The Decameron (1971, Pier Paolo Pasolini)






















 Pasolini, Decameron'da
 yanında iki güzel oğlan çırakla 
ressam Giotto'yu canlandırıyor 















Pasolini'nin Sinema Kuramı ya da ‘Şiir Sineması’



"...şeylerin kendisi de derinden derine şiirseldir: fotoğ­rafı çekilen bir ağaç şiirseldir, fotoğrafı çekilen bir insan yüzü şiirseldir, çünkü bu fiziksellik kendiliğin­den şiirseldir, çünkü bu bir görüntüdür, gizem doludur, belirsizlik doludur, çok anlamlıdır, çünkü bir ağaç bile dilsel bir dizgenin bir göstergesidir. Ama ağaç aracılı­ğıyla konuşan kimdir? Tanrı ya da gerçekliğin kendisi. Bu yüzden bir gösterge olarak ağaç bizi gizemli bir konuşucuyla iletişime sokar. Bu yüzden, nesneleri fizik olarak doğrudan doğruya yeniden üreten sinema­nın özünde şiirsellik yatar.”

Pasolini sinema konusundaki kuramsal görüşlerini, 1960’lı yılların ortalarında geliştirdiği ‘şiir sineması’ (cinema di poesia) kavramıyla başlatır.

Pasolini, Cahiers du cinema dergisinde (1967, No. 192) şiir sineması anlayışını şöyle özetler:

“Benim düşünceme göre, sinema özü ve doğası gereği şiirsel­dir... Çünkü o düş gibidir, çünkü düşlere yakındır, çünkü bir si­nema sekansı ve bir anı ya da düş sekansı derinlemesine şiirseldir: Fotoğrafı çekilen bir ağaç şiirseldir, fotoğrafı çekilen bir insan yüzü şiirseldir, çünkü şiirsellik kendiliğinden şiirseldir...




MEDEA 





Tarih Boyunca Aşk


«Erotizm», Pasolini sinemasının baş öğelerinden biri olarak sonuna dek var­olacaktır Pasolini sinemasında. Ama, Pasolini, özellikle eşcinsel bir eğilim gösterdiği için şaşırtıcı, giderek şoke edici bir nitelik taşıyabilecek bu erotizmi, öylesine doğal ve doğanın bir parçası gibi sunacaktır ki, bu erotizm, doğadaki en arı, en katıksız, en kendinden olan şeylerin güzelliğini taşıyan bir şiire erişecektir. 

Marksist / hıristiyan Pasolini, filmlerindeki erotizmle, sanki dinler öncesi çağların, doğanın tek güç ve tek egemen olduğu, cinselliğin yaşamın ayrılmaz parçası, giderek belli-başlı öğesi olduğu bir dönemin cinsiyete verdiği yeri vurguluyordu : Çekinmesiz, sakınmasız, su içer gibi yapılan ve uygulanan bir cinsiyet. Pasolini’nin bu putperest cinsiyet anlayışı, sinemasının  önemli olmayan, ama en çarpıcı olan bir ögesiydi.





“Aslında bu ziyaretçinin bir pagan bereket tanrısı olduğunu düşünmüştüm; sanayi ön­cesi bir tanrı, güneş tanrısı, İncil’deki tanrı. Doğal olarak gerçeklerle yüzyüze gelince ilk fikrimden vazgeçtim ve ziyaretçiye bu dünyanın dışından gelen metafiziksel bir görünüm verdim. O, şeytan olabilirdi ya da Tanrıyla şeytan karışımı. Önemli olan özgün ve karşı çıkılamaz bir şey olmasıydı. ”









Pasolini ve İnanç


"Eğer benim bir inançsız olduğumu biliyorsan, beni benden daha iyi tanıyorsun demektir. Bir inançsız olabilirim, fakat bir inanca özlem duyan bir inançsızım ben." 



... İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu kabul edilirse, ben, İncil efsanesinin dışındayım demektir: inanmayan bir adam oldu­ğumdan, böyle bir düşüncenin dışında kalacağım bellidir. Ama İncil efsanesi derken, sözcüğü en geniş anlamında alıp, dinsel bir efsaneden söz ettiğimiz kabul edilirse, o zaman buna çok yakın olduğum görülür.... Estetik bir uç nokta de­ğildir. Bunu genel olarak sinemadan söz ederken söyledim ve burada çok karmaşık bir kuram alanına giriyoruz. Ama kısaca özetlersek; Sinema birebir yaşantıya benzer, çünkü her birimizin önünde doğuştan ölüme değin aralık vermeksizin arkamızdan gelen, gözle görünmeyen bir kamera vardır. Gerçekte sinema yaşantımız süresince sonsuz bir sekans düzlemidir; bu nedenle gerçek göstergebilimiyle sinema göstergebilimi aynı bilimlerdir.








TEOREMA


Kluge ile üst üste iz­leyebilmiş olmam, hem rastlantı, hem büyük şans: Pasolini, Teorema, 1968

Sinemanın bir sanat olarak ölümüne kesin, tılsımlı bir tarih aramı­yorum, böyle bir şey yoktur, ama 1968, pek çok toplumsal gelişme için olduğu gibi sinema için de anlamlı bir dört yol ağzı yaratmış, bes­belli.

Teorema, şematik, bağırgan bildirisine karşın ses­siz, daha doğrusu yeterince sesli bir film. Pasolini’nin Marksizm-Hıristiyanlık-cinsellik üçgeninde kurmaya çalıştığı olanaksız bireşimi önümüze sürüyor. Milano'lu, ortayaşlı, sanayici bir büyük burjuvanın evine yabancı bir konuk geliyor. Onunla, karısıyla, oğluyla, kızıyla ve evin hizmetçisiyle yattıktan sonra, gelişindeki kadar ani çekip gidiyor - onu bir daha görmüyoruz. Arkasında, düzenlerinden devrilmiş, içinde yer aldıkları boşluğu bütün çıplaklığında gören, çıkış noktası bulmak için çırpınan beş kişi bırakıyor: Çıkış, mistik yoldadır. Film biterken, an­lıyoruz ki, gelip geçen yabancı İsa değilse, Pasolini'nin söylediği gibi Tanrı'nın ete kemiğe bürünmüş hâlidir.




Pasolini'nin değer sistemi, o yıllara bakıldığında anlamını kazanıyor gerçi, ama bu sistemle herhangi bir ortaklık taşımıyorum ben. Sınıf savaşı, din, çoğul cinsellik - reçetenin çözüm getirmediğini ha­yat gösterdi çoktan. Bu sancılı arayışı Batı toplumları, bireyleri yaşadılar; onlara bir çıkış getirmedi. Şimdi sı­ra öteki toplumlarda, bireylerde. Aczmendi ola­yını Pasolini böyle okurdu bugün. Beni Teorema'da ilgi­lendiren başka şey. Ne düşünürse düşünsün, öngör­düğü dünyayı da, diklendiği dünyayı da özgün bir sinema estetiği çerçevesinde avucunun içine alabili­yor mu yönetmen? Böyle baktığımda: Sağlam, güçlü, etkileyici bir film Teorema - üstelik içeriğini sabun kalıbı gibi görmeme yol açan temel felsefesine karşın.

Çok uzaktan da olsa, Brecht'in yapıcı izleri görünü­yor. Dozunda, dengeli bir epik. Bazı izlekler, daha uzun bir filmde, sözgelimi üç saatlik bir versiyonda derinle­mesine işlenebilirdi. Hizmetçinin, popüler kültürün dine bakışını biçimleyen, havada asılı kaldığı bölüm; oğulun, Bacon örneğinin içinden, sanat bağlamında bir mistik peşine takılışı; kızda kilitlenen gövde ve bilinç, annede Magdalena, babada Golgotha'ya tırmanan çırılçıplak İsa, bir de, vurucu fotofiniş: Yalnızca ünleme, nidaya, çığlığa yer bırakan çöl-yeryüzü.

Kişinin canıyla kanıyla yaptığı sinema bu, Celine'in dediği gibi.

Ötesi, herkesin söyleyecek, dinleyecek tırışka hikâ­yeleri nasıl olsa vardır - hepimizde bir Şehrazat yaşaya­caktır, yaşıyordur. Kural mı?








Tanrım, yalnızız biz

Tanrım, yalnızız biz, artık arama bizi!
Gözetleme bizi, gün be gün, yıl be yıl!...
Ne öfke, ne merhamet hissediyorsun bizim acılarımız için. 
Hiçbir şey değişmedi,          
otuz asırdan bu yana, hiçbir şey...”


(P.P. Pasolini, Le meglio gioventudan)



Lucio Carusso’ya yazdığı mektupta Hz. İsa’yı şöyle değerlendirir:

“...Hz. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğuna inanmıyorum... Fakat İsa’nın kutsal/yüce olduğuna inanıyorum: Diğer bir deyişle, in­sanlık onda öyle yücelmiş, öyle güçlenmiş, öyle ideal bir konum kazanmıştır ki, insanlığın normal anlamının ötesine geçmiştir.”