Au Revoir les Enfants (1987, Louis Malle)




Louis Malle'ın "Au Revoir les Enfants"ı (1987), bir iki hısım yapıtı çağırdı belleğimde. Jean Vigo'yu, Bresson'u, "400 Darbe"yi. Çocukların oynadığı, dünyalarının konu edildiği bir filmi gerçekleştirmek her babayiğidin işi değil: Ürpertici, sımsıkı bir yapıt Malle'ınki.

Sinema tarihinin 'unutulmaz' kategorisine sokulabilecek 'sahne'lerinden biriyle karşılaştım orada: Bir salona doluşmuş, II. Dünya savaşının en gergin döneminde (1944), Chaplin'in sessiz filmini izleyen çocukların yüzlerinde, peş peşe çevrilen neşe, hüzün, umut sayfaları, gözlerinde ayrı bir anlam dili kuran ışıklar, izlenen filmle çekilen filmin diyaloğu her antolojiye hak kazanacak güçteydi. Bir gün, en beğendiğim filmi değil de, bende, tutkulu bir izleyicide kalıcı iz bırakan belli başlı sinemotografik sahneleri, sekansları, kesit ya da anları kağıt üzerinde mimlemeliyim.

"Au Revoir les Enfast"a gelince, sinema salonundan insanı altüst olmuş uğurlayan filmlerden biri.

Sinema her durumda siyah-beyaz yapılmalı, kalmalıydı.


Enis Batur'dan 
Sinema Yazıları

Nietzsche'nin Yalnızlığı

Nietzsche'nin son mektuplarını (1887 - 1889), yaklaşık 21 aya yayılan son 'salim dönemi'nde yazdığı mektuplardan yapılmış seçmeyi Mekik ile ilgili olarak okurken, Safranski'nin kitabını notlarken, yalnızlık bağlamındaki çıkışları ister istemez dikkatimi çeldi. (Arada, 'iklim arayışı'yla ilgili cümlelerini mimlemeden edemedim - eski bir yazı tasarısı hortladı böylece).

Nietzsche'nin çöküşünde Ecce Homo sonrası kopuşunda yalnız kalışının yol açtığı yanıkların payı ölçülebilir mi? Lou'yla kopuşunun, o büyük hüsranın ardından tasfiyeyi hızlandırdığı tartışılmaz. Wagner 'sorunu'yla katlandığı unutulmamalı o soyutlanma, uzaklaşma, bağları yoketme isteğinin.

Bir o kadar da, saf yalnızlığı bir gereksinme haline getirdiği de. Overbeck'e, 14 Nisan (sic!) 1887'de gönderdiği mektubunda, artık Sils Maria'nın ve Nice'in kendisine elzem saydığı 'birincil ve yaşamsal koşulu' yerine getirmediklerini belirtiyor: 'Yalnızlık, derin dinginlik, mesafe (sic!), sorunlarımın dibine dek inmemi sağlayacak yabancılık (!) koşulu" - neden bu iki seçilmiş, yüceltilmiş noktada gerçekleşemiyor aradığı? Çünkü, buralarda teşhis edildiğini anlamış; dilediğince gözden uzak, silik kalamayacağını. önce Cenova, sonra, en sonunda Torino, iklim özellikleriyle olduğu kadar bu nedenle yeğleyeceği duraklar olacak.

Yaklaşık bir ay sonra, bu kez Malvida von Meysenburg'a bir mektubunda, hem yalnızlıklarını komşu kılmayı öneriyor, hem "en yalnız doğa kesitinin içindeki yalnızlığının tek tesellisi, ilacı" olduğunu belirterek, modern şehirlerin (Nice ve Zürih'in) kısa sürede kendisini nasıl sinirli, gamlı, bulanık, kabız, hasta kıldığını aktarıyor. Aynı mektupta, öte yandan, "yalnızlığa mahkum olduğunu" belirtmekle birlikte bunu 'misyon'uyla açıklıyor: İnsanlardan kaçınmak ve kimseye bağlanmamak" yaşamak anlamına geliyor artık onun için - başka türlüsünü düşünemiyor.

Gelgelelim, 1888 Temmuzunda gene Sils Maria'dadır; bir tür denge yitimi içinde Overbeck'e "Beni bir anlamda boğmaya çalışan bir yılan (sic!) cinsine karşı savunmadayım - bu, yalıtılmışlıktır". Yazdıklarının beklediği yankıyı getirmemesi ikinci, fazladan bir yalnızlık tabakasının üstüne örtülmesine getirmiştir: "Oyalayacak güçte herhangi bir şey bulma güçlüğü büyüyor. Zaman zaman, betimlenmez bir melankoli çöküyor içime." (aynı mektubun sonu). O günlerde, Meysenburg'a yazdığı bir başka mektup "etrafımda gerçekten tam bir boşluk oluştu" cümlesiyle başlıyor ve yazdıklarının karşılaştığı sağırlığın ağırlığını betimliyor.

Bu ne yaman çelişki diyenler çıkabilir, çelişki neresinde: Yapıtını ortaya koymak için süzme yalnızlığı gereksiniyor, ortaya çıkan yapıtın onu yalnız, yapayalnız, birbaşına bırakmasını değil. Sır'da sokulduğum "sıkıntı pathos"u farklı: Torino'da, son demlerinde bile müziğin, sözgelimi Carmen'in onu nasıl esrikleştirdiğini gözardı edemeyiz. Burada, boşluk, külliyen ses.

İkidebir, "bana erişen tek kelime olsun yok" demesi içimi paraladı. Hayvan sembolizmi yerleşiktir Nietzsche'nin yapıtında, hele ki Zerdüşt Böyle Buyurdu'da; ama onlara toptancı perspektifle yaklaşmaz, tersine, iyice ayrıştırır: Deve, aslan, yılan, kuş farklılaşmıştır yazısında. Birkaç kez 'hayvanlık koşulu'na dokunduğunu gördüm, bunlardan biri kendisini "yaralı bir hayvan" gibi "yeraltındaki yuvasında" saklandığını vurguladığı mektupta, biri de "insanı metafizik bir hayvan" kılanın müzik yapması olduğunu söylediği paragraftadır. (Ne dersiniz, Jacques, herşeye karşın, yazışmayı deneyelim mi?)

Yalnızlığın böylesi devirir.

Faunus and Boy (Pierre Klossowski)






* Mitolojide Faunus: Roma dininin en eski tanrılarından biri. Ficus'un oğlu ve Saturnus'un torunu olarak gösterilir. Adı 'qui favet" (iyilik eden, lütuf gösteren) anlamına gelen bu tanrı bir yandan sürülerin, tarlaların koruyucusu olarak Yunan etkisi altındaki tanrı Pan ile bir tutulmuş, öte yandan Roma'nın kuruluş efsanelerine karışmıştır... Klasik çağlarda Faunus bir tanrı olmaktan çıkmış ve Yunan Satyr'leri gibi keçi ayaklı, sakallı, boynuzlu yaratıklar olarak dağda, ormanda, su kenarlarında mypha'ları kovalar gösterilmişlerdir. (Azra Erhat - Mitoloji Sözlüğü)

Klossowski / Nietzsche


Klossowski, Nietzsche'nin son dönemini bir tür beyin / gövde karşıtlaşması olarak görür. Fizyolojik belirtileri (kahredici başağrılarını örneğin) bile bu temel zıtlaşmaya bağlıyor bir yerde. Araya yalnızlığını geriyor. Son on yıla pervasızlığıyla bakarken iki kaynağı eşelemeyi yeğlemiştir: Yayımlamadığı (Colli-Montirani'nin günışığına çıkardığı) dev fragman deposu ve mektuplar. Bir bakıma, arızanın derkenarda, periferide okunduğunu söylemiş oluyor - ayıklanıp seçilmiş, yapıt evresine geçmiş parçalardan çok.

Beyin / Gövde itişmesinde, yürüme eylemine bunca dikkat kesilmiş olduğuna ben dikkat etmemişim ya da önemsemeyerek unutmuşum. Kendime kaş çattım!

Yürüyerek düşündüğünü biliyordum oysa, Nietzsche'nin. Ayakta, ara dere durup, notlar alır, odasına döndüğünde hızla açarmış onları. Yazısı öylesine okunaksızlaşmış ki bir dönem, kendi bile sökemiyormuş harflerini, Gast'tan yardım alıyormuş. Walser'le koşutluk ortada - Mekik'te bunu vurgulamalıyım. (Wöfli'de de hız önemlidir).

Kurşunkalem (bunun Nietzsche'yle ilgisi yok), yeniden gündemime oturdu bu arada - Walser sayesinde. Yazboz'da doğru dürüst bir rol biçmemiştim ona: Olacak iş mi? (Bilge Karasu'da, Necatigil'de yeri büyüktür kurşunkalemin).

Klossowski, koyu yalnızlık bölgelerinde (yıllar yılı dinsel bir kovukta) yaşadıktan sonra canyoldaşıyla karşılaşmıştı. Gizli kapaklıların şahıdır. XX. yüzyılın en yoğun yazılarından birini kurdu. Bataille'dan Blanchot'ya, Caillois'dan, kardeşi Balthus'e, Deleuze'den, Foucault'ya ne 'takım'dır - son üç çeyrek yüzyılda böylesi bir çevre başka nerede kurulmuş olabilir?

Öte yandan, biribirilerini, Acephale dönemi hariç, çok sık görmüyorlar olsa gerekti. Yalnızlar, benzerlerinin varlığını bilerek huzur bulurlar, her dakika buluşup görüşerek değil.

Bak, kovuk konusu da yakıcı.

Pierre Klossowski (1905 - 2001)

photo: pierre berge, klossowski 1997

Eşler, sonra, dikkatli konuşmalı. 

Bir yasak cümlesi gibi görülebilir, değil: 'Kimsenin işine karışılmamalı' diyen de benim. Cümlem, demek ki bir dilek önermesine yaslanıyor; hepsi bu.

Simone de Beauvoir, Sartre'ın cinsel açıdan hiç de matah durumda olmadığını söylüyor. Bize Sartre'ın felsefesi, edebiyatı hakkında ne öğretiyor şu bilgi? Ola ki, düşünürün kendisinin de düşkün olduğu ruh-çözümsel okuma açısından ipucu verebilir - yanıltabilir de ama. Hem, yüzde yüz doğru mu bakalım, Beauvoir'ın saptaması; ikisinin ilişkisi açısından doğru olsa bile?

Bu örnekten hareketle, erkek erkek konusunda duyarlılık gösteriyor, denilecektir herhalde. Aynı cümleyi Beauvoir hakkında Sartre kurmuş olsa, görüşüm değişecek miydi?

Denise Klossowski'yle yapılmış bir söyleşi kitabı damarı açtı, içeride. Pierre Klossowski hakkında bilmediğim pek çok şey öğrendim, eşinin anlattıklarından. Bazı ayrıntılar yapıta ışık vuruyor şüphesiz; gelgelelim, loş olma ve kalma özelliğini de zedeliyor söz konusu yapıtın.

Denise, Klossowski'nin yapıtında, pek az yazar eşinin tuttuğu ölçüde bağlayıcı bir yer tutmuştu - hem anlatılarda, hem o dev karakalem ve renklikalem desenlerde. Roberte'in ta kendisiydi, metinlerde ve resimlerde. Denise, konuşurken, gerçekte bu sonuca direniyor. Klossowski'nin derin, okkalı fantazma evrenindeki figür ile gerçeğin, hakikatta ne denli uyuşmaz olduğunu vurgulamak istiyor. Görünüşte, alabildiğine haklı bir çıkış. Ama: Neden sonra? Klossowski, tıpkı kardeşi Balthus gibi, 90'ını geçmişti öldüğünde: Onca yıl boyunca 'çocuğu' üzmek istememiş! (Benzetme Denise Klossowski'ye ait).

 Dahası var. Kitaplarda, metin içinde hadi neyse; gerisini bilmesek, bir kurban statüsü çıkabilir oradan. Oysa resimler, fotoğraflar için poz verdiğini, filimde (Roberte) oynadığını unutamayız: Sapkın bir fantazmın ürününe dönüşmüş olmak, öbür uçta, Denise'in fantazmının eksenini de belirlemiyor muydu?

İki kardeşin dünyasında, cinsellik pédophilie çerçevesinde ele alınabilecek ölçüde tehlikeli sınırlara dayanıyordu. Balthus'ün tercihi küçük kızlara, Pierre'inki küçük oğlan çocuklarına yönelikti. Denise, kocasının, evlilikleri öncesinde ağır basan cinsel sapkınlıklarının yönünün değiştiğini, kendisini merkeze oturtan yeni bir çemberin doğduğuna inanmış anlaşılan. Ne zamana dek? Yaşı ilerleyince, Pierre'in iştahı gene geçmişteki eğilimlerine dönene dek. Onu frenlediğini, denetlediğini anlatıyor. Başka, özel sorunlarını da. Giderek, eşinin özgün yaratıcı kişiliğini bile satır aralarından satırlara sıçrayarak yargılamaktan geri durmuyor.

Denise Klossowski hayli çekmiş bir kadın. Toplama kampında ölümle yüzleşmiş, trajik darbeler almış, ardından Pierre gibi sıradışı biriyle hayatını paylaşmayı seçmiş, sonuna dek o tuhafın tuhafı dünyanın parçası olarak kalmış. 'Sıradışı' derken, Klossowski'nin yaratıcılığından hareket etmiyorum: Karakter özellikleri ve yaşam çizgisi, vurgu yüklediğim.

Bir biçimde o kapıdan içeri girmiş Denise, dediğim gibi çıkmamış da.

 Şimdi, yani sonra, fantazmagorik figür kılınışına diklenmek için biraz fazla geç kalmış sayılmaz mı?

Noksan
LVII


Pierre Klossowski'nin homoerotik çizimleri






Bacon's Arrow →


Pierre Klossowski'nin erotik çizimleri





13.12.2011



Stranger by the Lake (2013, Alain Guiraudie)







Ada Defterleri

Her şeyin bir sonbaharı var, bazıları ne kadar kısa. Hayatın önüme sıraladıklarına bakıyorum bu sabah, Heybeli'de doldurduğum, doldurmayı sürdürdüğüm defterlerdeki yazının boş, yanılsamalardan örülü, aymaz hali düşündürüyor beni. Mesafe, Temas, Ayar - belli ki hepten yanılıyorum. Birinci kez, Solness durumu: Diktiğim yapıyı taşımayacak bir temelden hareket ettiğim için yıkık dökük, onarılamayacak ölçüde harabeleşmiş, bozgunları karşısında çaresiz biriyim işte ben.

Görmek ve kabul etmek, bir çıkın hazırlayıp gitmek, her nereyeyse, orada bir çadır, bir kulübe dermek çatmak, içeride kendi sıfırınla yüzleşmek. Çıkın mı? Elinde ne kaldığını sanıyorsun?

Üç dört gündür aklımda Bergman dolaşıyor gene. Temas değil ama şimdi: Yedinci Mühür, Sahneler, Saraband. Adasında, nicedir kendi kendine konuşan o harap adama bitişiyorum.

Ve 1887 -1888 elyazmalarındaki karmaşayla, Nietzsche'ye; bir yıkıntı eşiği daha. Sonrasında içi boşalmış yaşarken, bir defasında gözleri parlamış, anasına dönüp sormuş: "İyi kitaplar yazdım ama, değil mi?" Bu anekdot doğru mudur emin değilim: Bomboş gökyüzünde şimşek çaktığı olur.

Elimde ne kaldığını sanıyorsun?

Hala birkaç soru var.

Örneğin: Yıkılacağını bile göre neden kurmaya, dikmeye çalıştın, çalışıyorsun?

Daha da çalışacak mısın?

Kişi, kurabiye pişireceği bir Tanrı'dan yoksun olsa bile, yeri geldiğinde Terki Dünya'sına
çekilebilmeli. Varsın içine düştüğü boşluktan büyüğüyle yüzleşmek durumunda olsun.

Kendinden başka konuşabileceğin kimse(n) kaldı mı?

Bak, elinde bir soru daha var.

Ingmar Bergman

Geceyarısı televizyonda bir haber: Ingmar Bergman, sabaha karşı ölmüş, bir önceki gecenin sonunda, belki kurtların saatında.

Faro'da, Baltık Denizindeki adasında, huysuz münzevi, birbaşına yaşıyordu yıllardır. Kızı "huzur içinde öldü", diye açıklama yapmış. Ömrü boyunca tek salise huzursuzluktan kurtulamamış biri için, doğruysa, beklenebilecek bir son.

Otuz yılı aşkın bir süredir, baş sinemacılardan biri oldu; filmlerine döndüğümde, zaman içinde, hiç düşkırıklığı yaşamadım. Son, en son gerçekleştirdiği film önünde, Saraband, bir defa daha dağlandım kaldım. Çok derin, ipince, harman yeri sorgulaması. Birey, çift, cemaat, toplum, ülke, Dünya ve Evren ve Kaos üzre bir epope.


Üstelik ne kadarına erişebildik? Yüzü aşkın oyun sahneye koydu, hiçbirini tanımıyoruz, tanımayacağız. Büyülü Fener'i, kimi metinlerini okuduk, yazdıklarının küçük bir kesiti. Stockholm Film Arşivine 45 büyük koli elyazmasını bırakalı birkaç yıl oldu. Günışığına çıkarılacaklar, okuyabileceğimiz bir dile çevrilecekler de...


35'ine dek, büyük bir hırsla, yazar olmak istemiş. Yayıncılar geri çevirmişler yolladıklarını, önünü tıkamışlar. İyi mi yapmışlar yoksa? Bilemeyiz.


Her ne demekse, ki benim gözümde apaçık: Gerçekleş(tiril)miş bir hayat. Benim gözümde, başkalarının gözünde apaçık olması başvurduğum tanımı, fiili herkesin gözünde aydınlatmaya yetmeyecek, biliyorum.


Soracaklardır: Gerçekleştirilmemiş hayatlar mı var?


Pek çok yaşam öğesi, Bergman'da, ortalamanın üzerindeydi: Ömür süresi, ürün sayısı, aşk sayısı -öfke, kibir, dibe vurmalar, doruk tırmanışları, yaralanmalar, horgörülme ve taçlandırılma, vb.

Gerçekleştirmenin tek yolu bu fazlalıklarla ilintili değil şüphesiz: Kendi halinde, gürültüsüz, mutlu bir başka formu da geçerli gerçekleştirmenin.

Kaldı ki, onca etkinliğin, getirinin götürünün Bergman'ın durmadan kendisini kemirmesini engelleyemediği biliniyor.

Kaç yıldır Faro'daydı, 'kulübe'sinde?

Son İngrid öleli beri yapayalnız, ruhu yenik ve delik deşik uzatmaların belirsizliğinde yüzüyordu.

Bir itirafında, gün boyu yüksek sesle, İngrid'in hayaletiyle konuştuğuna rastlamıştım.

Bizim ada nüfusunda bugün bir azalma var.

Uzakta bir ada.

Tam yanıbaşımda.

Heybeli'ye getirdiğim birkaç film arasında Saraband da var - orada bir görüşelim gene.

Bergman, adasında

Bergman, adasında.

Yaşlı, deliliğe komşu bir ruh hali var gelgitlerinde, nicedir münzevinin münzevisi. Hiç boş durmamıştı, şu an acaba ne durumdadır? Fırtınası birazcık olsun hafiflemiş midir? Saraband'ı yanımda getirdiydim Heybeli'ye, DVD oynatıcı geçit vermedi.

Gece yatakta, uykuya girmeden, Bergman'ın delici soruşturmasını, yaşamöyküsel cerrahlığını düşünüyordum. Birden aklıma, 1971'de izlediğimde çok sarsıldığım, on yıl sonra benzer duygularla bir defa daha gördüğüm The Touch geldi. "Temas" diye mi çevrilmişti filmin adı, herhalde öyle çevrilmişti.



Temas ve temassızlık, Bergman'ın dünyasında bir ana eksendi. En yakıcı kısımlarında dolaştı, senaryodan senaryoya. Şimdi anımsayamıyorum: Adasına kaç yaşında çıkmıştı? Ondan çok önce filimlerine girmişti ada, adalar.

Kuzeyin adaları serttir. Anakaraya iyiden yabancılaşmış insanlar yaşar orada.

Alkol ve susku.
Bazan: Sonsuz içkonuşma.
Çünkü: Sonsuz içdava
Sanık iskemlesinde: Tanrı, hayat, ben.
Ve: Kadın. Kimbilir hangi iskemlede.

Yalnızlık

Yalnızlığın istenmedik bir sonuç, insanın başına gelen bir şey olduğunu düşünenler olmasa, en küçüğünden en büyüğüne cemaatlar oluşmazdı.

Yalnızlık istendiğinde, seçildiğinde bile, pek az örnekte tümel yalıtım hedefleniyor. İlk çöl keşişlerinden Valery'ye giden çizgide, genellikle teğet konumlanışın farklı derecelendirmeleriyle karşılaşıyoruz.

Yalnızlığın şu ya da bu kertesini benimsemek, özünde, kişinin kendine yeterliliğiyle açıklanabilir mi? Bana kalırsa gerekli şart bu; ama bırakın kendi kendine yetmeyi, kendine artabilecek ölçüde donanımlı olduğunu gördüğümüz insanlar vardır, iki dakika yalnız kalmaya gelemezler.

Demek donanımdan çok bir içhal tanımına bakılmalı.

Melankolik bünyelerde serimlenen, birbirlerinden doz farkıyla ayrışan, uzaklaşan kimyasal eşiklere. Yalnızlığın derin acısını çektiği halde başka türlüsü elinden gelmeyenle, yalnızlığının keyfini çıkaran bir tutulamaz; Çıkış noktasında da, varışta da.

Bir de alıştırma konusu: Neden topluluklar yalnızlığı sevmemiş, giderek kargışlamıştır?

Tek neden 'bize benzemelisin' olmasa gerek.

Ada Defterleri

Bad Boy (1981, Eric Fischl)


20. yüzyılın çarpıcı tablolarından biri ABD'li ressam Eric Fischl (1948) imzasını taşıyan Bad Boy, çok değişik bir cinsel atmosferi betimlemektedir. Eric Fischl resmi hakkında şunları söylemiştir:

"Kökende, Bad Boy ile odada bir çocuğun bulunmasını düşünmedim. Düşündüğüm bir erkek ile bir kadını cinsel birleşmeden sonra odanın şurasına burasına serpilmiş olarak göstermekti. Ama erkek resme uymadı. Bana göre değildi. Önce odadaki resmi yapan, kadına bakan bendim. Sonra, bilmiyorum, odada bir başka kişinin varlığını ayrımsadım, kökende kadının yanı sıra odadaydı, ve benimle birlikte gözlüyordu. Böylece, çocuğu yerleştirdim resme. Ve ondan hoşlandım. Kadın, para, her şey yerli yerine oturdu."

Küçük bir erkek çocuğun yatakta çırılçıplak yatan bir kadını seyrederken, bir yandan da kadının çantasından para aşırmaya çalıştığı görülmektedir. Çanta bir simgedir. Kadının vaginasını simgelemektedir. Cinsellik dozu olabildiğince yüksek, deyim yerinde bulunursa, cinsellik -yoğun bir resimdir. Bir çocuğun çırılçıplak, her şeyi ortada bir kadını seyrediyor oluşu da aykırı bir resim kimliği almasına yol açmaktadır. - Önder Şenyapılı