Blog Okuru'na


Geçen haftalar İnto the Wild filmini tekrar izledim. İzlemişsindir bu filmi... Alexander'ın karlar içinde yürürken rastladığı bir geyik sürüsüne nasıl gözleri dolu dolu baktığını görmüşsündür. Doğanın huşu dolu çağrısına kulak verip kendimi vurduğum ıssızlıklarda ben ne arıyor, kimle, neyle karşılaşmayı umuyordum bilmiyorum. Arkamdan gelen, karşıma çıkan benden başkası değildi oysa. İçimdeki dürtülere uyup ben de çekip gitsem bir gün; ama, nereye? Türkiye böylesi tutkulara kapılmak ve serüvenler yaşamak için ufacık, sığ, tekdüze bir ülke:  uzun tren yolları, demir köprüleri, büyük dağların, gür ormanların arasından kilometreler boyunca akan nehirleri yok; demek istediğim büyük yük tırlarının boydan boya kat ettiği bir kıta değil burası ve ben asla karşısında huşuyla taş kesileceğim bir yaban hayatı ve çölde yaşayan sevgi dolu bir hippi topluluğuyla da karşılaşmayacağım.

 Biraz insan biraz bozkırkurdu olarak yaşamaya devam yani...

aileme, insanlara ve arkadaşlarıma tavır ve yaklaşımımın değiştiği bir döneme girdim. Kendimle özellikle yeni ve farklı bir ilişki kurmaya başladığımı hissediyorum. Zaman geçtikçe ve insanlar, olaylar, durumlar karşısında deneyim ve olgunluk kazandıkça kendimi de daha iyi tanımaya başladım. Yazı’nın hayattan bütünüyle vazgeçmem anlamına geleceğini söylemiştim: şimdi yazıyla kalıcı olduğunu bildiğim bu yeni ilişki, edebiyata karşı yeniden uyanan bu ilgi, toplumun ve insanların arasında tutunabilmek için çırpındığım bir sürecin sonu; beni yazı ve yaratıya yaklaştıran nedenler, zaten belirlenmiş olan bir yazgının sonuçları.

Bende sözünü ettiğim değişikliğin yazarların hayat hikayelerinde ve kaleme aldıklarında şimdi daha iyi gözlemlediğim bir taraf var. Daha çok bir yazar –yazı insanı olarak sevdiğim Orhan Pamuk’un yazarlık yaşamı üzerine söylediklerini hatırlarken kendimi de bir masada oturmuş tek başıma, artık daha iyi anlıyorum.

Artık ne yapacağını bilemeyen, ne kendinden ne de herhangi bir şeyden emin olamayan o yeniyetme çocuk değilim. İnsanlarla otururken beş dakika sonra sıkılıyorum, çünkü sıkılıyorum. Kalabalık plajlarda, insan dolu tıklım tıklım mekanlarda, insanların, kalabalıkların arasında yapamıyor, var olamıyorum, çünkü var olamıyorum.

Sadece yalnız kaldığımda huzur buluyorum.  Bütün huzurum, sükûnetim ve yaşamım kafamın içinde artık.  Hayatımda ve kendi içimde bazı çaba ve arayışlarıma özellikle yabancılaştım...

Gybe!


Ebedi Döngü

Zerdüşt'ün öyküsünü anlatmama geldi sıra. Yapıtın ana düşünü olan bengi - dönüş düşüncesi, erişilebilecek o en yüksek olumlama ilkesi, 1881 yılı Ağustos'una rastlar: Bir kağıt parçasına karalanmıştır, altında şu yazılıdır: " İnsan ve zamanın altı bin ayak ötesinde". O gün Silvaplana Gölü kıyısındaki ormanlarda yürüyordum; Surlei yakınlarında, piramid biçimi yükselen kocaman bir kayanın dibinde mola verdim. Bu düşünce orada geldi bana...



...

"Acının bile bir uyaran olarak çalıştığı, taşkın bir yaşam ve güç hissi olarak sefahat alemine özgü olanın psikolojisi bana trajik hisse dair bir anlayışın anahtarını verdi: Yaşamın onaylanması -en tuhaf ve zor problemlerde bile; kendi sonsuzluğundan ve en yüksek türlerinin feda edilişinden mutluluk duyan yaşam istenci - Dionysoscu dediğim budur işte, trajik şairin psikolojisine köprü olacağını düşündüğüm şey budur işte. Korku ve acımadan kurtulmak için değil, (Aristo'nun yapacağı gibi) şiddetli boşalım yoluyla kendini tehlikeli bir duygudan arındırmak için de değil, kendi olmaya yönelik o sonsuz tutkunun peşinden gitmek için -korkunun ve acımanın ötesinde- kendi içinde yıkım tutkusunu barındıran o tutkunun."


Lou Salome
"Nietzsche"
sf. 131 - 146...

Trajik olanın, onun sonucunun ve yaşama koşullanmış duygunun bu yorumu -tam da Schopenhauer’in karamsarlık ve çilecilik felsefesine bir dönüş üzerinden- Nietzsche’nin yaşamın kutlanmasını öğretmesini -her şeyin sonsuz dönüşünü öğretmesini- mümkün kıldı. Nietzsche’nin sistemi felsefi ve psikolojik olarak temel çileci özellikleri ne kadar talep ederse etsin, bunun tam tersinin -yaşamın tanrılaştırılmasının- kabulünü daha da şiddetle talep etmekteydi; çünkü metafizik bir inancın yokluğunda, acılı ve ıstıraplı hayatın kendisi yüceltilebilirdi sadece. Nietzcshe’nin sonsuz dönüş öğretisi her ne kadar bir ölçüde onun fikirlerinin temelini ve son taşını meydana getirse de, şimdiye kadar yeterince vurgulanmamış ve tanınmamıştır; bu fikir Nietzsche’nin gelecek felsefesi anlayışından ortaya çıkmıştır ve onu tamamiyle çembere almak için kullandığı bir fikirdir. Ondan bu noktada bahsedilme nedeni ancak toplam bir bağlam içinde anlaşılabilir olmasıdır; aslında, Nietzsche’nin mantığı, etiği ve estetiği sonsuz dönüş öğretisinin yapı taşları olarak görülmelidir. Sonsuz bir oluş döngüsü vasıtasıyla her şeyin olası bir geri dönüşü öğretisi Şen Bilim'de Nietzsche’nin aforizmasında (341), “En Ağır Yük”, bir varsayım olarak belirir:

Bir şeytanın bir gün ya da bir gece en yalnız yalnızlığına sokulduğunu ve sana şunu söylediğin farzet, “Bu yaşamı, onu yaşadığın ve yaşamış olduğun haliyle, bir kere ve hatta sayısız kere daha yeniden yaşamak zorunda kalacaksın. Ve yeni hiçbir şey eklenmeyecek; bunun yerine, her acı ve her haz, her düşünce ve iç çekiş, yaşamındaki ifade edilemez küçüklük ve büyüklükteki her şey sana geri dönmek zorunda, ve aynı sırada ve düzende hepsi - hatta ağaçların arasındaki şu örümcek ve ayışığı bile, ve tam bu an ve bizzat ben de aynı şekilde. Varoluşun sonsuz kum-saati bir kez daha çevrildi -onunla birlikte sen, toz zerresi olan sen de.”

Kendini yere atmaz mısın dişlerini gıcırdatıp, bu şekilde konuşan şeytana lanet ederek? Ya da, ona şu cevabı vereceğin korkunç bir an deneyimledin mi hiç: “Bir tanrısın sen ve bundan daha kutsal bir şey daha duymadım bugüne kadar!” Bu düşünce seni ele geçirirse seni sen olarak değiştirir ya da belki seni ezer.

Ağır basan soru, “Bunu bir kez ve sayılamaz kere daha ister misin?”, davranışlarındaki en ağır yük gibi duracak! Ya da kendinle ve yaşamla nasıl uzlaşman gerek, bu son, sonsuz onay ve mühürleme dışında artık hiçbir şeyi özlememek için?

Nietzsche’nin temel düşüncesi burada açıkça göze çarpar -daha sonra herhangi bir yerde olduğundan daha açık ve daha az karmaşık olarak; Nietzsche ruhunu dolduran ve kamçılayan şey hakkında daha fazla sessiz kalmaya dayanamazdı. Ama yine de, bu yeni içgörü ile o kadar heyecanlanmıştı ki, sonsuz dönüş hakkındaki düşüncesinden bahsederken, onu zararsız bir şey gibi, sessiz sedasız diğer düşüncelerinin arasına ekledi. Bunun sonucunda, yazıyı önemsemeden okuyup kapatan hiç kimse ciddi son gözlemle, ‘Incipit tragoedia' yani “öyle ketum ki tüm dünya onu bilmezlikten geliyor, tüm dünya bizi bilmezlikten geliyor” (“Önsöz,” TK, 5) ile olan bağlantıyı fark etmeyecekti. Ve bu yüzden bu düşünce diğerlerinin arasında örtülüler arasında en örtünmüşü olarak durur nerdeyse. Burada, maskelerle zekice bir alay etme sözkonusudur, çünkü hiçbir şey çok açık ve çıplak olarak ortaya konmak yoluyla olduğundan daha iyi gizlenemez. Ketumlukta zengin ve ketumlukta neşeli, Nietzsche, ruhundaki derin kargaşaya rağmen, muzipliğin keyfini sürer.

Aslında Nietzsche o zaman bile kendisini “değiştirmek ve ezmek” isteyen kaçınılmaz bir kaderi kendisiyle birlikte taşımaktaydı; yenilmez hakikatini ve kendisi ve başkaları için büyük sonuçlarını itiraf için cesaret toplamıştı. Kaçınılmaz olan hayata geçirilişini ve onaylanışını ürpererek beklediği sırrını bana itiraf ettiği o saatler benim için unutulmaz. Sessizce ve çok derin bir korkunun tüm işaretleri ile birlikte bahsetmişti bu sırdan. Yaşam aslında ona öyle acı vermekteydi ki, sonsuz bir dönüşün kesinliği onun için korkutucu olmalıydı. Sonsuz geri dönüş öğretisinin Nietzsche’nin sonradan yaşamın olağanüstü bir tanrılaştırılması olarak kurulan en mükemmel örneği kendisinin yaşamla ilgili üzücü duygularına öyle derin bir tezat oluşturmaktaydı ki, bu bize onun tekinsiz bir maske olduğunu ima eder.

Nietzsche sadece yaşama ağır basan ve sadece insan düşüncesi yaşamın bir yüceltilmesine yükseldiği noktada etkili olacak bir sevgi sayesinde katlanılabilecek öğretilerin müjdecisi olmuştur. Aslında, tüm bunlar kendisinin en derin algıları ile çatışma içinde olmuş olmalıdır— sonunda onu yok eden bir çatışma. Nietzsche’nin sonsuz geri dönüş kavramının doğuşundan sonra düşündüğü, hissettiği ve deneyimlediği her şey kendi iç bölünmesinden doğar. Her şey iki kutup arasında hareket etmektedir: “sıkılmış dişlerle, sonsuz yaşamın şeytanına lanet okumak” ve sözcüklere güç ödünç veren o “korkunç anı”, “sen [şeytan] bir tanrısın ve bundan daha tanrısal bir şey daha duymadım bugüne kadar!”ı beklemek.

Filozof olarak yaşamın tam yüceltilişine doğru ne kadar yükselirse, bir insan olarak, her biri kendi yaşamının öğretilerinin sonuçları olan, acının içine o kadar düşer. Ruhundaki çarpışma daha sonraki felsefesinin gerçek kaynağı olmuştur. Bu, kitaplarında ve açıklamalarında ancak kısmen sezilebilir, ama belki de en heyecanlandırıcı haliyle Nietzsche’nin benim şiirim “Yaşama Şarkı”ya yaptığı müzikte görülür; bu müziği benimle Domburg yakınlarında Thüringen’de kalırken besteledi. Müzik üzerine çalışmalarının ortasındayken bir hastalık nöbeti ile engellendi ve onun için “iyi” “şeytan”a ve yaşam coşkusu yaşama ıstırabına dönüştü bir kez daha. “Yatağa. Sert bir nöbet. Yaşamı hor görüyorum. F.N.” (25 Ağustos, 1882). Yatağa hapsolduğunda bana gönderdiği notlardan birindeki mesaj buydu. Bu bestenin tamamlanışından kısa bir süre sonra yazdığı [8 Eylül 1882, Naumburg’da yazılmış] bir mektubunda aynı duygu dile getirilir:

Sevgili Lou,

Sizin anlattığınız herşey bana iyi geliyor. Durum ne olursa olsun, rahatlatıcı olan herşeye ihtiyacım var!...

Venedikli sanat eleştirmenim [Peter Gast] şiiriniz için yaptığım müzik hakkında yazdı bana; mektubun içine koyuyorum. Her zamanki gibi, yaşamı kabul etmeye yönelik bir karara gelmek bana çok büyük çabalara mal olmakta. Önümde, üzerimde, ardımda çok şey var...ileriye, sevgili Lou, ve yukarıya!...

O zaman, ifade edildiği gibi, tekrar dönüş fikri Nietzsche’nin aklında henüz bir inanca dönüşmemişti, bir şüpheydi sadece. Onu bilimsel olarak bulunduğunda -ve eğer bulunabilirse- müjdeleme amacındaydı. Bu konu üzerine birbirimize bir dizi mektup yazdık ve Nietzsche ona fizik deneyleri ile tartışılmaz bir temel kazandırmanın mümkün olacağına dair yanlış fikri ifade etti sürekli. Burada karşımızdaki, o sıralarda Viyana ya da Paris Üniversitesinde sadece doğal bilimlere on yıllık bir çalışma adamaya karar vermiş olan Nietzsche’dir. Sonra, on yıllık mutlak sessizliğin ardından -kendi tahmininin, korktuğu gibi, kanıtlanması durumunda- sonsuz geri dönüş öğretisinin öğretmeni olarak insanların arasına yeniden adım atacaktı.

Bilindiği gibi, şeyler farklı bir hal aldı. İçsel ve dışsal koşullar planladığı çalışmayı imkânsız kıldı ve onu yeniden Güneye ve yalnızlığa itti. Sessizliğe ayrılmış on senesi bunun yerine tüm yaşamının en belagatli ve verimli dönemine dönüştü. Problemin üstünkörü bir çalışması bile çok geçmeden Nietzsche’ye geri dönüş öğretisi için, atomistik teoriye dayalı bilimsel bir temelin kanıtlanabilir olmadığını gösterdi. Tüm bunlarla birlikte, peygamberlik misyonundan ve korku ile beklediği bir kaderden kurtulmuş görünmekteydi. Ne var ki, bunun ardından, resmin içine karakteristik olarak tuhaf bir şey girdi: Nietzsche, kendisini bu kazanılmış içgörü sayesinde kurtulmuş hissetmeyi başarmaktan çok uzakta, ona karşı bütünüyle karşıt bir pozisyon aldı. Korkutucu tahmininin kanıtlanamaz ve savunulamaz olduğu andan itibaren, bu tahmin onun için -sanki büyülü bir reçete tarafından-sertleşerek çürütülemez bir inanca dönüştü. Bilimsel olarak ispatlanmış bir hakikat olması gereken şey, bunun yerine mistik bir vahiy karakteri kazandı ve bunun yanısıra Nietzsche’nin felsefesine son ve temel ilkelerini verdi. Nietzsche’nin felsefesi bilimsel bir temel bulmak yerine içsel bir esin buldu -kendi kişisel esinini.

Bir yanda direnen bu korkuya ve öte yanda yetersiz bir kanıta rağmen böylesi bir değişim gösteren bu şeyin sonucu neydi? Ancak bu bilmecenin bir çözümü Nietzsche’nin gizli ruhsal ve zihinsel yaşamına ve teorilerinin çıkış kaynağına dair bir içgörüye ulaşmamıza izin verecektir. Şeylerin yeni ve daha derin bir anlamı, nihai ve en yüksek problemleri hedefleyen yeni bir araştırma ve sorgulama, Nietzsche’nin bir metafizikçi gibi takip ettiği ama bir deneyci gibi bir çok eksik bulduğu tüm bunlar, onu tekrar geri dönüş öğretisinin mistisizmine çekti. Bu öğreti yeni ruh işkencelerine ne kadar destek olmuş, hatta onu yok etmekle tehdit etmiş olursa olsun, ısrar edip, ruhsallaştırılmış, tanrılarından olmuş bir dünyada kalmak yerine yaşamın acılarını omuzlamayı tercih etti. Bunun dışında diğer tüm acılarla anlaşabilirdi; onlara sadece katlanmıyordu, aslında bu araçlar vasıtasıyla zihnini nasıl alevlendirip iğneleyeceğini de biliyordu. Aynı zamanda, bunlar acımasızca yaşamın anlamını ve en derin sırlarını araştırıp keşfetmeyi öğretti ona: İnsan yaşamın nedeninin bir anlamına sahip olduğunda, her nasıl ile anlaşmak mümkün olur” [haz için gayret etmeksizin] (“Özdeyişler ve Oklar,” PA, 12). Ama Nietzsche’nin nedeni, yaşamındaki temel bir arzu olarak, kapsamlı bir cevap için de uğraşıyor ve hiçbir kendini yadsımayı hoş görmüyordu.

Nietzcshe’nin içindeki filozof, bu noktada bile, korktuğu bir öğretinin acısından kurtulmayı değil onun vasıtasıyla verimli olmayı istiyordu, ondan öğrenmeyi ve onun yalvacı olmayı: Ve bunu öylesine hararetli bir şekilde istiyordu ki -bilimsel kanıt rafa kalktığı zaman bile- içsel kaynakları tereddütlü tahminlerini coşkulu inançlara taşıyacak yeterli güce sahipti.

Bu nedenle, tekrar geri dönüş düşüncesinin teorik çerçevesi asla açık hatlarla çizilmez; soluk ve belirsiz kalır ve Nietzsche’nin görünüşe göre onlardan çıkardığı ama aslında içsel bir önkoşul olarak kendisine hizmet eden pratik kararların -etik ve dini sonuçların- ardına geri çekilir tamamen.

İlk eserlerinden birinde, Zamansız Düşüncelerin ikinci cildinde (Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine, 1874) Nietzsche geçerken Pisagor’un “sonsuz dönüş” felsefesinden (ruhların bu sayede yeni bir bedene girdiği ruh göçü zinciri) “her gerçeği yapısal özelliği ve benzersizliği içinde tam olarak betimlemeye (Bölüm 2) benzersiz şekilde uygun bir araç olarak bahseder ve onu kalıcı bir anlama yükseltir, ama böyle bir öğretinin düşüncelerimizde bir yerinin olmadığı, ya da belki de en azından, astronomi yeniden astrolojiye dönüşene dek olmayacağı yorumunu ekler. Şüphesiz, sonraki yıllarında bu eski düşüncenin modern bir dirilişindeki teorik zorluklar Schopenhauer metafiziğini takip ettiği daha önceki günlerde olduğundan daha az görünmemiştir. Gerçi o zamanlarda Schopenhauer metafiziği Nietzsche için bu dünyanın şeylerini herhangi bir mistik düşünceyi gereksiz kılacak kadar mağrur ifadelerle yorumlamıştı. Yanılsama dünyasını meydana getiren ve her bir tezahürünün içindeki daha yüksek bir anlam üzerinden kendini nesnelleştiren, büyük oluş sürecinin ardındaki sonsuz varoluş Nietzsche’de, oluşun periyodik bir tekrarı üzerinden oluş sürecine geçici bir anlam vermekten daha öte bir özlem uyandırmamıştı. Nietzsche dünyanın metafiziksel bir açıklamasını bir yana koydu ama istemdışı olarak onun için bir ikame de arzuladı. Ancak daha sonraları, sonsuz tekrar düşüncesi kendisini Nietzsche’ye yeniden dayattı. Görünüşte, bu düşünce pozitivist yaşam algısının karamsarlığını zayıflatmaktansa keskinleştirmektedir...

Ex-libris para F. Suter de Soder (1907)

Fire Island Pines, Polaroids 1975-1983 by Tom Bianchi

Queer Heaven







Sing me out the window


Müziğin ya da düşün hafif bir soluğu, ne olursa olsun, yeter ki öyle ya da böyle bir şey hissetmemizi sağlasın, ne olursa olsun, yeter ki bizi düşünmekten alıkoysun. (f.p.)


Melankoli Nesneleri

La Sagrada Familia







 Sagrada Familia Kilisesi'nin inşaatı Bocabella adında bir kitapçı tarafından başlatıldı. Çok dindar biriydi ve bir kilise inşa etmeyi her şeyden çok istiyordu. İlk baştaki mimar ile inşaat komitesinin fikirleri  arasında farklılıklar vardı. Daha sonra onun yerine Gaudi atandı. Gaudi inşaatı  devralmamış olsaydı bu yapının, her yerde gördüğünüz ve sizi hiç etkilemeyen sıradan kiliselerden  bir farkı olmayacaktı. İsa'nın Dirilişi Cephesi'nin  tasarımına başlamadan önce Gaudi diğer birçoğunun aklının  ucundan geçmeyecek bir şey yaptı: Oruca başladı, tıpkı Hz. İsa'nın İncil'i vaaz etmeye başlamadan  önce yaptığı gibi. Benim düşünceme göre, Gaudi'nin  bunu yapmasının bir nedeni gençliğindeki hoppa yaşantısından kendini arındırmak isteyişiydi. Gençliğinde güzel yemekler, şık kıyafetler ile lüks bir yaşamın keyfini sürmüştü. Orucu 20 gün kadar sürdü. O kadar zayıf düşmüştü ki onu yatağından çekip çıkarmasaydık ölebilirdi. Gaudi vefat ettikten sonra İspanyol İç Savaşı patlak verdi. Binaya ait yapmış olduğu model tahrip edildi. Bu yüzden, sanki bir yapbozun  parçalarını birleştiriyormuşçasına modeli restore etmek için uzunca bir vakit ve emek sarf ettik. İnşaatın en iyi nasıl devam ettirileceğinin tespiti için uzun araştırmalar yaptık. Büyümekte olan bir ağaç,  sarmal bir yapıda gelişim gösterir. O, bir tane dahi olsa, tıpkı doğal bir ağacınki gibi aralarda hiç boşluk  ve kesintiler olmaksızın her yerle ilintili olan bir  sütun olmasını istiyordu.

Gaudi sık sık şöyle derdi:

 "Bu kiliseyi tek başıma  inşa etmem olası değil. Başka bir mimar ben göçtükten  sonra inşaata devam edecektir. Onun gelişimine kendinden  bir şeyler katacaktır. Bu sayede kilise çok daha zenginleşecektir.

HER ŞEY DOĞANIN MUAZZAM KİTABINDAN GELİR. İNSAN BAŞARILARI EVVELA
BU BASILI KİTABIN İÇİNDEDİR.

 GAUDİ




 

GAUDİ






Melankoli





 Yazı: Julıa Kristeva, Kara Güneş


Bu kara güneşin kaynağı nerededir? Görünmez ve ağır ışınları hangi yolunu yitirmiş galaksiden gelip beni yere, yatağa, dilsizliğe, vazgeçişe çiviler?

Canlı bir ölümü yaşarım, kesilmiş, kanayan, cesetleşen et, yavaşlayan ya da askıya alınan ritim, acının içinde silinen ya da şişen, tükenen zaman... Ötekilerin anlamında mevcut olmayarak, naif mutluluğa yabancı, eğreti bir halde, çöküntüm sayesinde üstün, metafizik bir zihin açıklığı kazanırım. Zaman zaman, yaşamın ve ölümün sınırlarında, Varlığın anlamsızlığına tanık olmanın, bağların ve varlıkların saçmalığını açığa çıkarmanın kibirli duygusunu yaşarım.

Acım felsefenin saklı yüzüdür, dilsiz kız kardeşidir. Buna koşut olarak, "felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir"(Montaigne) saptaması, -Heidegger'in tasasında ve "ölüm için-varlığımızın" sergilenişinde doruğa ulaşan- melankolik bir acı ya da nefret derlemesi olmaksızın kavranamaz. Melankoliye bir eğilim olmaksızın, ruhsallık yoktur, yalnızca eyleme ya da oyuna geçiş vardır.

Çöküntü içindeki kişi radikal ve kasvetli bir ateisttir.

Depresyon Narkissos'un gizli yüzüdür, onu ölüme sürükleyecek olandır, ama bir serap içinde kendine hayran olduğu sırada fark etmediği yüzüdür.

Depresyonda, eğer varoluşum çöküşün eşiğindeyse, anlamsızlığı trajik değildir: Bana apaçık görünür, çarpıcı ve kaçınılmaz.




Çöküntü içindeki kişinin sözünü anımsayın: Yinelenen ve tekdüze. Zincir oluşturmanın imkansızlığına çarpan cümle kesintiye uğrar, tükenir, durur. Söz dizimleri bile dile getirilemez. Yinelenen bir ritim, tekdüze bir melankoli kopuk mantıksal sekansları egemenliği altına alır ve yinelenen takıntılı dualara dönüştürür. Bu yavan müzik de tükendiği ya da basitçe sessizlik nedeniyle tutunmayı başaramadığı zaman, melankolik kişi, simge kaybının boşluğuna ya da aşırılığına batarak söylemeyi askıya alırken, her türlü düşünce üretimini de askıya almış gibidir.

Çok sayıda yazar,  melankolik depresif bütünün ayırt edici niteliği olan motor, duygusal ve düşünsel yavaşlama üzerinde durmuştur. Psikomotor ajitasyon ve hezeyanlı depresyon genel olarak depresif ruh hali yavaşlama olgusundan ayrılmaz gibi görünmektedir. Sözel yavaşlama da aynı tabloya eklenir: Konuşma tarzı yavaştır, sessizlikler uzun ve sıktır, ritimler ağırlaşır, tonlamalar tekdüzedir, bizzat sözdizimi yapıları bile, şizofrenlerde gözlemlenebilen huzursuzluklara ve zihin bulanıklığına tanıklık etmeksizin, çoğunlukla geri alınamaz atlamalarla ayırt edilir (bağlamdan yola çıkılarak yeniden kurulması olanaksız nesnelerin ve yüklemlerin unutulması)

Depresif yavaşlama durumunun altında yatan süreçleri düşünmek için önerilen modellerden biri olan "learned helplessness (öğrenilmiş çaresizlik) şu gözlemden yola çıkar: Tüm çıkışlar kapatıldığında, hayvanlar kadar insanlar da kaçmak ya da savaşmak yerine geri çekilmeyi öğrenirler. Dolayısıyla, depresif olarak adlandırabileceğimiz yavaşlama ya da eylemsizlik, çıkışsız bir duruma ya da kaçınılmaz şoklara karşı öğrenilmiş bir savunma tepkisi oluşturur. 

Konuşan varlık için yaşam anlamı olan bir yaşamdır. Hatta yaşam anlamın doruğunu oluşturur. Bu yüzden, yaşamın anlamı yitirildiğinde, hayatını kaybetmek güç değildir: Anlam koptuğunda yaşam tehlikededir.

Dile inancı olmayan depresif kişi duygusal biridir, kuşkusuz yaralı ama duygunun tutsağı. Duygu, onun şeyidir.



Umutsuz kişi olumsuzlamanın ortadan kalkmasıyla aşırı bir zihin açıklığı kazanır. Mecburen keyfi olan anlamlı bir sekans ona ağır, şiddetli bir biçimde keyfi görünür: Onun saçma olduğunu düşünür, anlamı yoktur. Hiçbir sözcük, yaşamın hiçbir nesnesi, bir anlam ya da göndergeyle tutarlı ve aynı zamanda ona uygun bir zincirleme bulmak için elverişli değildir.

Depresif kişi tarafından saçma olarak algılanan keyfi sekans bir gönderme kaybıyla aynı kapsamdadır. Çöküntü içindeki kişi hiçbir şeyden söz etmez, konuşacak bir şeyi yoktur. Şeye (Res) yapışmış bir haldedir. Nesnesizdir. bu bütünsel Şey imlenemez ve imleyemez: Bir hiçtir, onun Hiçidir, Ölümdür. Özne ile imlenebilir nesneler arasına yerleşen uçurum, ifadesine anlamlı zincirlemelerin imkansızlığında bulur. Ama böyle bir sürgün, öznenin kendi içinde bir uçurumu açığa çıkarır. Bir yandan, yaşamla özdeşleştirildikleri ölçüde yadsınan nesneler ve gösterenler bir anlam-dışılık değeri kazanırlar: Dilin ve yaşamın anlamı yoktur. Öte yandan, bölünme yoluyla, Şeye, Hiçe -imlenemez olana ve ölüme- yoğun ve makul olmayan bir değer atfedilir. Saçma göstergelerden, yavaşlamış, dağınık, tutuk sekanslardan çatılan depresif söylem, anlamın adlandırılamaz olan içinde çöküşünü ve orada, Şeye perçinlenen duygusal değer lehine, ulaşılmaz ve naif biçimde yitip gitmesini ifade eder.  

  

Melancholia (2011, Lars von Trier)

Yineleyen, tekdüze ya da anlamı boşaltılmış, dilsizliğe dalmanın öncesinde söyleyen kişi için bile işitilmez olan depresif sözü birkaç saniye için yeniden dinleyelim. Melankolik kişide anlamın... keyfi göründüğünü ya da büyük miktarda bilginin ve hâkimiyet istencinin yardımıyla kurulduğunu, ama ikincil göründüğünü, sizinle konuşan kişinin kafasının ve bedeninin biraz dışında donduğunu saptayacaksınız; ya da hatta, daha ilk anda kaçamak, belirsiz, boşluklarla dolu, yarı dilsiz olduğunu: "Biri" sizinle, sözün yanlış olduğuna baştan ikna olmuş olarak konuşmaktadır ve dolayısıyla "biri" sizinle baştan savma konuşmaktadır, "biri" konuşmaya inanmaksızın konuşmaktadır.

Konuşan varlık -kendi söylemiyle birdir: Söz "ikinci doğamız" değil midir? Tersine, depresif kişinin söylediği şey onun için yabancı bir deri gibidir: Melankolik, ana dili içinde bir yabancıdır. Annesini yitirmediği için ana dilinin anlamını -değerini- yitirmiştir. Konuştuğu ve intiharını bildiren ölü dil, diri diri gömülmüş olan bir Şeyi gizler. Ama bu Şeye ihanet etmemek için onu tercüme etmeyecektir: Anlatılmaz duygunun "mahzen mezar"ında duvarlarla çevrili, anal olarak yakalanmış, çıkışsız kalacaktır.


Melankolinin tükettiği sanatçı, aynı zamanda, onu kuşatan simgesel vazgeçişle savaşmak konusunda en inatçı kişidir... Ölüm darbesini indirene dek, ya da bazıları için, kayıp nesnenin hiçliği karşısında nihai zafer olarak intihar kendini dayatana dek...

İçinde yaşadığımız zamanın söylemimizin zamanı olduğu göz önüne alınırsa, melankolik kişinin yabancı, yavaşlayan ya da dağılan sözü, onun merkezsiz bir zamansallık içinde yaşamasına yol açar. Bu zamansallık akmaz, önce / sonra vektörü  tarafından yönetilmez, bir geçmişten bir amaca doğru yönlendirilmez. Yoğun, ağır, ve kuşkusuz fazla acı ya da fazla sevinçle yüklü olduğu için travmatik bir an, depresif zamansallığın ufkunu kapatır ya da daha doğrusu, her türlü ufku ve perspektifi ortadan kaldırır. Geçmişe saplanmış, aşılmaz bir deneyimin cennetine ya da cehennemine gerileyen melankolik kişi tuhaf bir bellektir: Her şey geçip gitti, der gibidir, ama ben o geçip giden şeye sadığım, ona çivilenmişim, bir devrim olanağı yok, gelecek yok... Aşırı şişmiş, abartılı bir geçmiş ruhsal sürekliliğin tüm boyutlarını işgal eder. Ve yarınsız bir belleğe bu bağlılık, kuşkusuz aynı zamanda narsistik nesneyi biriktirmenin, çıkışsız bir kişisel mahzen mezarın kapalı odasında ona üstüne titreyerek bakmanın da bir aracıdır...

*

Resim: Hunters in the Snow, 1565, Bruegel - (filmden bir sahnede)

KARA GÜNEŞ

Depresyon ve Melankoli

JULIA KRISTEVA

Türkçesi: NESRİN DEMİRYONTAN



"Neden ey ruhum, bu kadar hüzünlüsün? Ve neden huzursuz edersin beni?"
Davut'un mezmuru XLII, 6-12.

"İnsanın büyüklüğü sefil olduğunu bilmesinden gelir."
Pascal,
Düşünceler (165) IPensees (165)].

"Belki de yaşam boyu aradığımız şey, ve aradığımız tek şey, ölmeden önce kendimiz olabilmek için mümkün olan
en büyük kederdir."
Celine,
Gecenin Sonuna Yolculuk [Voyage aıı bout de la nuit.]