim? Bugün bunu daha sık düşünür oldum.  

Yesenin haksızdı, Mayakovski haksızdı, Plath, Marmara haksızdı, haksızdı bu güzelim insanlar derken haklıydınız. Nietzsche'nin yanıldığını, Dostoyevski'nin, Balzac'ın yanıldığını söylerken; Kafka, Pessoa yine de niye yazdılar derken haklıydınız; Amerika konusunda haklıydınız. Şiir duygularla yazılmaz, imza kanla atılmaz derken ve şiirinin Rimbaud'dan önemli olduğunu söylerken haklıydınız.

Bu mektuplarda sevdiğim, unutamayacağım çok fazla şey var. Bir başkasının abartılı bulabileceği övgüler, alkışlar, takdirler bir yana ki bütün bunların bir yüreklendirme çabası olarak okunmaları daha doğru olur; beni keskin bıçak sırtında gezinen gecikmiş ya da geç kalmış bir gezgin olarak tarif etiğiniz cümleleri yeniden okurken,"Bir yanın kimsenin düşlemeye bile cesaret edemediği yaşamları (ülkeleri, anıları, kurguları…) dolduruyor içine, öbür yanın bunun olanaksızlığının ölümcül göçüyle boşaltıyor kendini kendinden." ve her zaman bir aşağılama ve hakaret nedeni olmuş olan uzun saçlarımı kestirmek zorunda kalacağımı öğrendiğinizde yazdıklarınızı okurken duygulandım: "Saçların için üzgünüm, öyle sanıyorum onları bir dünya armağanı, sana bağışlanmış bir şey gibi (ırmak, ağaç, at, vb.), senden bile ayrı, senin ötekin gibi taşıyorsun. Onlar bana öyle geliyor ki seni hem örtüyor, hem açıyor. Anlamı sandığımdan da büyük olmalı."

Ayvalık hakkındaki son mektubunuz da dahil beni bunca çıplak gözle görüşünüzle ürkütüp kaçırabilirdiniz de... Ama son mektubunuzda gözden kaçırdığınız bir şey vardı: en az savrulan dallar, yapraklar, kitaplar ve sigara dumanı kadar saçlarım da bu hikayenin parçasıydı. Ayvalık henüz kendimi hazır hissetmediğim bir deneme, sınama olduğu kadar hem kendime hem de Ayvalık'a bir vedaydı. 

Yayınladığım bu mektuplar da son zamanlardaki vedalarımın bir başkası. Rimbaud gibi, Zeki Z. Kırmızı Okumaları gibi. Blogu uzun zaman önce terk ettim. Eskisi gibi okumuyorum, izlemiyorum, düşünmüyorum. Eski alışkanlıklarımı sürdürmek zorlaştı, bizi bir araya getiren nedenler azaldı. Size benzemekten korktum, düş kurmaktan yorgun düştüm. Sayısız bahane sıralayabilirim. Bir yandan da daha yüce bir şeylerin peşine düştüm.  

Benim için çok kıymetli olan bu yazışmaların siz tarafını Yansımalar (2016 - 2019) başlığı altında, birkaç mektuplaşma sürecini dışarıda tutarak, toplu halde ilk kez paylaşıyorum:


SELAM

2 Mayıs 2016

Selam için teşekkür ederim. İncelikli bir dost selamı.
Ben de blogun için benzer şeyi söyleyebilirim. Bir okyanus gibi. Dolayısıyla onun kadar da ürkütücü. Bir okyanusla nasıl bağ kurulur.

Düzenlemesi, yüksek içeriği, inanılmaz zenginliğiyle ilgiyi ve cesareti başta kırıyor. Ancak inatçı, emek vermekten çekinmeyen, niteliğe bedel ödeyebilecek insanlar bu okyanusa kıyısından dalmayı göze alabilir. Aynı yılgınlığı Aziz Yardımlı'nın sitesinde yaşamıştım.

Şöyle bir göz attım ve en iyisi sorayım dedim:

Özellikle özgün, sana ait ve değerini kavrayabilecek birilerinin okumasını istediğin alanlar, bölümler, başlıklar konusunda ip ucun var mı? Aktarımlar da kusursuz olmakla birlikte benim de doğrudan ilk kaynağa gitmeyi yeğleyeceğim şeyler... Aktarımların değerini kabul ederek (çünkü bütüne baktığımızda yapılmış seçimlerin de bir siyaseti var) bu konuda kendi seçimim özgün kaynağa, düşünceye doğrudan bakmaktan yana artık, uzunca bir süredir. Bu nesnenin arkasında nasıl biri var? Ne düşünüyor? Nasıl kendine katıyor, içselleştiriyor? Derdi ne? Blogun nefis aktarımlarından çok sana ait işaretlerinden, belirtilerinden ötürü ilgimi çekebilir (ne yazık ki), Zamanım çok az, evet. 

Sana sormamı da bağışla. Biraz zaman ayırarak ben de blogunda sana ait olanı ayıklayabilirim ama bu bile ciddi bir enerji gerektiriyor.

Sağlıcakla, dostlukla. 



 BÖYLE DURUMLARDA...

3 Mayıs 2016

Böyle durumlarda rahat bırakmakla, yani yazgıyı kendine bırakmakla denemekten vazgeçmemek arasında salınmaya başlarım. Her şeyi bilmeye yakın duyumsarım kendimi ve hiçbir şeyi bilememekle arasındaki ayrımı kaçırırım. Bilmek bir varsayımsa eğer, bilmemek de aşağı yukarı öyle. Bilmek, üstlenmek girişimi, tasarıdır. Bir tasarı, seçim ve siyasettir bilmek.

Seni ‘ciddi’ye almam için çok neden var ve biri yine de ‘paylaşma’ sevincin. Sen söylüyorsun ve ben bildiğimi sanıyorum:  Paylaşılan şeyden daha önemlisi (önemli?) paylaşmanın kendisi. O hep gizilgüç ya da gizli gömü gibi yaşamlarımızı dürtecek, hatta ölmeye bile bırakmayacak bizi.

Sana sen diyorum ve sonra yine diyorum ki, hakkın olanı (kimsenin sana vermediği, kendi yarattığın kendin olarak) iste-mekten vazgeçme! Başkalarına ödünç verdiğin zamanı… Kendi zamanını başkalarından istiyorsun gerçekte.

Bu kaygılar bana da yabancı değil. Her şeyi atlatmışın, şimdi durulmuşun yerinden (hatta iktidarından) konuşacak değilim. Beni en çok yaralamış ya da yaralayabilecek şeyi (60’ları tırmandığım bu yaşımda) söyleyeyim sana: Yoldaki bedene, bu eşsiz konuğa ihanet! Vazgeçmenin, ölü beden olmanın düşünü görmek... Böyle bir düş görülemez, düşsüzlüğün düşüdür bu. Görülen olsa olsa ölümü yaşama yedirmedir, adını ne koyarsak koyalım. Düşe bile sığmayacak bu önemsiz, anlamsız şey (ölüm) ise şarkı olamaz, yalnızca oradan, yokluğun mağarasından yansıyan kara ışığı olsa olsa yaşama sevincini parlatır. Çünkü burada olmamızın bir nedeni yoksa da (hatta olmaması iyi ve doğru: Camus) tam da bu nedensizliktir var kalmamızın, görevler üstlenmemizin, bedeni yola sürmemizin gerekçesi.

Nihil parlak bir retorikten ibaret olabilir mi? Gençliğim keskin uçurum kıyılarından dönüşlerin kendime yonttuğum coşkulu kahramanlıklarıyla süslü. Utanmıyorum. Onu da taşıyorum. Hiçbir şeye şaşırmış gibi yapamam. Rimbaud, Lautremont, Whitman, Nietzsche, Rilke, (Ama yalnızca bu pan’ik ataklar mı?) vb. ye dokundumsa bir biçimde... Daha dokunmadığım şeyler ne olacak?

Yeryüzünde yazılmış tüm kitapları okumak, yapılmış tüm resimlere bakmak, filmleri izlemek gibi bir niyetim var ve belki ancak 5-10 yılım. Böyle bir niyeti taşımayanlara da öfkeyle doluyum ama nefret ettiğim bu insanları (kendimi ve herkesi) neyi yapamamışlarsa ondan ötürü, olabilirliklerinden ötürü seviyorum. Dünyanın imkânı-yız. Ne yazık ki öyleyiz. Hiçliği bilmenin, kavramanın imkânıyız ve değerli olan şey hiçlik değil (Çünkü hiçlik hiçliktir) onun varlığa, oluşa ettiğidir (yani imkânıdır.)

Bu yaveler için özür dilemeli miyim bilmem. Tabii ki ağır basan huyum rahat bırakmaktır. İstemiyorlarsa insanlarla konuşmamalı. Konuşmamak için öyle de çok neden var ki. Ama bunların içinde en zayıf, azımsanabilir olanı, çok işim var, hiç zamanım yok, ciddiye almaya değmez, türünden olanlar.

Bir şey yapıyorsun. Bir kişi yeterli nedendir yaptığın şeyi sürdürmen için. Çünkü mesele ötekinin yüzünde senden yansıyan o bulanık imgedir. Böylece yerinde, ayaklarının üzerinde durmak için sağlam bir nedenin var demektir.

Blogun bütün olarak senin imin, izdüşümün kuşkusuz. Her satırı, her noktasında özenli bir tutku, amacı (niteliği) gözden yitirmeyen bir gerilim yatıyor, belli bu. Gergin ve inceltilmiş duyarlı bir yüzeyden söz ediyorum.

Ama bir yerde haklısın. İnsan kültürü aynı zamanda kurban kültürüdür. Hatta toplu kıyım kültürüdür. O zaman?

Cepheyi genişletmek, benzer duyarlıkları taşıyanlara ulaşmak, buluşmalardan güç, ses, edim çıkarmak ve bunu bir kez daha yapmak en doğru tutum olarak görünüyor. Yalnız değiliz ve yaşam duygumuzu bizim gibileri görmekten yükseltiriz.

Bora Abdo okudun mu? Okudunsa ne düşündüğünü soracağım.

Kendini yazmak ya da yazışmak konusunda zorunlu saymaman gerektiğini söylememe gerek yok değil mi? 


BEYİ BOŞ VER

5 Mayıs 2016


Siz diye seslenmemeyi, Bey dememeyi başarabilir misin?
Siz değil sen.
Zeki Bey değil Zeki ya da uygun göreceğin başka bir şey. Abi diyebilirsin, hiçbir şey demesen de olur.
Herhangi bir adla (takma, sevdiğin bir ad vb.) seslenmemi istersen bunu belirt yoksa Sen'le sürdüreceğim, benim açımdan sorun yok. 


Ve bir iki gün içerisinde yazacağım sana. Olasılıkla yarın...Bunu bildirmek istedim.
Son, uzun iletin için teşekkür ederim. 
Bana güvenebileceğini biliyor, hissediyorsun. Bu doğru.


DÖNÜP BAKMAK

6 Mayıs 2016

Anlaştık o zaman. En azından beyi falan kaldırdık, gerisi bize, zamana kalmış…

Bizimkisi öylece kesişen iki yaşam ve yol arkadaşlığı. Birlikte biraz yürüyebiliriz, nereye dek, ne süreyle? Bunu bilmemiz, düşünmemiz gerekmiyor. Söz alıp vermiyoruz, borçlanmıyoruz, özgür eşitler olarak karşılıklı bir insanı (daha) deneyliyor, kendimizden geçiriyoruz. Tanrısız, yasasız, abartmadan küçültmeden, kapatmadan, örtmeden, el sıkışmak gibi, biliyorum, oradaydın, der gibi.

Elbette insan hem bir vaat (müjde), hem de ölüm (bataklık, mayınlı bölge) demek. Böyle olması öyle iyi ki genç dostum, en güzel şiir olsa olsa bu aralıktan yazılmıştır. Öteki, dramatik anı getirir koyar önümüze. Öteki, acı (çekmek) demek. Bu anlar ve sahneleri olmasa ölmeyi arzulayan özneler bile olamazdık. Dram ötekiyle gelir, yaşama sevincini ve aynı zamanda kederi (yas, özlem, anı, düşlem, vb.) ötekinden getirir, sağarız tatlı ve acı süt gibi. Ötekinin bakışıdır ki ‘ölmeye karşı kendimizi, yaşamakta direnişimizi’ pozitif ya da negatif her anlamda olanaklı kılar. Ötekine borçluyuz sözün özü. Öteki her zaman dost mu peki? Ya da ötekisizlik saltık yalnızlık demek mi? Yalnızlık ne? Sorular sökün ediyor ve doğrusu yapılacak en iyi şey, şimdilik tümünü kovalamak, masanın üzerinden süpürmek aşağıya.

(İç konuşmalarımda ipin ucunu kaçırdığım olur, çok ciddiye alma derim bu arada.)

Yaşadığımız, kurup çattığımız, alttan omuz verdiğimiz bu dünya gerçekten mide bulandırıcı, tiksinç. Bize kalan ilk bakışta yalnızlık gibi görünüyor. Yakın çevremde üç beş insanıma bakıyorum, otuzlu yıllarını süren, düzenin ölçütlerine ayak uyduramamış iki kızım var. Eşim Ayvalık’ta, ben İstanbul’da yalnız yaşıyoruz. Yalnızlığın paha biçilmez değerini yeni yeni anlıyorum. Ama yalnızlık sözcüğünün geçtiği her yerde bir duralıyorum çünkü farklı içeriklerle ilişkili, bulunduğu yerde sözcük.

Dünya eşitler dünyası değil. Birlikteliği kurumsal yapılar içerisinde tanımlamak koşul gibi görünürken gönüllü ayrılma hakkı üzerinde duran yok. Karşılıklı rıza tek boyutlu çalışıyor. Biriyle olabilir de birine rağmen olmaz, bir düş ilke. Seninle diyaloğumuzun belki eksenini ‘yalnızlığı’ kavramak oluşturacak (bilemiyorum). Bu konuda öğrenebileceğim şeyler var sanki senden.

Sorun yalnızlığı nasıl üstlenmek gerektiği, bunun somut biçiminin ne olabileceği, neyi kapsayıp neleri dışladığı. Bunların yanıtı var mı? Soruları sormamın nedeni, kederin kabul edilebilir, anlamlı olabilecek tek biçiminin bununla ilgili olması. Beni kedere boğan şey, yalnızlık deneyiminde kırılganlığın derinliği, boyutu, sınırı… Ama bunları erteliyorum izninle.

Yalnızlık derken ne anlamalıyız?

Anladığım bir şey var ki bunu bilince çıkardığımda iyi ki diyorum sevinçle. Yalnız olmamak bu kalabalığa karışmak, onlar gibi yapmak, yemek, geceyi gün etmekse, iyi ki. Bu yalnızlığı artık savunuyorum. Epistemik, etik bir seçimden söz ediyorum.

Öte yandan varoluşsal (ontolojik) bir yalnızlık bilinci, kaygısı var. Bu cesaretle üstlenilecek ve eninde sonunda yüzleşmekten kaçılamayacak şey. Yalnızlık hakikate bağlanmanın yordamı ise, niye yakınıyor, bunu kayıplar hanesine yazıyoruz?

Kızlarımdan biliyorum. Bilinç, kavrayış tamam ama düzen sıkı, bön ve saldırgan... Bilgileşim, iletişim ağları yalnızlık bilincini; patoloji, sapkınlık, eksiklik, kusur, gerçekleşememek olarak pompalıyor. Sistem, sanatı, bu gürbüz oğlanı tam hizaya sokamasa da, yaşamın hemen tüm diğer alanlarında, ne yazık ki bilinç, yalnızlığı özgürlüğün bir boyutuna dönüştürme eşiğinin altında kalıyor. Bilinç kavrıyor ama toplumsallık bilinci desteksiz bırakıyor. Yalnızlığı, kusurumuz, uyumsuzluğumuz olarak deneyimlemek zorunda kalıyoruz. Sıra dışı olan, ayak uyduramayan biziz. Yıkıcı, düzen bozucu olan… Huzur için vazgeç(il)mesi gereken. Hadi canım, dedik diyelim. Faturalar yağmaya başlıyor, önümüze ödememiz gereken bedeller konuyor. Soluksuz kalıyoruz. İkiye bölündük, yarıldık ortadan işte. Ben kimim?

Arayan biri, soru soran şu uyumsuz, bundan başka da anlatılacak değerli bir öykü yok, anlam yok. Aklını bedenine, bedenini özgürlüğüne büken, kendinde kendine kulak veren, varoluşunu dürten, huzursuz, huzursuzluğunca uyumsuz, ayraca, kabına sığmamış ve sığmayacak, sözcüklerinden taşan ya da sözcükleri kendisinden taşan biri(ne kim saygı duyacak, elini tutacak)?

Elbette ki seni söylediğin ya da umduğun gibi bilinçlendiremem. Birbirimize destek veririz, yolumuz nereye çıkar asla bilemeden. Güvenilir söyleşinin, diyaloğun koşulu, görünürden çok görünmez iktidar konumlarını elden geldiğince yok etmek. Ben (birçok insanın gereksinim duyduğu) bir iktidar konumu sunma konusunda kendimi çok yetersiz bulur ve düşünürüm. Hatta daha ileri gider, elimde olmadan neden olduğum iktidar duruşlarını ayrımsadığımda kendimden tiksinir, sahtekârlığıma şaşar kalırım.

Ben sana dostum, tarihsel, yazınsal mitolojilerden, büyük örneklerin yanıltıcı sunumlarından da söz edeceğim belki, acıyla. Rimbaud’yu Rimbaud’dan arıtıp okumayı becermek de marifet desem belki kızarsın. İlgilendiğim her şeye içindeki putu kırarak başlamayı öğretti geçen zaman bana. Tanrı yoksa, her şey olabilir, (Dostoyevski) demedim, benim dediğim, Tanrı yoksa her şeyden Tanrıyı eksilterek başlayabiliriz. Yapıp ettiğimiz bu, insan kolonisi olarak. Tıpkı karınca kolonisi içerisinde Rimbaud-karıncanın yine de karınca olması gibi. Zaten büyüleyici olan da bence bu... Büyük yazgılardan, starlardan kendimi bildim bileli hep nefret ettim. Bana dayatılan ve arkasında küresel iktidarın yattığı ‘güzellik’ kavramına karşı bilincim erken yaşlarımda yokladı beni. Belki çıkış noktası tinseldi, psikolojikti ama sonra sonra buradan bir siyaset çıkarmaya başladım. Güzellik (!) ancak böyle elime geldi ya da gelir gibi oldu. Başka bir şeydi artık güzellikten anladığım. Pazarın dışına düştüm. Sen nasıl düştünse… Kendimi alıp satamaz oldum. Retorikten de düştüm bu nedenle. Dilim kaydı, görüntüm kaydı, öyküm kaydı. Efekti, başka şeymişliği yaşamımdan sildim ama bu bana özgürlük alanı açtı diyorum, savım bu. Böylece imgenin aşkla dünyayı aralamasının güzelliğini kavradım. Ama bunu da kesiyorum şimdilik.

İnsan insana gerek, iş bağlamın nasıl çatıldığında. Dünyanın bağlamı kalabalıklar içerisinde aptal tüketicinin daha yalnızlığa tutsak yalnızlığını üretmek, üstüne bir de bunu satmakla ilgili kurgulanıyor. Biz yalnızlığımızdan, bu düzene direnen yalnızlığımızdan neden bir yaşama nedeni çıkarmayalım, neden yalnızlıktan siyaset çıkarmayalım. Sorumuz bu olmalı bıkmadan. Ve bu gerekli de…

Gönderge, gösterilen ve gösterenden oluşuyor. İnsan, gönderen tek canlı türü… Kendine gönderemiyor ama. Gösteren=gösterilen özdeşliğinden özne (bilinç) çıkmıyor. Kendini bilmek için öteki şart. Yani Gösteren≠Gösterilen olmak zorunda. Ama düşünelim. Her ilişki bu denklemi taşır mı? İmgenin koşulu ötekidir. Ötekinin mesafesi, konumu, anı vb. bana göre imgelenir (öteki benim farkımdır ya da tersi). İmge bu farktır. Özlemek budur, akmak budur, yine de aramak budur, insanın insana ettiği, zavallılığımızın ve gücümüzün kaynağı budur. Ben ivmelenmekten, Tanrısız neşeden yanayım çünkü tam da bu öykünün kaynağında imgesizlik diyebileceğim saltık yokluk (ölüm) bulunmaz.

Doğrusunu istersen, uzun iletinde sarıya boyadığım noktalara giremedim bile ama bence yeter. Şimdi dönüp bu laf kalabalığı arasında anlamlı birkaç sözcük yazabilmiş miyim, buna bakacağım. 


SAYFANDAKİ DAHA NELERİ...

9 Mayıs 2016