La Rabbia (1963, Pasolini) / John Berger
JOHN BERGER
MELEK GİBİYDİ DESEM, onun hakkında bundan daha saçma bir şeyin söylenebileceğini düşünemem. Cosimo Tura'nın resmettiği gibi bir melek mi? Yok, hayır. Tura'nın fırçasından çıkma bir Aziz Georgios var ki, tıpatıp ona benziyor! Tescil edilmiş azizlerden ve mutluluk timsali meleklerden nefret ederdi Pasolini. O zaman neden böyle diyorum? Çünkü onun alışılagelmiş, hudutsuz kederi şakalaşmasına izin verirdi; yüzündeki kaygılı ifadeyle ise teselliye en çok ihtiyacı olanı keşfedip kahkahalarla güldürürdü. Fırça darbeleri hassaslaştıkça, daha iyi anlaşılır oldu! İnsanlara, başlarına gelebilecek en kötü şeyi yumuşak bir üslupla anlatabiliyor, onlar da bu sayede daha az acı çekiyordu, "...zira ümidini yitirsen bile, bir nebze ümit vardır.” "Disperazione senza un po’ di speranza.” Pier Paolo Pasolini (1922-1975).
Kendisiyle ilgili pek çok kuşkusu vardı ama kehanet yetisinden kuşku duymadı hiç; oysa keşke kuşkulansaydım, diyeceği yegâne şeydi. Onun bu yetisi bugün yaşadıklarımızı anlamlandırmakta yardımcı oluyor bize. 1963'te yapılmış bir film izledim az önce. Şaşırtıcı olan şimdiye dek hiç genel izleyiciye gösterilmemiş olması. Bir şişeye konup kırk yıl sonra dalgalarla kıyımıza vurmuş özlü bir ileti gibi.
Eskiden insanlar dünyada olup bitenleri televizyondan değil sinemalarda dünya haberlerini gösteren filmleri izleyerek öğrenirdi. 1962’de bu tür filmlerin yapımcısı G. Ferranti, parlak bir öneride bulundu. O tarihte zaten ünlenmiş olan Pasolini'nin 1945-62 tarihleri arasındaki haber arşivlerini incelemesi sağlanacak ve ondan "Dünyanın her yanında neden savaş korkusu var?" sorusuna cevap bulması istenecekti. Elindeki malzemeyi istediği gibi kurgulayabilecek ve üst sesle yorum getirecekti. Ortaya çıkacak bir saatlik filmin, şirketin şöhretini artıracağı umuluyordu. Bu "yakıcı” bir soruydu, çünkü o tarihte yeni bir Dünya Savaşı tehdidi gündemdeydi. 1962 Ekimi'nde Küba ile ABD arasında nükleer füze başlıkları krizi patlak vermişti.
Daha önce Acattonne, Mamma Roma ve La Ricotta'yı yapan Pasolini kendine mahsus sebeplerle öneriyi kabul etti; tarihe tutkun ve tarihle kavgalıydı çünkü. Filmi tamamladı ve ona La Rabbia (Gazap) adını verdi.
Ancak filmi izleyen yapımcıların ödleri boklarına karıştı; hemen ikinci bir bölümün yapımı için Giovanni Guareschi adında aşırı sağcı olmakla namlı bir gazeteci görevlendirildi. İki film, tek bir filmmiş gibi sunulacaktı. Ne var ki işin sonunda ikisi de gösterilmedi.
Bana kalırsa La Rabbia öfkeden değil, inanılmaz bir tahammül gücünden ilham alıyor. Pasolini dünyadaki hadiselere cesaret ve sağduyuyla bakıyor. (Rembrant’ın resmettiği melekler de aynı bakışa sahiptir.) Bu tutumun nedeni, üzerine titrememiz gereken yegâne şeyin hakikat olması. Bunun fevkinde hiçbir şey düşünülemez.
Açgözlülerin ve iktidar sahiplerinin riyakârlıklarını, yarı-doğrularını ve sahtekârlıklarını toptan reddetmesinin nedeni onların, hakikati görmeyi engelleyici bir tür körlük olan cehaleti üretmekte ve beslemekte olmasıdır. Ayrıca onlar, en değerli mirasımız olan dil hafızası başta olmak üzere, hafızaya sıçrar.
Ancak, onun tutkun olduğu hakikatin hayata geçirilmesi hiç de kolay değildi, zira o dönemde çok derin, tarihi bir düş kırıklığı yaşanıyordu. 1945’te faşizmin yenilgisinden sonra yeşeren umutlara ihanet edilmişti.
Malick ve Hidden Life Üzerine (Zeki Z. Kırmızı)
Dosdoğru Günlük / Fİkret Ürgüp
Z.'nin Ayvalık'ı
*
Ayvalık Güncesi için bak:
https://www.instagram.com/kaotikbenlik
Z. için bak:
https://www.okumaninsonunayolculuk.com/
WINTERREISE (KIŞ YOLCULUĞU)
Didem'e
"Bir yabancı olarak geldim,
ve yine bir yabancı olarak gidiyorum"
Winterreise'e duyduğum yakınlığın ilk nedeni, konsept albümleri her zaman sevmiş olmam; ama bu şarkılarda hüzünlü, karşılıksız bir aşk hikayesinden fazlası vardı. Schubert yazdığı en karanlık ezgilerle, yaklaşan ölümün soğukluğunu hissedercesine, zorlu bir kış manzarası eşliğinde bizleri merkezinde ölümün ve varoluşsal bir kederin yer aldığı gezginin manevi yolculuğuna davet ediyor. Şiirlerin sahibi Wilhelm Muller (1794 - 1827) edebiyat tarihi içinde varlığını biraz da Schubert'in bestelerine borçlu. 1815'te günlüğüne şöyle yazmış: "Ama cesaret! Belki de bir yerlerde kelimelerin arkasındaki ezgileri duyacak ve bana geri verecek akraba bir ruh vardır." Schubert ile aynı dönemde yaşamış Müller, Schubert'ten bir yıl önce 32 yaşında ölmüş. Schubert'in ezgilerini duymasa da, Schubert yaşamının karanlık, hastalık ve ölüm taşıyan kışını Muller'in şiirlerinde bulmuş, sözcüklerden yükselen ezgileri duymuş olmalı. 1827, aynı zamanda Schubert'in hayranı olduğu Beethoven'ın öldüğü yıl; Schubert, onun cenaze meşalesini taşıyanlardan da biriymiş. Taşıdığı alevin kendisi için de sönmek üzere olduğunu biliyordu belki de.
Kitap aynı zamanda Samuel Beckett, Benjamin Britten, Djuna Barnes, Paul Auster, Slavoj Zizek, Ee-Cummings, JM Coetzee gibi isimler üzerinde bıraktığı etkilere, Caspar David Friedrich resimlerinden, William Bentley'in kar taneleri fotoğraflarına kadar çeşitli referanslarla geniş bir okuma alanına açılıyor.
***
Gül Sabar'ın 2013'te Pan Yayınlarından çıkan kitabı Lied konusunda Türkçe'deki kapsamlı kaynaklardan biri ve benim de elimden düşürmediğim bir lied dinleme rehberi oldu.
Kitap, Sabar'ın 1967 - 71 yıllarında İstanbul Radyosu için hazırlamış olduğu aynı isimli program notlarına dayanıyor. Sabar bu program notlarını genişleterek, ilk çağlardan başlayarak lied'in günümüze kadar olan yolculuğunu lied türünün büyük bestekarları eşliğinde anlatmış. Kitabın 130 sayfasını lied tarihinin dönüm noktasında yer alan Schubert'e ayırmış. Schubert'in Winterreise ve Die Schone Müllerin dizisinin tamamını; Goethe'den, Schiller'den, Shakespeare'den ve diğer şairlerden bestelediği liedleri Türkçe çeviri ve açıklamaları ile birlikte okumak mümkün. Sabar, liedleri Türkçeye çevirirken birebir çeviri yapmaktansa açıklamalı, özet çeviriler yapmayı uygun görmüş. Kitapta Schubert'in en çok bilinen lied'i, Goethe'nin Erlkönig'inin çeviri ve hikayesini de bulabilirsiniz.
Chaplin'i Hatırlamak
Limelights / 1952 |
Thereza - Savaşmaya değer ne var?
Chaplin - Gördün mü, itiraf ettin. Savaşmaya değer ne varmış. Her şey! Yaşamın kendisi. Bu yetmez mi? Yaşamak, ızdırap çekmek, zevk almak. İşte hayat. Yaşam güzel ve muhteşem. Deniz anası bile bunu bilir. Senin sorunun savaşmaktan vazgeçmiş olman. Devamlı hastalık ve ölümü düşünüyorsun. Anlasana. Ölüm gibi kaçınılmaz bir şey daha var. O da yaşam, yaşam. Evrenin gücünü düşün.
Dünyayı döndürüyor, ağaçları büyütüyor. Senin içinde de aynı güç var. Eğer kullanma cesaretin ve iraden olursa.
Thereza - Niye ölmemi engellediniz?
Chaplin - Aceleniz ne? İnsan bilincinin gelişmesi milyonlarca yıl aldı. Bir anda yok etmek mi istiyorsunuz? Varoluş mucizesi...evrende herşeyden daha önemli. Yıldızlar ne yapabilir? Sadece eksenlerinde dururlar. Ya güneş? 450 bin km mesafeye alev fışkırtır. Matah mı yani? Bütün natürel kaynaklarını harcamak. Güneş düşünebilir mi? Bilinci var mı? Hayır, ama sizin var. Bugün varsın, yarın yoksun.
Thereza - Beni niye kurtardınız? Ölseydim sorun bitecekti.
Chaplin - Saçmalamayın. Yaşıyorsunuz ve bundan faydalanmaya bakın. Söyleyin bana yaptığınızın sebebi nedir?
Thereza - Herşeyin anlamsızlığı. Çiçekler bile, müzik bile anlamsız. Hayatın gayesi, manası yok.
Chaplin - Hayata niye anlam arıyorsun? Hayat bir istektir, anlam değil. Arzu, tüm hayatın konusu bu. Bir gülün, gül olabilmek için yaşamayı istemesi gibi. Bir kayanın kendisini koruyup hep kaya kalmak istemesi gibi.
Bu sahnede elleri ve yüzünü kullanarak öyle güzel gül ve kaya taklidi yapar ki hayran kalırsınız.
Orhan Veli
Ne üstte var ne başta." 1938 O.V.
Bir de İstanbul. Meyhaneleri ve sokaklarıyla, Çamlıca tepesi, Boğaziçi, Rumeli, Galata, Eyüp...
sevmek bana mahzun durmayı öğretmeseydi."
18
Merhaba yaşlı dostum,
Dersim’in kırk haneli Günboğazı köyünden, Ermenice eski adıyla Margek’ten merhaba...
Askerliğim 27’sinde bitti, toplamda on sekiz gün sürdü. İlk birkaç gün uyum sağlamakta güçlük çeksem de oldukça kolay ve rahat geçti. Bolu 2. Komando Tugayında, deyim yerindeyse, misafir gibi ağırlandık.
Bedelli bölüğü toplamda 379 kişiydi. Ülkenin her yerinden, her yaştan, her meslekten insanla bir aradaydık: Avukatı, doktoru, memuru, mühendisi, kuyumcusu, kebapçısı, oto kurtarıcısı, inşaat işçisi, imamı, müezzini… Gördüğünüz gibi, oldukça eğlenceli bir bölüktük.
İsmimizin ilk harfine göre koğuşlara verilmiştik: bizim koğuşumuz, 14. Koğuş, S. harfiyle başlayan isimlerden oluşuyordu. Ali babanın çiftliği gibi her koğuşta beş Ahmet, altı Ali ya da on tane Mehmet bulmak mümkündü. Bizim koğuşumuzda da dört Sinan ve beş Süleyman vardı.
On sekiz gün boyunca her sabah altı gibi uyanıyor, yataklarımızı bize gösterdikleri şekilde topluyor, kamuflajlarımızı giyip, söylenen saatte içtima alanına iniyorduk. İçtimadan sonra da takım halinde yemekhane’ye gidiyorduk. Öğle yemeğine kadar başımızdaki komutanların inisiyatifine bağlı olarak eğitim ve istirahat alıyorduk, öğleden sonra, akşam yemeğine kadar geçen süre de aynı şekilde yaşanıyordu. Hafta sonlarında sivil kıyafetli ve içtima saatleri hariç serbesttik.
Toplamda dört defa tıraş oldum, üç kez botlarımı boyadım, iki üç kez de ıslak mendille sildim. İki kez yatağımı toplamadan çıktım. Botlarımı ayağıma vurduğu için komutandan izin alarak üç gün giymedim, üç gün de kara düzen diyerek, tören provaları başlayana dek, spor ayakkabılarımla dolaştım. Hasta olmadığım halde üç kez de revire çıktım. Sırf uzun revir sırasını beklerken bahçede kitap okumak için.
Başımıza yarım şekilde geçirip sağa doğru yatırdığımız keçeden keplerimiz, kimine dar geliyordu, kimine geniş, kimi aşçıya benziyordu, kimi ressama, ama hiçbirimiz askere benzemiyordu. Bedelli bölüğü olarak aynı anda uygun adım hiç yürüyemediğimiz gibi üç hafta boyunca şapkalarımızı da başımıza doğru düzgün hiç geçiremedik.
Çok güzel bir yerde, şehrin gürültüsünden uzakta, ormanlık, geniş bir arazideydik. Hava her zaman temiz ve serindi, ama rüzgar bazen yakınımızdaki tavuk çiftliklerinden kesif bir kötü kokuyu alıp getirdiğinde bütün kışlada nefes almak mümkün dahi olmuyordu.
Günler beklemekle ve okumakla geçti… Eğitim sırasında verilen istirahatlerde; içtimalarda, ayakta; hafta sonları tabur binasının arkasındaki çamlıkta; yatış saatinden önce ranza üstünde, ışıklar kapanana değin okudum. Nerede olursam olayım, eğitimde, içtimada, sigara molalarında, bedellilerle bir bankta oturmuş sohbet ederken, aklım sürekli iç cebimdeki kitapta, kaldığım sayfadaydı. Bazen de kitap okumak için yeterince vaktin olmadığı, on beş yirmi dakika kadar süren kısa istirahatlerde tırnak makasından söktüğüm törpü ucuyla ağaç dallarını yontarak vakit geçirdim.
Yanıma üç kitap almıştım, iki cep kitap, Auster’in New York üçlemesi, Bulgakov’un Usta ile Margarita’sı ve Bachmann'ın Malina'sı. New york üçlemesi askerliğimin beşinci günü bitti. Çok keyifli, sürükleyici bir okumaydı. On sene oluyor, üç beş kitabını okumuş, çok sevdiğim üçlemeyi ve Yalnızlığın Keşfi’ni kitaplığımda bırakmıştım. Üçlemeden sonra Auster okurluğumu sürdürmeyi istedim ama elime Bulgakov’u almak zorunda kaldım. Üçüncü haftanın başından itibaren de hem kitapsız kalmaktan korktuğumdan, hem de yoğun bir kitap olduğundan mümkün olduğunca haftaya yayarak okuduğum Malina’yı aldım elime.
Burada bu kadar yalnızlık bulacağımı düşünmemiştim. Çokça okudum, çokça düşündüm. Düş bile kurdum. Burada da yalnızlığımı korumanın yollarını buldum. Tabur arkasında, ince, uzun gövdeleri on beş metreye kadar yükselen karaçamların arasında, içlerinden birine sırtımı yaslayıp kitap okuyor, düş kuruyor ya da uyukluyordum. Rüzgarla birlikte ince uzun gövdeler gıcırdıyor, kurumuş dallar ve reçine damlaları düşüyordu üzerime. Ve akşam güneşiyle birlikte düşüp uzanıyordu gölgeler ince uzun gövdelerden yere. Bu saatlerde sık sık Ayvalık’taki günlerim düştü aklıma. Biraz özlemle, biraz da hüzünle, ah, ama kendi ölü hatıralarımı bıraktığım Ayvalık’taki günlerim hiç çıkmıyordu aklımdan.
Burada yalnızlık mümkündü, düşler mümkündü, aşk bile mümkündü… Birbirimize dokunabilirdik, ormanda buluşabilir, gizlice öpüşebilir ve duşta aynı kabine girip sevişebilir, yasaklı, gizli saklı bir aşkı, yaşayabilirdik.
Ö. ile askerliğimin ikinci haftasının ortalarında, içtima sırasında yan yana düştüğümüzde tanıştım. 38 yaşında ve bekar; çok naif ve son derece kibar biri. Sigara kullanmıyor, küfür kullanmıyor, konuşmayı ve en ciddi konularda bile her konuşmanın içine biraz espri katmayı biliyor. Bir üniversitede araştırma görevlisiymiş. Alanı mimarlık ama felsefi birikimi hayli fazla. Özellikle Deleuze konusunda. İçtimalarda fısır fısır Deleuze’den, Nietzsche’den, Bataille’dan söz ediyor, sonra kahvelerimizi alıp tabur çevresinde dolaşarak, bir banka ya da gölgelik bir ağaç altına oturarak konuşmaya devam ediyorduk. Her şeyi aynı perspektiften, akademik bir dille açıklıyor oluşu, alabildiğine gamsız ve neşeli hali zaman zaman sinirlerimi bozsa da genel olarak sohbetlerimiz askerlik sürecini benim için biraz daha katlanılır kıldığı için devreme minnettarım.
Üçüncü haftaya girerken, kamuflajlarıma, botlarıma, kepime, ranzama, kirli çarşaflarıma, bana zimmetli olan bütün bu eşyalara, takma adıma (hayalet!), her zaman bizimle birlikte olan zimmet isimli kaniş cinsi köpeğimize alışmaya başlamıştım ki askerlik bitti.
Pek çok anı biriktirdim, pek çok insan tanıdım, soğuk betona, ıslak çimlere oturmaktan götümde açan mor böğürtlenlerle birlikte onları da sivil yaşamıma taşıdım (Yeni göt ağrıları olarak).
Özlemle.
S.