Faunus and Boy (Pierre Klossowski)






* Mitolojide Faunus: Roma dininin en eski tanrılarından biri. Ficus'un oğlu ve Saturnus'un torunu olarak gösterilir. Adı 'qui favet" (iyilik eden, lütuf gösteren) anlamına gelen bu tanrı bir yandan sürülerin, tarlaların koruyucusu olarak Yunan etkisi altındaki tanrı Pan ile bir tutulmuş, öte yandan Roma'nın kuruluş efsanelerine karışmıştır... Klasik çağlarda Faunus bir tanrı olmaktan çıkmış ve Yunan Satyr'leri gibi keçi ayaklı, sakallı, boynuzlu yaratıklar olarak dağda, ormanda, su kenarlarında mypha'ları kovalar gösterilmişlerdir. (Azra Erhat - Mitoloji Sözlüğü)

Klossowski / Nietzsche


Klossowski, Nietzsche'nin son dönemini bir tür beyin / gövde karşıtlaşması olarak görür. Fizyolojik belirtileri (kahredici başağrılarını örneğin) bile bu temel zıtlaşmaya bağlıyor bir yerde. Araya yalnızlığını geriyor. Son on yıla pervasızlığıyla bakarken iki kaynağı eşelemeyi yeğlemiştir: Yayımlamadığı (Colli-Montirani'nin günışığına çıkardığı) dev fragman deposu ve mektuplar. Bir bakıma, arızanın derkenarda, periferide okunduğunu söylemiş oluyor - ayıklanıp seçilmiş, yapıt evresine geçmiş parçalardan çok.

Beyin / Gövde itişmesinde, yürüme eylemine bunca dikkat kesilmiş olduğuna ben dikkat etmemişim ya da önemsemeyerek unutmuşum. Kendime kaş çattım!

Yürüyerek düşündüğünü biliyordum oysa, Nietzsche'nin. Ayakta, ara dere durup, notlar alır, odasına döndüğünde hızla açarmış onları. Yazısı öylesine okunaksızlaşmış ki bir dönem, kendi bile sökemiyormuş harflerini, Gast'tan yardım alıyormuş. Walser'le koşutluk ortada - Mekik'te bunu vurgulamalıyım. (Wöfli'de de hız önemlidir).

Kurşunkalem (bunun Nietzsche'yle ilgisi yok), yeniden gündemime oturdu bu arada - Walser sayesinde. Yazboz'da doğru dürüst bir rol biçmemiştim ona: Olacak iş mi? (Bilge Karasu'da, Necatigil'de yeri büyüktür kurşunkalemin).

Klossowski, koyu yalnızlık bölgelerinde (yıllar yılı dinsel bir kovukta) yaşadıktan sonra canyoldaşıyla karşılaşmıştı. Gizli kapaklıların şahıdır. XX. yüzyılın en yoğun yazılarından birini kurdu. Bataille'dan Blanchot'ya, Caillois'dan, kardeşi Balthus'e, Deleuze'den, Foucault'ya ne 'takım'dır - son üç çeyrek yüzyılda böylesi bir çevre başka nerede kurulmuş olabilir?

Öte yandan, biribirilerini, Acephale dönemi hariç, çok sık görmüyorlar olsa gerekti. Yalnızlar, benzerlerinin varlığını bilerek huzur bulurlar, her dakika buluşup görüşerek değil.

Bak, kovuk konusu da yakıcı.

Pierre Klossowski (1905 - 2001)

photo: pierre berge, klossowski 1997

Eşler, sonra, dikkatli konuşmalı. 

Bir yasak cümlesi gibi görülebilir, değil: 'Kimsenin işine karışılmamalı' diyen de benim. Cümlem, demek ki bir dilek önermesine yaslanıyor; hepsi bu.

Simone de Beauvoir, Sartre'ın cinsel açıdan hiç de matah durumda olmadığını söylüyor. Bize Sartre'ın felsefesi, edebiyatı hakkında ne öğretiyor şu bilgi? Ola ki, düşünürün kendisinin de düşkün olduğu ruh-çözümsel okuma açısından ipucu verebilir - yanıltabilir de ama. Hem, yüzde yüz doğru mu bakalım, Beauvoir'ın saptaması; ikisinin ilişkisi açısından doğru olsa bile?

Bu örnekten hareketle, erkek erkek konusunda duyarlılık gösteriyor, denilecektir herhalde. Aynı cümleyi Beauvoir hakkında Sartre kurmuş olsa, görüşüm değişecek miydi?

Denise Klossowski'yle yapılmış bir söyleşi kitabı damarı açtı, içeride. Pierre Klossowski hakkında bilmediğim pek çok şey öğrendim, eşinin anlattıklarından. Bazı ayrıntılar yapıta ışık vuruyor şüphesiz; gelgelelim, loş olma ve kalma özelliğini de zedeliyor söz konusu yapıtın.

Denise, Klossowski'nin yapıtında, pek az yazar eşinin tuttuğu ölçüde bağlayıcı bir yer tutmuştu - hem anlatılarda, hem o dev karakalem ve renklikalem desenlerde. Roberte'in ta kendisiydi, metinlerde ve resimlerde. Denise, konuşurken, gerçekte bu sonuca direniyor. Klossowski'nin derin, okkalı fantazma evrenindeki figür ile gerçeğin, hakikatta ne denli uyuşmaz olduğunu vurgulamak istiyor. Görünüşte, alabildiğine haklı bir çıkış. Ama: Neden sonra? Klossowski, tıpkı kardeşi Balthus gibi, 90'ını geçmişti öldüğünde: Onca yıl boyunca 'çocuğu' üzmek istememiş! (Benzetme Denise Klossowski'ye ait).

 Dahası var. Kitaplarda, metin içinde hadi neyse; gerisini bilmesek, bir kurban statüsü çıkabilir oradan. Oysa resimler, fotoğraflar için poz verdiğini, filimde (Roberte) oynadığını unutamayız: Sapkın bir fantazmın ürününe dönüşmüş olmak, öbür uçta, Denise'in fantazmının eksenini de belirlemiyor muydu?

İki kardeşin dünyasında, cinsellik pédophilie çerçevesinde ele alınabilecek ölçüde tehlikeli sınırlara dayanıyordu. Balthus'ün tercihi küçük kızlara, Pierre'inki küçük oğlan çocuklarına yönelikti. Denise, kocasının, evlilikleri öncesinde ağır basan cinsel sapkınlıklarının yönünün değiştiğini, kendisini merkeze oturtan yeni bir çemberin doğduğuna inanmış anlaşılan. Ne zamana dek? Yaşı ilerleyince, Pierre'in iştahı gene geçmişteki eğilimlerine dönene dek. Onu frenlediğini, denetlediğini anlatıyor. Başka, özel sorunlarını da. Giderek, eşinin özgün yaratıcı kişiliğini bile satır aralarından satırlara sıçrayarak yargılamaktan geri durmuyor.

Denise Klossowski hayli çekmiş bir kadın. Toplama kampında ölümle yüzleşmiş, trajik darbeler almış, ardından Pierre gibi sıradışı biriyle hayatını paylaşmayı seçmiş, sonuna dek o tuhafın tuhafı dünyanın parçası olarak kalmış. 'Sıradışı' derken, Klossowski'nin yaratıcılığından hareket etmiyorum: Karakter özellikleri ve yaşam çizgisi, vurgu yüklediğim.

Bir biçimde o kapıdan içeri girmiş Denise, dediğim gibi çıkmamış da.

 Şimdi, yani sonra, fantazmagorik figür kılınışına diklenmek için biraz fazla geç kalmış sayılmaz mı?

Noksan
LVII


Pierre Klossowski'nin homoerotik çizimleri






Bacon's Arrow →


Pierre Klossowski'nin erotik çizimleri





13.12.2011



Stranger by the Lake (2013, Alain Guiraudie)







Ada Defterleri

Her şeyin bir sonbaharı var, bazıları ne kadar kısa. Hayatın önüme sıraladıklarına bakıyorum bu sabah, Heybeli'de doldurduğum, doldurmayı sürdürdüğüm defterlerdeki yazının boş, yanılsamalardan örülü, aymaz hali düşündürüyor beni. Mesafe, Temas, Ayar - belli ki hepten yanılıyorum. Birinci kez, Solness durumu: Diktiğim yapıyı taşımayacak bir temelden hareket ettiğim için yıkık dökük, onarılamayacak ölçüde harabeleşmiş, bozgunları karşısında çaresiz biriyim işte ben.

Görmek ve kabul etmek, bir çıkın hazırlayıp gitmek, her nereyeyse, orada bir çadır, bir kulübe dermek çatmak, içeride kendi sıfırınla yüzleşmek. Çıkın mı? Elinde ne kaldığını sanıyorsun?

Üç dört gündür aklımda Bergman dolaşıyor gene. Temas değil ama şimdi: Yedinci Mühür, Sahneler, Saraband. Adasında, nicedir kendi kendine konuşan o harap adama bitişiyorum.

Ve 1887 -1888 elyazmalarındaki karmaşayla, Nietzsche'ye; bir yıkıntı eşiği daha. Sonrasında içi boşalmış yaşarken, bir defasında gözleri parlamış, anasına dönüp sormuş: "İyi kitaplar yazdım ama, değil mi?" Bu anekdot doğru mudur emin değilim: Bomboş gökyüzünde şimşek çaktığı olur.

Elimde ne kaldığını sanıyorsun?

Hala birkaç soru var.

Örneğin: Yıkılacağını bile göre neden kurmaya, dikmeye çalıştın, çalışıyorsun?

Daha da çalışacak mısın?

Kişi, kurabiye pişireceği bir Tanrı'dan yoksun olsa bile, yeri geldiğinde Terki Dünya'sına
çekilebilmeli. Varsın içine düştüğü boşluktan büyüğüyle yüzleşmek durumunda olsun.

Kendinden başka konuşabileceğin kimse(n) kaldı mı?

Bak, elinde bir soru daha var.

Ingmar Bergman

Geceyarısı televizyonda bir haber: Ingmar Bergman, sabaha karşı ölmüş, bir önceki gecenin sonunda, belki kurtların saatında.

Faro'da, Baltık Denizindeki adasında, huysuz münzevi, birbaşına yaşıyordu yıllardır. Kızı "huzur içinde öldü", diye açıklama yapmış. Ömrü boyunca tek salise huzursuzluktan kurtulamamış biri için, doğruysa, beklenebilecek bir son.

Otuz yılı aşkın bir süredir, baş sinemacılardan biri oldu; filmlerine döndüğümde, zaman içinde, hiç düşkırıklığı yaşamadım. Son, en son gerçekleştirdiği film önünde, Saraband, bir defa daha dağlandım kaldım. Çok derin, ipince, harman yeri sorgulaması. Birey, çift, cemaat, toplum, ülke, Dünya ve Evren ve Kaos üzre bir epope.


Üstelik ne kadarına erişebildik? Yüzü aşkın oyun sahneye koydu, hiçbirini tanımıyoruz, tanımayacağız. Büyülü Fener'i, kimi metinlerini okuduk, yazdıklarının küçük bir kesiti. Stockholm Film Arşivine 45 büyük koli elyazmasını bırakalı birkaç yıl oldu. Günışığına çıkarılacaklar, okuyabileceğimiz bir dile çevrilecekler de...


35'ine dek, büyük bir hırsla, yazar olmak istemiş. Yayıncılar geri çevirmişler yolladıklarını, önünü tıkamışlar. İyi mi yapmışlar yoksa? Bilemeyiz.


Her ne demekse, ki benim gözümde apaçık: Gerçekleş(tiril)miş bir hayat. Benim gözümde, başkalarının gözünde apaçık olması başvurduğum tanımı, fiili herkesin gözünde aydınlatmaya yetmeyecek, biliyorum.


Soracaklardır: Gerçekleştirilmemiş hayatlar mı var?


Pek çok yaşam öğesi, Bergman'da, ortalamanın üzerindeydi: Ömür süresi, ürün sayısı, aşk sayısı -öfke, kibir, dibe vurmalar, doruk tırmanışları, yaralanmalar, horgörülme ve taçlandırılma, vb.

Gerçekleştirmenin tek yolu bu fazlalıklarla ilintili değil şüphesiz: Kendi halinde, gürültüsüz, mutlu bir başka formu da geçerli gerçekleştirmenin.

Kaldı ki, onca etkinliğin, getirinin götürünün Bergman'ın durmadan kendisini kemirmesini engelleyemediği biliniyor.

Kaç yıldır Faro'daydı, 'kulübe'sinde?

Son İngrid öleli beri yapayalnız, ruhu yenik ve delik deşik uzatmaların belirsizliğinde yüzüyordu.

Bir itirafında, gün boyu yüksek sesle, İngrid'in hayaletiyle konuştuğuna rastlamıştım.

Bizim ada nüfusunda bugün bir azalma var.

Uzakta bir ada.

Tam yanıbaşımda.

Heybeli'ye getirdiğim birkaç film arasında Saraband da var - orada bir görüşelim gene.

Bergman, adasında

Bergman, adasında.

Yaşlı, deliliğe komşu bir ruh hali var gelgitlerinde, nicedir münzevinin münzevisi. Hiç boş durmamıştı, şu an acaba ne durumdadır? Fırtınası birazcık olsun hafiflemiş midir? Saraband'ı yanımda getirdiydim Heybeli'ye, DVD oynatıcı geçit vermedi.

Gece yatakta, uykuya girmeden, Bergman'ın delici soruşturmasını, yaşamöyküsel cerrahlığını düşünüyordum. Birden aklıma, 1971'de izlediğimde çok sarsıldığım, on yıl sonra benzer duygularla bir defa daha gördüğüm The Touch geldi. "Temas" diye mi çevrilmişti filmin adı, herhalde öyle çevrilmişti.



Temas ve temassızlık, Bergman'ın dünyasında bir ana eksendi. En yakıcı kısımlarında dolaştı, senaryodan senaryoya. Şimdi anımsayamıyorum: Adasına kaç yaşında çıkmıştı? Ondan çok önce filimlerine girmişti ada, adalar.

Kuzeyin adaları serttir. Anakaraya iyiden yabancılaşmış insanlar yaşar orada.

Alkol ve susku.
Bazan: Sonsuz içkonuşma.
Çünkü: Sonsuz içdava
Sanık iskemlesinde: Tanrı, hayat, ben.
Ve: Kadın. Kimbilir hangi iskemlede.

Yalnızlık

Yalnızlığın istenmedik bir sonuç, insanın başına gelen bir şey olduğunu düşünenler olmasa, en küçüğünden en büyüğüne cemaatlar oluşmazdı.

Yalnızlık istendiğinde, seçildiğinde bile, pek az örnekte tümel yalıtım hedefleniyor. İlk çöl keşişlerinden Valery'ye giden çizgide, genellikle teğet konumlanışın farklı derecelendirmeleriyle karşılaşıyoruz.

Yalnızlığın şu ya da bu kertesini benimsemek, özünde, kişinin kendine yeterliliğiyle açıklanabilir mi? Bana kalırsa gerekli şart bu; ama bırakın kendi kendine yetmeyi, kendine artabilecek ölçüde donanımlı olduğunu gördüğümüz insanlar vardır, iki dakika yalnız kalmaya gelemezler.

Demek donanımdan çok bir içhal tanımına bakılmalı.

Melankolik bünyelerde serimlenen, birbirlerinden doz farkıyla ayrışan, uzaklaşan kimyasal eşiklere. Yalnızlığın derin acısını çektiği halde başka türlüsü elinden gelmeyenle, yalnızlığının keyfini çıkaran bir tutulamaz; Çıkış noktasında da, varışta da.

Bir de alıştırma konusu: Neden topluluklar yalnızlığı sevmemiş, giderek kargışlamıştır?

Tek neden 'bize benzemelisin' olmasa gerek.

Ada Defterleri

Bad Boy (1981, Eric Fischl)


20. yüzyılın çarpıcı tablolarından biri ABD'li ressam Eric Fischl (1948) imzasını taşıyan Bad Boy, çok değişik bir cinsel atmosferi betimlemektedir. Eric Fischl resmi hakkında şunları söylemiştir:

"Kökende, Bad Boy ile odada bir çocuğun bulunmasını düşünmedim. Düşündüğüm bir erkek ile bir kadını cinsel birleşmeden sonra odanın şurasına burasına serpilmiş olarak göstermekti. Ama erkek resme uymadı. Bana göre değildi. Önce odadaki resmi yapan, kadına bakan bendim. Sonra, bilmiyorum, odada bir başka kişinin varlığını ayrımsadım, kökende kadının yanı sıra odadaydı, ve benimle birlikte gözlüyordu. Böylece, çocuğu yerleştirdim resme. Ve ondan hoşlandım. Kadın, para, her şey yerli yerine oturdu."

Küçük bir erkek çocuğun yatakta çırılçıplak yatan bir kadını seyrederken, bir yandan da kadının çantasından para aşırmaya çalıştığı görülmektedir. Çanta bir simgedir. Kadının vaginasını simgelemektedir. Cinsellik dozu olabildiğince yüksek, deyim yerinde bulunursa, cinsellik -yoğun bir resimdir. Bir çocuğun çırılçıplak, her şeyi ortada bir kadını seyrediyor oluşu da aykırı bir resim kimliği almasına yol açmaktadır. - Önder Şenyapılı


 


Le Dernier des Injustes (2013, Claude Lanzmann)


Shoah için:

Sade'ın Tanrısı

"Gelin iyi dostlar, haydi hep birlikte neşelenelim, tüm bundan gördüğüm, erdem dışında herkes için yalnızca mutluluğun arttığı -ama belki de yazdığımız bir roman olsaydı böyle söylemeye cüret etmezdik. "Yayımlamaktan korkmak niye? dedi Juliette, "Gerçeğin bizzat ve yalnızca kendisi, bu vahiylerin önünde insanlık nasıl titrerse titresin, doğanın gizlerini çırılçıplak gözler önüne sererken.  Felsefe dile getirmekten asla çekinmemeli."

Hedefleri filozofların hedefleri olsa da Sade roman biçimini seçti. Bunun ona sağladığı şey, ses çeşitliliğiydi. Herhangi birine bağlanmaksızın, konumları denemekte serbestti. Özellikle de Tanrı'ya ilişkin inançları, bir akış meselesi gibi görünüyordu. Tanrı, yalnızca tümüyle yok muydu ortada, yoksa etkin olarak kötü niyetli miydi? Dünyadaki kötülük, rastgele kötü şansa mı dayanıyordu, yoksa kasti niyetin sonucu muydu? Bu konuda Sade'ın kendi kararsızlığı, sıklıkla neredeyse tutarsız nidalarla kendini gösterir: "Evet, beyhude yanılsama, ruhum senden nasıl da iğreniyor!" Okurun, Sade'ın eserlerinin, varoluşsal statüsü belirsiz bir varlıkla geçen diyaloglarla dolu olduğu gerçeğini gözden kaçırması imkansızdır. Önemle işaret edilir ki, Juliette "günaha meydan okur. Onun çapkınlığı Katoliklik tarafından, paganizmin rahibenin esrikliğine yaklaşımındaki gibi mimlenmiştir" (Adorno ve Horkheimer) Bataille, daha belirsiz olarak, Sade'ın eserlerini dua kitapları olarak niteledi. Eğer Sade bir ateist idiyse, kesinlikle Tanrı takınaklı bir ateistti. Onun ateizme ilişkin ifadeleri, iyimser anlarına denk geldi. Çünkü, başka herhangi bir seçenek çok daha kötüdür. Justine'e öğretmenlik yapmaya çalışan Dubois açıklar:

"İnanıyorum ki," diye cevap verdi bu tehlikeli kadın, "eğer bir Tanrı olsaydı, yeryüzünde daha az kötülük olurdu; inanıyorum ki, kötülük var olduğundan, bu düzensizlikler ya Tanrı tarafından açıkça hükmediliyor, ki bu durumda barbar biridir ya da bunları engelleyemiyordur, ki o zaman da zayıf bir Tanrıdır; her iki durumda da iğrenç bir varlık, yıldırımına meydan okumam ve yasalarını hiçe saymam gereken bir varlıktır. Ah, Therese! Ateizmin bu iki ucu birinden ya da ötekisinden daha yeğlenir değil midir?" (Sade)

Gerçekten de öyledir. Çünkü Tanrının yokluğunun alternatifi, varlığıdır. Eğer O'nu eserleriyle tanıyacaksak, O'nun doğasına ilişkin ne çıkarsamamız gerekir? Sade, Bayle'den beri hazırlanmakta olan standart yakarışları alıp onlardan, daha öncekilerin çıkarmaya cüret edemedikleri sonuçları çıkardı. Klossowki Sade'ın eserlerinde baştan sona gnostik temaların varlığına dikkat çeker. Bunlar ayrıca onun, Yaratılış'ın bir lanet tohumu taşıdığı görüşünde ve zevke övgülerinden hiçbirinin asla gizlemediği müthiş beden nefretinde de bulunabilir. Ancak, çoğu gnostik en azından iki gücü kabul etmiştir. Sade'ın yüce bir gücün varlığına inancında bu dinmez bir kötülük gücüydü. Böyle bir varlık, 

"çok kindar, çok barbar, çok adaletsiz, çok zalim... bir ölümlünün sahip olabileceği bir güdü olmadan yaptığı için bir ölümlüden daha zalim olmalı." (Sade)

İnsanların suçları genellikle, yalnızca zemindir. Kendi banal çıkarlarını gerçekleştirmek, servetlerini ya da en kötü ihtimalle güçlerini artırmak için suç işlerler. Ama Tanrı, kadiri mutlaktır. Evreni dolduran zayıf varlıkları sürekli ezmekle hangi ihtiyaçları karşılanabilir ki? Katışıksız zulüm arzusu, bunu açıklayan tek şeydir - kimilerinin lütuf gizemine sığınmalarının nedeni de budur. Sade'ın çıkardığı sonuçlar, birden fazla geleneğin habercisiydi. Nietzsche'nin betimlemesine göre, Yunan tanrıları, bizim tiyatroda trajedi seyrettiğimiz gibi, insanların ıstırabını seyrediyordu. Kalvinistlerde ve de paganlarda da duramayız. Eyub'un girişinde resmedilen, adil kulunun... aşkına eziyet görmesine izin veren Varlık'ta Sadevari bir kahramanın özelliklerinin izini süremez miyiz?

"Senden daha filozof olarak, Clairwille, kendi sistemimi ortaya koymak için, senin mecburmuş gibi göründüğün, ne O kaba İsa'ya ne de o sıkıcı romana, Kutsal Kitap'a başvurmam gerekmez; benim evren çalışmam tek başına, sana karşı çıkacak silahlar sağlar bana... Gözlerimi evrene çeviririm: Kötülüğün, düzensizliğin, suçun her yerde despotlar olarak egemen olduğunu görürüm. Bakışlarımı aşağı çeviririm, bu evrenin yaratıklarının en ilgincine çarpar gözlerim. Onun da kötülüklerle, çelişkilerle, rezaletlerle yutulduğunu görürüm; bu incelemeden ne gibi düşünceler çıkar... bir Tanrı vardır; gördüğüm her şeyi zorunlu olarak şu ya da bu el yaratmıştır, ama kötülük dışında bir şey için yaratmamıştır; kötülük onun özüdür; ve bize yaptırdıklarının hepsi, onun planları için zaruridir." 

"Evrene gark ettiğim sürekli mutsuzluklar sizi benim yalnızca düzensizliği sevdiğime ve beni memnun etmek için bana öykünmeniz gerektiğine ikna etmedi mi?... Davranışımın neresinde iyilik gördünüz ki? Size salgınlar göndermede, karmaşada, iç savaşlarda, depremlerde, fırtınalarda mı? Aptallar! Niye beni taklit etmediniz? Sırf, kötülüğün zorunluluğunun ne büyük olduğunu kanıtlamak için size verdiğim tutkulara niye direndiniz?"


Tünelin Ucu: Marquis de Sade
Modern Düşüncede Kötülük
Susan Neiman
sf. 199

Hitler ve Nazi Almanyası

Hitler with Bleeding Eyes, 1993. Erwin Blumenfeld

30 Nisan 1945'te Hitler, sığınağında bir Alman köpeği üzerinde etkin mi değil mi diye denediği Prusya asitini metresi Eva Braun'la evlenmesinin ardından, önce ona içirip sonra da kendisi içerek kafasına bir kurşun sıktı. Hemen arkasından Magda Gobbels onu taklit etti. Magda Gobbels aynı zehirle 4 - 12 yaşları arasındaki altı çocuğunu serinkanlı bir şekilde öldürdü. Ardından kocası Joseph Gobbels'le birlikte intihar etti. Niçin ortada bir köpek vardı? Niçin altı çocuk söz konusuydu? Niçin bu maskaralıklar sergileniyordu? Bu soruların yanıtı bu ölüm sahnesinin temel oyuncusu tarafından verilmiştir. Kavgam'daki (Mein Kampf) bir takım lanetleri vasiyetnamesinde yeniden tekrarlayan Hitler, savaşın çıkmasından ve Almanların yenilgisinden Yahudilerin sorumlu olduğunu açıklıyor ve sonucunda da Son Çözüm'ün bütün kurbanlarının, aslında Nazilere atfedilen suçun gerçek sorumluları olduğunu iddia ediyordu. Bolşevikleşmiş bir Yahudi dünyasının egemen olduğu bir gelecekte yaşamamak için, o sadece kendi kendine köpeğiyle birlikte ölmeyi değil aynı zamanda karısının ve kendisinin vücudunun yakılmasını emrederek işlediği cinayetin izlerini de silmeyi planlamıştı. Gobbels ve karısı da kendi çocuklarını aynı asit yardımıyla -Ziklon B adında gaz odalarında kullanılan bir asittir bu- öldürerek aynı şeyi yapacaklardır. Buradaki intihar başka birtakım intiharlara hiçbir şekilde benzememektedir. Ne Emma Bovary'nin gururlu ve umutsuz intiharıdır bu, ne de işkence altında konuşmaktansa kendilerini öldürmeyi tercih eden direnişçilerin. Ne kamplardan geldikten sonra kendilerini öldürenlerin ne de İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kendilerini öldüren Japon generallerin seppukisi'ne benzetilebilir. Çünkü onlar halklarının yenildiklerinden dolayı imparatordan özür dilemek adına bunu yapmışlardır.

Kasti olarak kendini öldürmenin diğer biçimlerinin aksine, Nazilerin intiharı Yahudilere karşı işlenilen soykırımın gülünç derecede eşdeğerli bir eylemiydi. Onlar bunu sadece yahudilere karşı değil aynı zamanda saf olmadıkları söylenen ırklara karşı da gerçekleştirmişlerdi. Buradaki intihar, sapık bir intihardır. Minyatür haline dönüştürülmüş şekilde bir kendi kendine soykırıma uğratmaktır; hiçbir şekilde bir kurtarılışa başvurmadan yapılan bir eylemdir. Bu eylem bütün Almanya'ya sanki model olarak ama beyhude bir şekilde kendini gösteriyordu. Kadınlar, erkekler, insanlar, çocuklar, yaşlılar, yaralılar, ölmeyip yaşayanlar, hayvanlar hepsi şereflerinin örneğini izlemek ve bir daha ortaya çıkmamak üzere kaybolmak zorundaydılar. "Sonuç olarak Hitler'in kendisiyle birlikte yok olmaya hazır olarak gördüğü Alman halkı" diye yazacaktır Ian Kershaw "Hitler'den daha fazla yaşama becerisi gösterebildi." Eski Almanya onunla birlikte ölmüştü. Onun doğurduğu, vizyonunda geleceğini gördüğü ve ona gönüllü olarak hizmet veren, kısacası onun hybrisine (ölçüsüzlüğüne) katılan Almanya, şimdi onun Nemesis'ini paylaşmak zorundaydı.

Elisabeth Roudinesco

* nemesis: Yunan mitolojisinde gecenin kızı olan nemesis tanrılardan insanların 
ölçsüzülüğünü ve deliliğini cezalandırmalarını isteyen tanrıçadır.