Sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Solo, Piano - NYC

Solo, Piano - NYC by Anthony Sherin

Luca Guadagnino

Call Me by Your Name (2017, Luca Guadagnino)


Elio’nun kitaptaki halinden iki yaş daha gençtim. Ancak çocukluğumu, ergenliğimi, yönetmen olmaya nasıl başladığımı çok net hatırlıyorum; çünkü odanın uzak bir köşesine gider, partilerde dans eden insanları incelerdim. Kitaplar okur, aklımda hikayeler kurardım ve cinselliğinden haberdar olmak üzere olacak olan genç bir erkek olmaya başlamıştım. Elio’nun aksine, ben (bu konuda) konuşmaya cesaret etmiştim.

Küpeli Havuzu




Küpeli havuzunun akıbeti ne oldu bilmiyorum  ama bu filmle ölümsüzleşmiş. Sanki Küpeli Havuzu'nun kendisini değil de yansımasını seyrediyordum. Gerçeklikten soyut bir güzellik sanki, öyle sade öyle berrak yansımış. Huzur kaçıran hiçbir şey yok. Whitman şiirleri gibiydi, kardeşçe, sevgi dolu, ve tatlı bir erotizm de yayılırken genç bedenlerden.

Emeği geçenlerin eline sağlık.
Metin Akdemir'in notu:  Havuz geçen yil kentsel dönüşüm adı altında surici yikiminda yıkıldı ve yerine büyük bir park inşa edildi. Iyi ki filme almışız.

SATYRİCON (Petronius & Fellini)


  En sevdiğim kitaplardan biri Nero’nun sarayındaki soylulardan biri olan Petronius Arbiter’in Satyricon'uydu. Bize sadece bölümler halinde ulaşabilmiş. Bazı öykülerin başı, bazılarının sonu yok. Bazılarının ne başı ne sonu var, sadece ortaları kalmış. Fakat eksik olan kısımlar beni daha çok heyecanlandırıyordu, çünkü bunlar düşgücümü harekete geçiriyordu.

      Bazen bizden sonraki kuşakların 4000 yılında, gizli bir mahzende 20. yüzyıldan kalma, kaybolduğu sanılan bir film bulduklarını hayal ediyorum. Arkeologlardan biri Satyricon’u izleyince, "Yazık," diye yakınır. "Başı da, sonu da, ortası da eksik. Tuhaf. Bu Fellini nasıl bir insandı acaba? Belki de deliydi."

      Bir film için Petronius’un Satyricon'u gibi bir kaynak seçerseniz bu, film gelecekten değil geçmişten de bahsetse bilimkurguya benzer. Bu dönem bize uzaktır ve bilinmeyen gelecekten daha az yabancı değildir.
                  
     İnsanın kendisini tümüyle tasarladıklarına bırakabildiği bir tarihi film çekmek harika. İçinde bulunduğumuz zamanın kurallarına bağlanmadan düşgücü zenginliğini araştırma olanağım vardı. Zamanımızda geçen bir olay atmosferi, mekanları, kostümleri, tavırları, yüzleri keyfimce değiştirmeme izin vermez. Olay akışı ve gerçeğe bağlılık beni sadece düşgücüme hizmet ettikleri sürece ilgilendirir. Fakat gerçeği, daha doğrusu gerçek yanılmasını her zaman oluşturmak gerekir, çünkü seyirci başka türlü ayin duyguyu paylaşamaz.

     Satyricon’da bize hayal edemeyeceğimiz kadar uzak olan bir zamanı gösteriyorum. Gerçi eski Roma tarihsel mirasımızın bir parçası, fakat orada yaşamın aslında nasıl olduğunu bilmemiz mümkün değil. Gençliğimde Satyricon'daki eksik bölümleri kendi öykülerimle tamamlardım. Hastanede yatarken tekrar Petronius’a döndüm. Tekdüze, moral bozucu ortamımdan kaçma olanağı veriyordu bana ve Satyricon üzerinde daha yoğun düşünmeye başladım. Kendimi, eski bir vazonun parçalarını birleştiren ve bu arada eksik parçaların nasıl görünmüş olabileceğini tahmin etmeye çalışan bir arkeolog gibi hissediyordum. Roma da dağılmaması için hep restore edilen ama gizlerini kendine saklayan eski bir vazo gibidir. Kentimin pek çok katmanı altında nelerin gizli olabileceği düşüncesi beni büyülemiştir.


Popol Vuh

Werner Herzog


“Cennette çölü geçerken gölgeniz hiç görünmez.”



Mayaların kutsal kitabı Popol Vuh. (Anlamı zamanların kitabı ya da olayların kitabı) İnsanlık tarihinin en eski kutsal metinlerinden biri kabul ediliyormuş:

Yaradılış (POPOL VUH)

Bir zamanlar dünyanın derin bir sessizliğe teslim olduğu, sükûnetin, dinginliğin etkisinde kaldığı yeryüzünün ufak ufak salındığı yalnız ve manasız bir şekilde durduğu söylenirdi. Bu da ilk ispat ve ilk sözlerdir. İnsan yoktu. Vahşi, evcil hayvan, balık, yengeç, ağaç yoktu. Kaya, mağara, vadi, öbek öbek çimenler, çalılıklar yoktu. Orada sadece gökyüzü vardı. Dünyanın yüzü görünmezdi. Gök kubbenin altında bir tek denizler toplanmıştı. Hepsi bu kadardı. Gök kubbenin altında olup şekil almış. azıcık da olsa işitilebilir, hareket eden veya akan veya koşuşturan hiçbir şey yoktu. Etrafta bir tek hiçlik vardı. Sadece sular bir araya gelmişti. Yalnızca deniz yerini almıştı, kabaran tek bir deniz vardı. Aslına bakılırsa başka türlü var olan hiçbir şey yoktu. Sadece dişi ve erkek yaratıcı vardı.
Yaratıcı ve Yapıcı. Çocukları taşıyan Yapıcı ile çocukların babası Yaratıcı. Uçsuz bucaksız suların üzerinde dururdu Bilgelik ve kudret onların özünü oluştururdu. Ayrıca orada gerçekten bir Cennet ve Cennetin Kalbi vardı. Bu, Tanrı'nın adıydı. O'nun ismi bu şekildeydi. 

Tanrı, sözlerini Yaratıcı ve Yapıcı ile paylaştı. Karanlık ve gecenin hüküm sürdüğü yerde Yaratıcı ve Yapıcı ile konuştu. Kendi aralarında konuştular, düşünüp taşındılar. Birbirlerine nasihatler vererek fikirleri arasındaki uyuşmazlıkları giderdiler. Orada, günün ağarması ve insan kavramları gün yüzüne çıktı. Bunun ardından tabiatın yeşermesi canlıların türemesi ve gece ve gündüz boyunca insanoğlunun var olması hakkında kararlar alındı. Huracan isimli Cennetin Kalbi olan yaradanın kudretiyle anlatılanların hepsi gerçekleşecekti. Huracan'ın ilk belirişi "Şimşek" ile oldu. İkincisi "Yıldırım" üçüncüsü ise "Yeşil Işıltıydı.". Cennetin Kalbi bu üç imge ile kaplandı. Ardından Yaratıcı ve Yapıcı'ya ışık ve hayatı masaya yatırma sırası geldi. Hayatın ve ışığın tohumu ne şekilde atılacaktı?. Bizlerin gözeticisi ve koruyucusu kim olacaktı? Bir şekilde gerçekleşecekti!. Bunun üzerine kafa yoracaksın!. Yeryüzündeki sular çekilerek azalacaktı!. Dünya şeklini alacak dengeye ulaşacak, böylece hayat başlayıp cennette de dünyada da ışık olacaktı. İnsanoğlu ne bir ihtişam, ne bir nam ne de bir görkem olmadan yaratılacak, hayata gelecekti. Böyle bir karar verdiler.

Ah não ser eu toda a gente e toda a parte!


"Ah Nao ser eu toda a gente e toda a parte!” 
(Ah, her yerde herkes olamamak!”) 
Fernando Pessoa


Bu haykırış, iki şekilde yorumlanabilir: Bir yandan, psikozun temel bir özelliğini ortaya koyar, öte yandan dünya karşısında kozmik bir tutumu açığa vurur. Bireysel kimliğin reddi, her şey olabilmek için hiçbir şey ve hiç kimse haline gelme, başkasının duyumsamasıyla tam özdeşleşme noktasına taşınan mimetizm, mest edici, heyecan verici, hatta baş döndürücü deneyimler olmanın ötesinde dünyaya ve gerçeklik üzerine bilgi edinmenin güçlü araçlarıdır bunlar, bir yandan deliliğin son derece tedirgin edici yönlerini derinden anlamamızı sağlar, öte yandan insanı bir kimliğin tutsağı olmanın verdiği üzüntü ve umutsuzluktan kurtarırlar... (Görülmemiş İmgeler Kütüphanesi)


Film boyunca Pessoa okuyan Philip 





Lisbon Story / Wim Wenders








The Roads to Freedom (?)









İki sene önce Sartre'ın Özgürlük Yolları üçlemesini üç dört günde şölen duygusu içinde okumuştum ve bir televizyon uyarlaması - mini dizi - yapılsa harika olur diye düşünmüştüm. Meğer varmış: 1970'de, Sartre'ın Özgürlük Yolları üçlemesi BBC tarafından televizyona mini bir dizi olarak uyarlanmış, yorumlara bakılırsa belleklerde iz de bırakmış yapım, ama o tarihlerden beri ne internette hakkında herhangi bir bilgiye ulaşmak mümkün, ne dvd olarak satışta; bağlantıdan akibeti hakkında bilgi edinebilirsiniz. 

Ben 70 yapımı uyarlamasını merak ettiğim kadar, yeni bir mini dizi uyarlaması için de, ki hakkını verecek ellerde olağanüstü bir iş çıkabilir, merakla beklemedeyim. 



Paddle to the Sea (1966)



Amerikalı yazar  Holling C. Holling'in 1941 tarihli çocuk kitabından uyarlanan ve 1966 yılında en iyi kısa film dalında oscar'a aday gösterilen Paddle to the Sea'yi izledim bugün. Bir çocuk yolculuk hayalini gerçekleştirsin diye sedir ağacından oyarak yaptığı kayığı bir tepede bahar günü eriyerek göle akan karların üzerine bırakır.



"Nereden gelmişti o? Küreksiz Kayık adlı bu küçük yaratık buraya kadar nasıl gelebilmişti? Kayığın, deniz kıyısındaki bu Deniz Fenerine ulaşana kadar binlerce millik yolu katettiğini nereden bilebilirdi. Gaspé'yi geçmişti. Quebec'i geçmişti. Montreal'in ötesinden. Toronto'nun ötesinden. Huron Gölü'nün ötesinden. Ta Nipigon eyaletindeki Superior Gölü'nün kuzeyinden gelmişti. Kayık, bir kış günü orada ormanın derinliklerinde yer alan bir kulübede doğmuştu. Ormandaki bu kulübede yaşayan çocuk sedir ağacından bir parça aldı ve Küreksiz Kayığı oymaya başladı. Çocuğun adı Kyle Apataigan idi. Çocuğun bir hayali vardı. Tek başına gerçekleştiremeyeceği bir yolculuğun hayaliydi bu. Ama belki de Küreksiz Kayık onun yerine, bu hayali gerçekleştirebilirdi."





Hell or High Water

hell or high water filminde jeff bridges'ın canlandırdığı şerif son zamanlarda sinemadaki favori adamım... kieslowski diyordu, filmler buralarda bir yerlerdeler. içimizde bir yerlerde kalıyorlar. hayatlarımızın, iç dünyalarımızın bir parçası haline geliyorlar. gerçekten olmuş olaylar kadar bize aitler diye. hell or high water'ı daki şerifi de ekledim ben onlara..






Werner Herzog on Filmmaking

"Read, read, read, read, read, read, read, read, read, read, read, read, read...
 if you don't read, you will never be a filmmaker."

Les Nuits Fauves (1993, Cyril Cottard)


 Cyril Collard (1957 - 1993)

1993’te Yırtıcı Geceler'in (Les Nuits Fauves) hem en iyi film hem de en iyi ilk film dallarında, Fransa’nın Oscar’ı sayılan Cesar ödülünü kazanması, heteroseksüel çoğunluğun bu safhanın anlamını kavramasını sağladı. Eşcinsel aşkın “alenen” sergilendiği sahnelerle dolu olmasına rağmen film basının topyekûn övgüsünü kazandı: Kültür bakanı, “bütün bir kuşak bu filmde kendini buldu” diyerek filmi neredeyse resmen takdis etti. Yazarı tarafından dile getirildiği ve seyirci tarafından da anlaşıldığı üzere film, bir kadına âşık olan bir eşcinseli değil, “çelişkilerini kıyasıya eşeleyen, parçalanmış bir adamı” anlatıyordu.



 Filmin senaryo yazarı, yönetmeni ve başrol oyuncusu Cyril Collard bir çeşit kült kahramana dönüştü, ama James Dean’in yeni bir versiyonu değildi bu kahraman, sadece huzursuz, asî bir genç değildi. Collard ondan bir adım öndeydi, çünkü derdinin ne olduğunu anlamayı ve bunu, aynı trajik çıkmazı kendisiyle paylaşmayanları bile ikna edecek şekilde anlatmayı biliyordu. Amaçsızlıktan kaçmak için kıvranıyordu Collard: “Bir ülkeden diğerine koşturarak listelerine olabildiğince çok şehir eklemeye çalışan Amerikalı turistler gibi geçiyordum hayatın içinden [ve] tam anlamıyla yalnızdım.”



Mümkün olduğunca çok erkekle sevişiyordu, ama ilişkileri “aynı trajedinin sonsuza kadar yinelenmesi”nden başka bir şeye benzemiyordu; arzuları “birer ada gibiydi, birbiriyle asla birleşmiyorlardı.” Erotik heyecanlar ona anlık bir “kadiri mutlaklık” duygusu bağışlasa da, “cehennemin derinliklerine gömülüşüm bir gölge oyunundan öteye gitmiyordu... okşadığım kıçlar, memeler, cinsel organlar ve göbekler kimseye ait değildi.”