Bilim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Darwin Galapagos'ta


Majestelerinin gemisi Beagle, 15 Eylül 1835'te Galapagos'a vardığında uzun bir eve dönüş yolculuğunun son durağındaydı. Üç seneden fazladır Güney Amerika kıyılarının haritasını çıkarıyordu. Şimdiyse uzak ve az bilinen bu yerin düzgün bir haritasını çıkarmak için 5 haftası vardı. Ama burası karanın görünmesinden daha fazlasını gerektiriyordu. Tarihin akışı değişmek üzereydi. Güvertedeki doğabilimci Charles Darwin bildiğimiz gri sakallı, bilge Darwin değildi ama genç, duyarlı ve 26 yaşındaydı. İlk başta, adayı kendinden öncekiler gibi gördü.

"Hiçbir yer burası kadar az davetkâr olamaz. Hiçbir yer bu kadar
engebeli ve korkunç olamaz. Dik güneş ışınlarıyla kavrulmuş siyah
kayalar havaya boğucu bir etki bırakıyor, tıpkı bir ocak gibi."


Ama çok geçmeden daha fazlasını görmeye başladı. Üzerinde yürüdüğü zemin daha dün katılaşmış gibi görünüyordu.

"Sanki deniz en fırtınalı anında
taşlaşmış gibiydi."

Gemide, fiziki dünyanın doğanın güçleri tarafından sürekli değiştiğini anlatan yeni ve tartışmalı bir kitap olan "Jeolojinin İlkeleri" ile ilgileniyordu. Ve birkaç hafta önce, Güney Amerika'da
bir depreme yakalanmıştı. Okuduklarından ve deneyimlerinden esinlenerek genç ve üretken zihnini
harekete geçirdi. Galapagos'a çok farklı bir gözle bakmaya başlıyordu. Diğerlerinin berbat, eski ve değişmez gördüğü yerlerde Charles Darwin, okyanusun derinliklerinden gelen akıntılarla bugün bile canlılığını koruyan, yepyeni bir kara gördü; hemen altındaydı. Haklıydı.

Gemi adadan adaya hareket ettikçe karaya çıkmak için her şansı değerlendirdi. Floreana Adası'ndaki "Postane Koyu"nun kumsalında Galapagos’daki ilk yerleşim biriminin yöneticisi olan Lawson adında bir İngiliz ile tanıştı. Lawson'ın Galapagos ile ilgili ilginç hikâyeleri adanın daha iç kısımlarına
gitmesi için Darwin'i cesaretlendirdi. Gittiği her yerden parçalar topladı. Kaplumbağaları gördü,
ama sadece kubbe kabuklu olanlarını bu yüzden asıl sırlarını fark edemedi. Değişik gagaları olan küçük kuşları gördü ama hepsinin ispinoz olduğunu düşünemedi. Birine siyah kuş dedi, bir diğerine çalıkuşu. Başka bir kuş daha vardı, alaycı kuş. Bu kuşları Güney Amerika’da görmüştü; ama nedense bunlar farklıydı. O an için bu farkın ne kadar önemli olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu. Darwin daha da uzaklara, adaların kalbine doğru ilerledikçe Galapagos’da daha önce hiçbir doğabilimcinin görmediği şeyleri gördü. Floreana ve Santiego'nun dağlık bölgelerinde büyüleyici ormanlar gördü.
Ve çok az bir yerde tatlı su buldu 600 mil içindeki tek tatlı su kaynağı. Ördekler sanki parktalar gibi suyla oynuyorlar. Kaplumbağalar volkanik çamurda yuvarlanıyorlar. Fregat kuşları ağır şartlardan geçip su içmeye geliyorlar. Burası cehennem değildi, cennetin bir bahçesiydi. Darwin kendine şu can alıcı soruyu sordu:

"Bu küçük adalar neden böylesine
tuhaf ve eşsiz yaşamlarla kutsanmıştı?"

Ama cevabı bulmaya ramak kalmışken Darwin bir daha geri dönmemek üzere ayrılmak zorunda kaldı. 20 Ekim 1835 günü, gün batımında Beagle önce Tahiti, sonra da eve gitmek için yelken açtı. Ama her şey sona ermemişti. Büyüleyici adalar büyüsünü yapmıştı. Darwin Galapagos’dan ayrılır ayrılmaz gerçeği görmeye başladı. Denizde geçirdiği uzun saatlerde, adadan topladıklarını sınıflandırırken özellikle bir tanesi birdenbire dikkatini çekti kaplumbağa ya da ispinoz değil,
bu bir alaycı kuştu.

"Dört farklı adadan örnekler vardı. İkisi birbirinin aynıyken,
diğer ikisi farklıydı. Her adada, o adaya has bir tür vardı."

Birbirlerinin görüş alanında olan değişik adalarda farklı türden alaycı kuşlar var. Biraz farklı tüylere sahipler ve gagaları da ispinozlar gibi farklı. Darwin o an Lawson'ın kaplumbağalar hakkında söylediği bir şeyi hatırladı. Bir kaplumbağanın sadece kabuğuna bakarak hangi adadan geldiğini bilebileceğini iddia etmişti. Farklı ada, farklı kaplumbağa, aynı şeydi. Etkileyici Galapagos manzarasına bakarken adaların sürekli değiştiğini fark etmişti. Yaşayan şeyler de değişebilir miydi?
Zaman tünelinde geçmişe doğru bakmaya başladı.

"Kendimi yaradılış anının
içindeymişim gibi hayal ettim."

Galapagos'un ateşten doğuşunu, okyanusun derinliklerinden yükselişini gördü ama yaşam daha sonra,
başka bir yerden gelmişti. Galapagos’daki izolasyon ve sonra adadan adaya olan izolasyon bir türü başka bir türe dönüştürmüştü. Darwin Galapagos’un büyük sırrı hakkında küçük bir ipucu yakalamıştı. Yeni bitkiler, yeni hayvanlar, yeni hayatlar... hepsi adanın kendisi tarafından yaratılıyordu. Benzer örnekleri diğer türlerde de aradı. Bir gün, küçük ispinozlar onun verdiği isimlerle anılacaktı. Çok çeşitli gagalardan oluşan mükemmel bir koleksiyona sahip olmasına rağmen bu türlerin hangi adalardan geldiğini işaretlemeyi düşünememişti. Bu yüzden bir faydası olmuyordu. Ve kaplumbağalara gelince, 45 yetişkin gemiye taşınmıştı ama hepsi de yenilmişti. Kabukları da denize atılmış, sonsuza dek kaybolmuştu. Geri dönme imkânı olmayan Darwin, ispinoz gagaları ve kaplumbağa kabuklarının gerçek hikâyesini hiç bilemeyecekti. Ama alaycı kuşlarda, evrim hakkında ipuçları yakalamıştı. 1859'da, Galapagos’dan ayrılışından 24 yıl sonra Charles Darwin'in "Türlerin Kökeni" adlı kitabı yayımlandı. Dünyayı sonsuza dek değiştirdi. Yaşamı boyunca, her zaman tek bir gerçeğe tutunmuştu: ıssız Galapagos adalarının tüm görüşlerinin kaynağı olduğuna "Türlerin Kökeni" adlı kitabının kaynağı olduğuna.

Galapagos, dünyadaki cehennem değil ama evrimin hayat dolu, capcanlı bir göstergesi.

"Kendi içinde küçük bir dünya olan bu yerde büyük gerçeği görmeye oldukça yakınlaştık gibi. Bir gerçek ki tüm gizemlerin en gizemlisi... bu dünyadaki varlıkların ilk yaradılış safhası."

Darwin'in üzerindeki etkisi o kadar büyüktü ki daha sonralarda, 
Galapagos adalarının tüm görüşlerinin kaynağı olduğunu söyledi.

Galapagos (0°40′G 90°33′B)




90 derece batı 1 derece doğu. Büyük Okyanus'un enginliğinde kaybolmuş bir dünya. Hayal edilebilen en ilginç yaşamların olduğu yer. Vahşi doğa güçlerinin hüküm sürdüğü, Dünyadaki yaşam anlayışımızı değiştirmiş olan adalar.

Galapagos, Güney Amerika kıyılarından 600 mil kadar açıkta Ekvator'un üzerinde 13 dağınık ada ile yüzden fazla adacık, kayalık ve resiften oluşur. Her adanın kendine özgü yapısı vardır. Kimisi orman ile kaplıdır, içindeki yaşamı gizler. Kimisi de için için yanar, sert ve engebelidir, korsanlara ev olur, ejderlere de yuva. Hepsi de gezegenimizin başka bir yerinde bulunmayan özelliklerde yaratılmışlardır. 

Galapagos sıradan adalardan oluşmaz. Gizemli bir tarih öncesi dünyadır. Yaşamı çok derince
etkileyen bir manzaradır. Galapagos, dünyadaki en bozulmamış tropik takımadadır. Mevcut doğal vahşi yaşamın %95'i hâlâ zarar görmemiştir.

Şu an Galapagos’da yüksek derecede etkin altı yanardağ vardır. İçlerinden biri birkaç yılda bir patlar. Bazen birkaç ayda bir de olur. Volkanik faaliyet, Galapagos’daki en temel güçtür. Sadece on bin yıl içinde yeni bir ada inşa edebilir. Ve bir anda tüm yaşamı silip atabilir. Galapagos’daki jeolojik güç her boyda ve her şekilde bir yığın ada oluşturdu. Bazısı sıkıştırılmış külden oluşan
bir sütun gibi. Bazısı da lav püskürmesi sonucu oluşmuş. 100'den fazla ada, adacık ve kayalık
okyanusun yüzeyine serpilmiş. 






Eylül 1835'te yola çıktıktan neredeyse 4 yıl sonra çok az bilinen Galapagos Adaları'nda karaya çıktılar. Burada dünyanın başka hiçbir yerinde rastlanmayan canlılar buldular. Uçma yetisini kaybetmiş olan karabataklar. Deniz dibinde otlamak için, dalgaların içine doğru yüzen kertenkeleler.
Cambridge Üniversitesi'nde botanik ve jeoloji eğitimi görmüş olan Darwin, bitki ve hayvan örnekleri topladı. Tetkikler için sahile indiğinde, bulduklarını günlüğüne yazmayı âdet edindi.

"Yardımcım ve ben kuzeydoğuya doğru birkaç mil mesafede karaya çıktık. Yukarıda bahsettiğim,
bacaları andıran bölgeyi incelemek istiyordum. (volkanik bacalar, herhâlde) Hatta 'Wolverhampton yakınlarındaki demir ocakları'nı andırıyor' desem mukayese daha doğru olurdu."

Galapagos'un Britanyalı sakini dev kaplumbağaların kabuklarının şekline bakarak hangi adaya ait olduklarını söyleyebiliyordu. Eğer kabuğun ön kısmı yuvarlaksa, sulak bir adadan geliyor ve gür yer bitkileriyle besleniyor demekti. Oysa kurak bir adadan gelenlerin kabuklarının önünde, daha yüksek bitkilere erişebilmelerini sağlayan bir çıkıntı vardı. Ayrı adalardan gelen, farklı görünümlü
bu kaplumbağalar, ayrı türler miydi? Eğer öyleyse, her biri göksel yaradılışın farklı bir ürünü müydü? Galapagos hayvanlarında Darwin'in ilgisini çeken farklılıklar tabii ki küçük şeylerdi. Ama eğer bu tip gelişimler mümkünse, binlerce, milyonlarca yıl zarfında bu küçük değişimler dizisinin tek bir köklü değişime dönüşmesi acaba sözkonusu olamaz mıydı? Eve dönüş yolculuğunda, Darwin'in tüm bulguları zihninde tartacak vakti oldu. Türler sabit olmayıp zaman içinde yavaş yavaş
değişiyor olabilirler miydi?

Richard Dawkins Galapagos'ta

Galapagos'un Sakinleri:

Dev Kaplumbağalar



İguanalar


Mavi Ayaklı Sümsük Kuşu (Boobies)


Kanatsız Karabataklar

Galapagos Sakini: Mavi Ayak

“Aradığın nasıl bir giz? Ne ben, ne de Galapagos Adası sümsük kuşunun yüzgeçli mavi ayakları, gizini bulabildik yaşamın. “
(Maldoror’un Şarkılarından,ufak bir değişiklikle*)  

 Mavi ayaklı


Muhteşem ayakları kur gösterisinde anahtar rolünü üstlenir. Eşini ikna etmek için çalışır. Çevredeki en mavi ayaklar arasından. Dünyadaki mavi ayaklı sümsük kuşlarının dörtte üçü Galapagos’da yaşar. Şartlar elverişli olduğunda çok hızlı hareket ederler. Ayaklar, kullanışlı bir frendir. Sümsük kelimesi, İspanyolcada "palyaço" anlamına gelen bir kelimeden türemiştir. Belki de bu ad abartılı yürüyüşleri için verilmiştir. kur yapma dansı Galapagos'da bir adettir. Ayağını ne kadar yukarı kaldırırsa, şansı o kadar fazladır. Göğü göstermesi dişinin ilgisini çekiyor. Dişi kabul ediyor ve erkeğin her hareketini taklit ediyor. İşin asıl kısmına geçiliyor. Sümsük kuşları okyanusun durumuna göre çiftleşme mevsimlerini her an bitirebilirler. Verimli bir yılda, 2 ya da 3 kez yumurtlanır ve her iki çift de sırayla kuluçkaya yatar.


Galapagos Sakini: Deniz İguanası


Eğer dünyada halen sürüngenlerin hükmettiği tek bir yer kalmışsa o da burası, yani Galapagos Adaları'dır. Günümüzde, burada onlardan binlercesi var.  İguanalar, adalar boyunca o kadar çok ve o kadar yaygınlar ki şimdi Galapagos'un en ünlü sakinlerinden biriler. Sürüngeni kayadan ayırt etmek zordur.

Bu yaratıklar yeryüzünde başka hiçbir yerde bulunmaz. Deniz iguanaları iyi yüzücülerdir.
Tek bir nefeste, 9 metreye rahatça dalabilirler. Tüm bu çaba, soğuk sularda büyüyen kırmızı ve yeşil yosunlar içindir.

 Deniz iguanası dünyadaki tek deniz kertenkelesidir.





Lonesome George


Yalnız George 
(d. 1910 - ö. 24 Haziran 2012),




Nakliye yolu üzerinde bulunan Pinta, takımadaların kuzey saçakları etrafında gemiler ve onların aç mürettebatı için favori bir mola yeri oldu. Ve eşsiz Pinta kaplumbağalarının 20. yüzyıl itibarı ile soyları tükendi. Ancak 1972'de inanılmaz bir keşif yapıldı ve filme alındı. Yaşayan bir Pinta kaplumbağası ağaç altındaki çalılıklarda keşfedildi. Ana adada korunaklı bir yere alındı. Kalan günlerini rahat ve güvenli geçirebilmesi için. Burada, uluslararası bir üne kavuştu, ve ona durumunun yansıtan bir isim verildi: 

Yalnız George

Yaklaşık 80 yaşındaydı. Ve eklemlerinde bir parça gıcırtı vardı. Muhtemelen dünyadaki en nadir hayvandır - kesinlikle, daha nadir olamazsınız, eğer ki, türünüzün son örneği iseniz. Dişisi çok uzun zaman önce öldü. O da öldüğünde, Galapagos kaplumbağalarının Pinta türünün nesli tükenmiş olacak. Ancak, çok önemli bir hayvan. Muhtemelen diğer tek kalan canlılardan daha önemli, çünkü çevremizin kırılganlığı konusunda tüm dünyanın dikkatini çekmeyi başardı. Ve bilimi teşvik ederek burada Galapagoslar'da yepyeni  alanların araştırılmasına öncülük etti. Filme alındıktan sadece 14 gün sonra, uykusunda öldü. Ama unutulmayacak. Yalnız George'nin hikayesi, 200 yıl önce Darwin'in kısa ama ünlü ziyareti gibi, bir çok ziyaretçiyi adalara çekti.

David Attenborough




***

 Dev Galapagos kaplumbağası'nın bir alt türü olan Chelonoidis nigra abingdoni'nin son temsilcisi. Galapagos Adaları'ndaki Galapagos Ulusal Parkı'nda yaşamıştır. Türünün son örneği olduğu için Yalnız lakabı verilmiştir.

Yalnız George, Charles Darwin Araştırma İstasyonu'nda, Aralık 2011 Ne zaman doğduğu tam olarak bilinmeyen George, Pinta Adası'nda 1972 yılında bir çoban tarafından bulundu. Türünün bilinen son türü olması nedeniyle özel olarak korundu ve soyunun devamı için İspanyol adaları'ndan getirilen türüne en yakın iki dişiyle çiftleşti ancak yumurtalar boş çıktı. 100 yaşın üzerinde olduğu sanılan ve 10 yıl daha yaşaması beklenen George, 25 Haziran 2012'de hayatını kaybetmiştir. Yalnız George'un ölümüyle türünün soyu tükenmiştir. (https://en.wikipedia.org/wiki/Lonesome_George)

Galapagos Sakinleri: Dev Kaplumbağalar

Dev kaplumbağalar. Bu olağanüstü yaratıklar kendi isimlerini adaya verdiler. İspanyolca Galapagos, kaplumbağa anlamına gelir. Büyük bir tanesinin ağırlığı çeyrek tona kadar ulaşabilir. 100 yıla kadar ya da daha uzun bir süre yaşayabilirler. Bu da onları tüm omurgalılar arasında en uzun ömürlü canlı yapar. Ve sürüngenler olarak enerjilerini güneş banyosu yaparak elde ederler. Ancak, vücutları öyle büyüktür ki bir kez ısındılar mı oldukça uzun bir süre dolaşmaya devam edebilirler. 




Galapagos Sakinleri







Darwin's Struggle: The Evolution of the Origin Of the Species

Tiktaalik

Rupert Brook’un Cennet adlı şiirine Carl Sagan’ın Tanrının Kapısını Çalan Bilim kitabında rastladım. Tiktaalik’e gelsin:

Tiktaalik, Tanrı'nın kapısını çalan balık..


BALIK (Haziran ayı derinliğinde
sinek dolu sularda,
tembel tembel yüzerek vakit geçiriyorlar)
Derin dal ey akıl, karanlık ya da berrak sularda
balık gibi kaygan her sırra
umut ya da korkuyla olta atarak


Balıklar, akarsuları ve havuzları olduğunu
söylüyorlar ama
daha ötede ne var ki diye soruyorlar
 yaşadığımız bu hayat hayatın kendisi olamaz
diye yemin ediyorlar
çünkü hayat dediğin şey hepsi bundan ibaretse
ne de tatsız bir şey


Birileri sudan ve çamurdan
her nasılsa iyiliğin çıkageldiğinden
kuşku duyuyorlar
ve, elbet, saygıdeğer gözler
akışkanlıkta bir erek görüyor olmalılar


Karanlık içinde biliyoruz
işte inançla haykırıyoruz ki istikbal tamamen çorak değil
çamur çamura karışıyor! Ölüm anaforu yaklaşıyor
belirlenmiş. Son burada olamaz, burada olamaz.


Fakat mekân ve zamanın ötesinde, bir yerde,
su ıslak mı ıslak
çamur balçık mı balçık
Ve orada (inanıyoruz ki) biri
Akarsuların akarsu olmaya başlamasından önce
Yüzmüş,
Pul pul balıkçıl şekilli ve zihinli
hep kudretli ve müşfik
Ve o çok kudretli yüzgeç altına
en küçük balıklar girebilirler.


Ah, ah! Hiçbir zaman sinek bir olta iğnesi gizlemez,
diyor Balık, Ebedi Akarsu
Fakat orada dünyanın yabani otlarından daha fazlası var
 Ve çamur göksel bir itibarda


Semiz tırtıllar sürünüp gidiyor etrafta
ve cennet böcekleriyle karşılaşılıyor
yok olmuyor küf etrafta, ölümsüz sinekler
Ve hiçbir zaman ölmüyor kurt


Ve arzularının, tüm arzularının o Cennetinde

 hiç toprak olmayacak diyor balık



Space Oddity

Ashes to ashes, dust to stardust. your brilliance inspired us all. Goodbye starman 

Chris Hadfield to David Bowie


İçimizdeki Balık

İÇİMİZDEKİ BALIĞI BULMAK


Yetişkinliğe geçtiğimden bu yana, yazlarımı hep Kuzey Kutbu dairesinin kuzeyinde, kar ve sulusepken yağışı altında, sarp kayalıklardaki taşları eşeleyerek geçiririm. Çoğu zaman soğuktan donarım, her yanım su toplar, oramda buramda nasırlar çıkar ve elim boş dönerim. Ama eğer şansım yaver giderse, tarihöncesinden kalmış balık kemikleri bulurum. Çoğu kişiye öyle gelmese de, bu kemikler benim için altından kat kat değerli hâzinelerdir. Tarihöncesi balık kemiklerinin izini sürerek kim olduğumuzu ve nasıl böyle olduğumuzu anlayabiliriz. Vücudumuz hakkındaki bilgileri, dünyanın dört bir yanındaki kayalardan çıkarılan solucan ve balık fosillerinden, bugün yeryüzünde yaşayan hemen her canlının DNA’sına kadar, tuhaf görünebilecek pek çok yoldan ediniyoruz. İnsan vücudunun temel yapısıyla ilgili ipuçlarına ulaşmada geçmişten kalan bu iskelet (ve daha önemlisi balık) kalıntılarını neden bu kadar önemsediğimi anlatmaya bu da yetmez.

Bundan milyonlarca, hatta çoğu kez milyarlarca yıl öncesinde olan bitenleri gözümüzde nasıl canlandırabiliriz? Ne yazık ki, hiç görgü tanığı yok; hiçbirimiz oralarda değildik. Aslında milyarlarca yıl önce, ortalıkta ne konuşan, ne ağzı, ne de kafası olan bir şey vardı. Daha da kötüsü, o zamanlar var olan hayvanlar çoktan ölüp gitmiş ve o kadar uzun süre gömülü kalmıştır ki, iskeletleri de ancak nadiren korunabilmiştir. Gelmiş geçmiş tüm canlı türlerinin yüzde 99’dan fazlasının bugün soyunun tükendiği, bunların ancak çok az bir kısmının fosilleşip kaldığı ve bunların da bugüne kadar henüz çok azının bulunabildiği dikkate alınacak olursa, geçmişimizi anlamaya yönelik tüm girişimler, daha başından yenilgiye mahkûm görünüyor.

İçimizdeki balıkla ilk kez karlı bir temmuz günü öğleden sonra, yaklaşık 80 derece kuzey enlemindeki Ellesmere Adası’nda, 375 milyon yıllık kayaları incelerken karşılaştım. Dünyanın bu ıssız bölgesine, balıktan karada yaşayan hayvana geçişteki en önemli aşamalardan birini keşfetmek uğruna meslektaşlarımla birlikte yolculuk etmiştik. Taşların arasından bir balığın burnunun ucu görünüyordu. Üstelik bu herhangi bir balık da değil, yassı kafalı bir balıktı. Yassı kafasını gördüğümüz an önemli bir şey bulduğumuzu anlamıştık. Kayalığın içinde iskeletin geri kalan kısmı da varsa, bu bizim kafatasımızın, boynumuzun, hatta kol ve bacaklarımızın geçmişindeki ilk evrelere ışık tutabilirdi. Yassı kafa, denizden karaya geçişle ilgili olarak benim için ne anlama geliyordu? Neden Hawaii’de değildim de, kendi güvenliğimi, rahatımı bırakıp Kuzey Kutbu’na gelmiştim? Bu soruların yanıtları, fosilleri buluşumuzun ve kendi geçmişimizi aydınlatmak için bunlardan nasıl yararlandığımızın öyküsünde saklı.

Fosiller, kendimizi öğrenmek için başvurduğumuz en önemli kanıtlardandır (diğerleri ise, ileride ele alacağım genler ve embriyolardır). Pek çok kişi, fosil bulmanın, genellikle hayrete düşürücü bir kesinlik ve tahmin gücüyle gerçekleştirdiğimiz bir şey olduğunu bilmez. Sahadaki başarı şansımızı en yüksek düzeye çıkarabilmek için evde ödevimizi iyi çalışırız. Sonra da işi şansa bırakırız.

Planlama ve şansa bırakma arasındaki bu paradoksal ilişkiyi en güzel anlatan, Dwight D. Eisenhower’in savaş hakkındaki ünlü sözleridir: “Anladım ki, bir çarpışmaya hazırlanırken planlama yapmak şarttır, ama planlar hiçbir zaman işe yaramaz.” Bu söz, saha paleontolojisini de gayet güzel özetliyor. Bizi, fosil bulabileceğimiz alanlara götürecek her türlü planı yaparız; sahaya varınca da, saha planını olduğu gibi çöpe de atabiliriz.

Sahada karşılaştığımız durumlar, en iyi hazırlanan planları bile değiştirebilir. Yine de bu durum, bazı bilimsel soruları yanıtlayabilecek keşif seferleri planlamamıza engel değildir. Aşağıda anlatacağım birkaç basit fikirden yararlanarak önemli fosillerin nerelerde bulunabileceğini tahmin edebiliriz. Kuşkusuz her zaman yüzde 100 isabetli olmayabiliriz, ama şansımız, genelde işleri ilginç kılabilecek sıklıkta yaver gider. Ben de, kariyerimi tümüyle bunun üzerine kurmuş durumdayım: memelilerin kökenlerine ilişkin sorulan yanıtlayabilecek ilk memelileri, kurbağaların kökenlerine ilişkin soruları yanıtlayabilecek ilk kurbağaları ve karada yaşayan hayvanların kökenlerinin anlaşılabilmesine yarayacak üyeli ilk hayvanlardan bazılarını bulup çıkarmaya.

Saha paleontologları, yeni kazı yerleri bulmanın, artık pek çok bakımdan eskisinden çok daha kolay olduğu bir çağda yaşıyor. Belediyelerin, petrol ve gaz şirketlerinin yaptığı jeolojik keşifler sayesinde yörelerin jeolojik yapısı hakkında bugün çok daha fazla şey biliyoruz. İnternet sayesinde haritalara, saha etüt bilgilerine ve havadan çekilen fotoğraflara hemen erişebiliyoruz. Hatta dizüstü bilgisayarımla, evinizin arka bahçesinin olası fosil alanlarından biri olup olmadığına bile bakabilirim. Üstelik görüntüleme ve radyografi cihazlarıyla bazı kaya türlerinin içini görebiliyor ve barındırdıkları kemikleri görüntüleyebiliyoruz.

Tüm bu derlemelere rağmen, önemli fosilleri ararken hala neredeyse yüz yıl öncekiyle aynı yollara başvuruyoruz. Paleontologlar, bugün de, kayaları aynı şekilde incelemek (aslında kayaların üzerinde sürünmek) ve kaya içlerindeki fosilleri, çoğu zaman elleriyle kazıp çıkarmak zorundalar. Kemik fosilleri ararken ve çıkarırken o kadar çok karar alınması gerekir ki, devreye giren süreçleri bilgisayarda işlenecek bir dile dökmek, çoğu zaman mümkün olmaz. Üstelik fosil bulmak için bir monitöre bakmak, asla kazarak çıkarmanın keyfiyle boy ölçüşemez.

Bu işi zorlaştıran, fosil alanlarının ender oluşudur. Başarı ihtimalimizi en yüksek düzeye çıkarmak için üç durumun birbirine yakınlaştığı yerleri bulmaya çalışırız. Arama yaptığımız yerler doğru yaşta, fosilleri koruyacak türde ve yüzeye çıkan kayaların bulunduğu bölgelerdir. Bir diğer etken daha var; o da tesadüf. Örnek olarak anlatacağım öykü de bununla ilgili.

Örneğimiz bize, canlılık tarihindeki büyük geçişlerden birini, yani karanın balıklarca istila edilişini gösterecek. Milyarlarca yıl boyunca canlıların hepsi sadece suda yaşarken, günümüzden 365 milyon yıl kadar önce, karada da yaşar hale geldiler. Bu iki ortamdaki hayat birbirinden tamamen farklıdır. Suyun içinde soluyabilmek için, havada solunum için kullanılanlardan çok farklı organlar gerekir. Aynı şekilde boşaltım, beslenme ve hareket için gelişen organlar da farklıdır. Sonuçta, bu geçişin gerçekleşmesi için tamamen yeni bir vücut tipinin ortaya çıkması gerekiyordu.

İlk bakışta, bu iki ortamı birbirinden ayıran çizginin aşılması imkânsız gibi görünür. Ancak, kanıtları inceleyecek olursak her şey farklı bir görünüme bürünecektir; imkânsız görünen şey, aslında gerçekleşmiştir. Doğru yaştaki kayaları ararken, lehimize işleyen olağanüstü bir durum söz konusudur: Kayaların içinde yer alan fosiller, öyle rastgele dizilmiş değil; bulundukları yer de, bu yerin barındırdıkları da, kesinlikle belli bir düzene tabidir. Keşif seferlerimizi tasarlarken de, işte bu düzenden yararlanabiliyoruz. Milyarlarca yıllık değişim sürecinde, yerkabuğundaki farklı türden kaya katmanları birbiri üzerine yığılmıştır. Buradaki geçici varsayım -ki bunu test etmek kolaydır- en üstteki kayaların dipteki kayalardan daha genç olduğu şeklindedir; bu da genellikle, katman yaş pasta gibi düzgün biçimde üst üste dizilmiş (Büyük Kanyon’u düşünün) arazilerde geçerlidir. Ancak yerkabuğundaki hareketlerin yarattığı fay çatlakları bu katmanların yer değiştirmesine neden olabilir ve yaşlı kayalar genç kayaların üzerine çıkabilir. Neyse ki, bu fayların konumlarını tespit ettikten sonra, parçaları biraraya getirip katmanların başlangıçtaki düzenini yeniden oluşturmak mümkün.

Bu kaya katmanlarının içindeki fosiller de, alt katmanlardaki canlı türlerinin üst katmanlardakilerden tamamen farklı olduğu bir düzen sergiler. Canlı tarihini tümüyle içeren tek bir kaya sütununu oyup çıkarabilecek olsak, inanılmaz bir fosil dizisiyle karşılaşırdık. Bu durumda, en alt katmanlarda pek hayat belirtisi olmaz, bunların üzerindeki katmanlarda, denizanası benzeri çok çeşitli canlıların izleri olurdu. Daha üst katmanlarda ise, iskeletleri, uzantıları ve göz gibi çeşitli organları olan canlılar, onların üstünde de omurgalı ilk hayvanların bulunduğu katmanlar yer alırdı. Ve bu böyle devam ederdi. İlk insanları içeren katmanlar çok daha üstte bulunurdu. Tabii ki, yeryüzü tarihinin tamamını içeren böyle bir sütun yok. Yeryüzünde bir bölgedeki kayalar ancak dar bir zaman kesitini yansıtır. Resmin tamamını görebilmek için, dev bir yapbozu tamamlamaya uğraşır gibi, kayaları ve içlerindeki fosilleri birbiriyle karşılaştırıp eşleştirerek parçalan biraraya getirmemiz gerekir.

Kuşkusuz, kayalardan çıkarılacak böyle bir sütunda, fosilleşen canlı türlerinin evrimini izleyebilirdik. Böyle bir kaya sütununun sağlayacağı kesinlikte olmasa da, günümüzde yaşayan hayvan türleriyle karşılaştırarak, her katmandaki canlı türlerinin aslında neye benzeyebilecekleri ile ilgili ayrıntılı tahminler yürütebiliriz; bu da, yaşlı kaya katmanlarında ne tür fosiller bulabileceğimizi tahmin etmede işimize yarayabilir.

We Are All Fish



İnsan hemcinslerime baktığımda geçmişte yaşamış hayvanların hayaletlerini görürüm. Hepimizin içinde gizli, destansı  bir öykünün izleri vardır. Benim adım Neil Shubin. Bir bilim adamı olarak, insan vücuduna çoğu insandan farklı bakıyorum. Elimizle kavrama şeklimizi primat atalarımıza borçluyuz. Bu kadar çok sesi duyabilme yeteneğimiz ise geçmişte yaşamış fare  kadar hayvanlara dayanıyor. Ve ne kadar geçmişe gidersek, işler o kadar tuhaflaşıyor.

Kendi vücudumuzun temel parçaları ilk olarak suda yaşayan balıklarda ortaya çıkmıştır. Sudaki yaşamdan karadaki yaşama geçiş süreci de insanlığımızın özü olan yepyeni anatomik icatların önünü açmıştır.

Yaşam ağacındaki yolculuğumuzun her yeni aşamasında eski hayvan atalarımız, kendilerinden
önceki yapıları yeniden şekillendirdi. Bütün ilginç kusurlarımıza rağmen bugün gezegene hükmeden zeki canlılar haline işte böyle geldik. Vücudumuzdaki her organ, hücre ve genin gezegenimizdeki yaşamın geri kalanıyla derin bağlar taşıdığı düşüncesi cidden önemli ve güzel bir farkındalık içeriyor.

Neil Shubin