Amor Vincit Omnia (Caravaggio,1602)


"Amor Vincit Omnia" - Love Conquers All, by Caravaggio 1602




                                                                                            Caravaggio (1986, Derek Jarman)

















*

ilgili bağlantılar:

Medusa (Caravaggio, 1598)

Medusa, 1598



Caravaggio
 (Derek Jarman, 1986)

Basket of Fruit (1598, Caravaggio)





Derek Jarman's Caravaggio
1986

Harold Budd - The Art Of Mirrors (after Derek Jarman)

DREAMLAND / Jeff Burton











Çağdaş Erdoğan



*


*


*

Çağdaş Erdoğan'a Özgürlük!

CONTROL / Çağdaş Erdoğan

Tutuklu fotoğraf sanatçısı ve gazeteci Çağdaş Erdoğan’ın “Şiddet içeriği ve olumsuz örnek oluşturabilir” başlığıyla ilettiği yazı... (http://platform24.org/p24blog/yazi/2504/dikkat----18)



Malûmunuz bir süredir devletin birtakım gazeteci, hukukçu, siyasetçi, için tahsis ettiği dinlenme tesislerinde tatil yapıyorum. Bizim için ayrılan kısımda 20 kişi kalıyoruz. Gündüzleri 8 metreye 4 metre havalandırmada kimimiz golf oynuyor, kimimiz at biniyor, kimimiz vücut geliştirme ile uğraşıyor. Ben çoğunlukla kitap okuyup, fırsat buldukça da havuza giriyorum… Dış dünya ve sizin gürültünüzden korunmamız için “sağolsunlar” bütün önlemleri almışlar. Burada dış dünya ile aramızdaki tek iletişim kanalı “koruma” amaçlı yapılan demir kapıdaki sürgülü (af edersiniz) delik. Sürgü her açıldığında istemeden bir heyecanlanma oluyor açıkçası. Acaba avukat mı, mektup mu, iddianame mi ve acaba kime… derken güne kötü başlamış bir gardiyanın sesi yankılanıyor delikten;

G: Çağdaş Erdoğan!

B: Evet!

G: Senin bir kitabın varmış, arkadaşın göndermiş.

B: Evet. CONTROL…

G: Her ne ise. Şimdi şöyle bir durum var, bu kitap bu hâli ile komisyondan geçmez.



B: Sebep!

G: Onu diyecektim. Kitapta +18 görüntüler var, bilgin var mı?

B: Gayet tabii. Ben çektim onları…

G: Sen mi çektin! O çıplak karıları?

B: Kadın değil onlar! LGBTİ bireyler.

G: Neyler?


B: Çoğunlukla geyler.
Arkadaki gardiyan memnuniyetsiz ve şaşkın; “Vay a…  k…! Karı sandım.”




B: Eee! Kitabımı ne zaman vereceksiniz?

G: İşte onu diyecektim. Müdür bey, +18 fotoğrafların yırtılması şartı ile kitabı verebileceğimizi söyledi.

B: İyi de! Ne anlamı kalacak o zaman kitabın?

G: Valla gardaş, benim yapabileceğim bir şey yok. Böyle kabul ediyorsan senin denetiminde sayfaları yırtıp vereceğiz kitabı.

Dişlerimi sıkıyorum. Duruma ağlasam mı, gülsem mi… Sonra aklıma beni buraya getiren sebeplerin saçmalığı geliyor.



The Unfortunate Man (Duane Michals)



The Unfortunate Man
The unfortunate man could not touch the one he loved.
It had been declared illegal by the law.

Slowly, his fingers became toes and his hands gradually became feet.
He began to wear shoes on his hands to disguise his pain.
It never occurred to him to break the law.

Duane Michals

Yirmisekiz genç adam



Yirmisekiz genç adam kıyıda yüzüyor, 


Yirmisekiz genç adam ve hepsi de dostça, 


Yirmisekiz yıllık kadınsı yaşam ve tümü de


yalnızlık


...




Genç erkeklerin sakalları parıldadı ıslaklıktan, ve

aktı

saçlarından,

Küçük ırmaklar saçlarının her yerinden.



...


Genç erkekler yüzdüler sırtüstü, bembeyaz

karınları

güneşe açıldı, bilmiyorlardı kim sarıyordu onları
çabucak.


*
Walt Whitman'ın şiirinden
Çeviri: Can Arıkan


*
ilgili bağlantılar:

Yunan: Cocteau


Yunan*! (Grek!) Kuru ama zarif bir sözcük bu, kısa, dahası kırılmış gibi, biraz da sarp; bu nitelikler Jean Cocteau’yu belirleyiveriyor hemen. Sözcüğün kendisi özenle kesme işinin bir ürünüdür. Bir tahta kütleyi yontup onun ağırlığını hafifleten bir işçi misali yongalarını gaspettiği bir maddenin ağırlığından kurtularak özgür kalan bir şairi göstermektedir. Şair ya da yapıtı ki bu da kendisi oluyor tabi-ilginç bir kalıntı olarak, -“Yunan" sözcüğü gibi- tuhaf bir şekilde yarıda kesilmiş olarak, kesin, sert ve ışıl ışıl durmaktadır ve bir bir sayıp dökmek istediğim birtakım erdemler içerir. Özellikle ışık yayma gücü, önce tekdüze ve acımasız, hiçbir gizemi olmayan bir görünümün ayrıntılarını açıkça gösteren bir aydınlatma: Yunan klasisizmidir bu. Şarini zekâsı, sonuçta, yapıtını o denli beyaz, çiğ bir ışıkla aydınlatır ki bu yapıt soğuk görünür bize. Bu yapıt karışıktır aynı zamanda, gövdesinin ahşap kısımlarından ya da kaidelerinden her biri özenle işlendikten sonra kırılmış ve öylece bırakılmış gibidir. Bugün yabancı güzel kızlar onu görmeye gidiyorlar. O ise pırıl pırıl bir havada mavilikler içinde yüzmektedir.

Jean Cocteau'dan söz etmek için eğretilemeye başvurmuş olmamız basit bir oyun değildir. Yunan sözcüğünü kendisi seçmiştir. Yunanistan'ın ününü eksiksiz yaymak için bunu yeğlemiştir. Yunanistan'ın alttan alta ne kadar karanlık, ne kadar kaba, saçmaya varan bir anlam ifade ettiğini bilmektedir çünkü. .. Oysa Opera'dan Renaud ve Armide'e kadar kırık dökük sütunların, mabetlerin, bütün bunların, kendisini dile getirmeye değil gizlemeye karar vermiş bir ızdırabın, bir umutsuzluğun görünen biçimleri olduklarını tahmin edebiliyoruz. Bu ızdıraplar, umutsuzluklar bu biçimleri, büyük bir incelikle ama aynı zamanda Hellad'ın soylu çöküşünün uçan bir dünyayla ilintilendirildiği günden beri biraz da bizim dünyamıza dönük bir görünümle zenginleştirmektedirler. Şairin acıklı durumu işte burada yatar. İnsanla yoğrulmuş, bazen pis kokan derin bir topraktan sıcak dalgaları yükselir ve zaman zaman utançtan yüzümüz kızarır. Bir tümce, bir dize, neredeyse masum bir çizgiyle çizilmiş bir resim sözcüklerin arasından, kesişme noktalarından, yoğun bir yer altı yaşamının belirtisi olan ve bazen iğrenç kokan ağır bir havanın çıkmasını sağlar.

Böylece Jean Cocteau'nun yapıtı fırtınalı havalarda uçan ve bizim uygarlığımızın ağır yüreğine gelip takılan hafif bir uygarlık gibi görünmektedir bize. Şairin varlığı da bir şeyler ekler buna, zayıf, düğüm düğüm zeytin ağaçları gibi bir görünüm kazanır o zaman.



Sinematografik Fotoğraf / Philip Lorca Diorcia


Philip Lorca Diorcia'nın sinematografik fotoğrafları. Öncesi ve sonrası anın içinde duruyor; ben yukarıdaki için bir senaryo yazdım,  kalanı size bırakıyorum...


They showed me a Herb Ritts photo that they liked...

William Yang

Joe,1979 / William Young


We had strong eye contact right from the start and I thought I had a good chance. The music was loud so I leant over to shout my opening line. He pointed to his ears and shook his head and I understood that he was deaf. He wrote words on the palm of his hand. J.O.E. Joe! It was totally vivid. I’ll never forget it. He brought me a drink. We didn’t have small talk so things developed really fast. I made the shape of a house with my hands: the walls, a hip roof and I pointed to myself. Did he want to come home with me? He agreed. We embraced (rather awkwardly) just to confirm that our intentions were similar. The ride home in the taxi was silent. No need to talk. It was perfect. I found out he was a labourer from a nearby country town. He sometimes came to the city where he had friends. He was a bit shy in bed but I liked him. I took his photo in the morning. He couldn’t hear the click. It was like photographing a stone. After breakfast I put him in a taxi. I worried how he would tell the driver where he wanted to go, but I guess that was something he’d solved before.

William Young

Allen / William Young

(from the monologue "sadness") 


Pink Narcissus

Arcadia (Thomas Eakins, 1883)



Arture'lerin Yaratıcısı

Yüksel Arslan’ın kendine yakın duyduğu yazarlar arasında Stirner, Nietzsche, Marquis de Sade, A. Jarry ve Rimbaud gibi burjuva dünyasının huzurunu kaçıran, uzlaşma tanımıyan davranışları yüzünden tek kalanlar geliyor. Psikoanalize karşı büyük bir ilgi duyuyor, yalnız bugün salgın halinde herkesin yüreğine işleyen kompleks korkusunu yersiz buluyor. Kompleksler hayvanda değil, insan varlığında ürüyorlar; onlarla hesaplaşma tek insanın işi olmalı, psikoanalizi bir “iman" haline getirmemeli. Sanat alanında manieristleri rönesans ustalarından çok seviyor. Bu sonuncular arasında yalnız Leonardo’yu -gene zamanının dışında kalan biri- ayırıyor. Leonardo'nun eserlerinden anatomi ve teknik buluşları ile ilgili olan desenleri onu çok etkiliyor. Sürrealist ressamlar arasında en çok sevdikleri: H. Bosch, Arcimboldo ve Max Ernst.

Etkiler, Yüksel’in etkisi altında kaldığı çağların ve mekânların, ayrıca kişilerin anlamlı portreleri yer alıyor. Hitit sanatından Mısır mumyalarına sıçrıyoruz. Geleneksel sanat ve halk sanatı örneklerinin etkilerini izliyoruz. İslâm sanatı yapımcılarının kullandığı araçlardan folklorik malzemeye uzanıyoruz. Kaçınılmaz bir biçimde Leonardo'nun portresi çıkıyor karşımıza. Van Gogh phallus'lu bir kulakla görünüyor, kesik kulak yerine. Bela Bartok “dâhiyane sadeliği” ile Arslan’ın ilgisini çekiyor. Rabelais’yi birkaç kez görüyoruz. Roland Topor’la bir Rabelais-Karagöz filmi yapmayı düşünüyorlar, ama gerçekleştiremiyorlar bunu. Ama Rabelais ile Karagözü bir arada gösteren tabloda profillerden biri Arslan'a, öbürü Topor'a benziyor. Aristophanes bir büst olarak kadınların arasında çıkıyor ortaya “barış” çağrısıyla. Nâzım Hikmet tablosunda ise bir avucun içinde koparılmış bir yürek atıyor. Başka bir yapıtta ise Nâzım binlerce insanın başında yürüyor. Kitleleri ardından sürüklüyor. Voltaire bir iskelet gibi, Mayakovski heyecanla bağırıyor. Belki söylev veriyor. Descartes “Düşünüyorum, öyleyse varım" der gibi. Gerard de Nerval ürkütüyor siyahlar içinde. Ezra Pound, dizide yer alan, Whitman’dan sonraki tek Amerikalı ozan, o da siyahlar içinde ve Canto'larının eşliğinde. Biri 19. yüzyılın, öbürü 20. yüzyılın lanetli ozanları. Henri Michaux karşımıza dalları Medusa başına benzeyen ağaçlar gibi çıkıyor.

 Burada da kalmıyor Yüksel Arslan, son yapıtlarını “İnsan" başlığı altında topluyor. Burada ise sanki bir bilim adamı titizliği ile çalışıyor, ruhsal özürlü insanları inceliyor. Eğri büğrü ellerin ve ayakların, acıyla burkulmuş gövdelerin çizimlerini buluyoruz. Yüksel Arslan böylece toplumsal hastalıklardan ruhsal ve kişisel hastalıklara atlıyor. İlgisi bütünüyle insanlığı kapsıyor.

Orhan Duru'nun
 yazısından

Walt Whitman / Thomas Eakins




Fotoğraflar ve resim: Thomas Eakins



Whitman’s Twenty-Eight Young Men and Thomas Eakins

Swimming (1895)


Kent


Senaryosunu Ferit Edgü'nün yazdığı, Erden Kıral'ın yönettiği Av Zamanı (1988) filminde Cunda'dan görüntüler eşliğinde Kavafis'in "Kent" şiiri.


Whitman Trilogy / Anthony Gayton


 Are You the New person, Drawn Toward Me?

ARE you the new person drawn toward me?
To begin with, take warning—I am surely far different from what you suppose;
Do you suppose you will find in me your ideal?
Do you think it so easy to have me become your lover?
Do you think the friendship of me would be unalloy’d satisfaction?
Do you think I am trusty and faithful?
Do you see no further than this façade—this smooth and tolerant manner of me?
Do you suppose yourself advancing on real ground toward a real heroic man?
Have you no thought, O dreamer, that it may be all maya, illusion?

Harem / Anthony Gayton




Yearning/ Anthony Gayton


yearning...



"Biz özgür doğan öteki kuşlar"



ORUÇ ARUOBA


...şimdi sen bu yaşamı yaşıyorsun, yaşamın bu noktasına geldin, bir eylemde bulunacaksın. Düşün ki bu eylemde bulunacaksın ve öleceksin. Ondan sonra aynı yaşamı, tıpatıp aynı yaşamı, yeniden yaşayacaksın... gene geleceksin bu eylemde bulunacaksın ve öleceksin... yine doğacaksın ve yine tıpatıp aynı yaşamı yaşayacaksın, her bir adımıyla, bu noktaya geleceksin... o eylemde bulunacaksın ve öleceksin... istiyor musun? buna evet diyor musun?... bu nokta yani bengi dönüş amor fati, güç istemi... bütün düşüncelerinin iplik uçlarının bağlandığı nokta burası... o zaman bu benim bir erdemim olabilir çünkü benim bütün yaşamımdan çıkmış bir şey benim bütün yaşamımın bir sonucu, o zaman erdemli bir şey olur çünkü bana aittir başka hiç kimseye ait değildir...