Mitromania


Original watercolor by Florian Grospietsch - Vue de la grotte de Matromania


Capri’deki bir yer hafızasında yer etmiş olmalı: grotta del Matrimonia” veya “grottadi ve yahut “Mitromonia” da denilen yer. Malwida’nin uzun uzun yazdığı anıları bize 23 Mart 1877 gecesi üç arkadaşın bu mağarayı gezip gezmediklerini söylemiyor» ama mağara arco naturale yakınlarında, geçtikleri yolda yer alıyor. Filozof aşağı yukarı bir yıl sonra, 1878 yazı sırasında» içinde otobiyografik notların bulunduğu ender rastlanan not defterlerinden birine Memorabilia başlığı altında şu kısa ve gizemli cümleleri yazmıştır:

Mitromania.- Güneşin ilk ışınının belirmesini beklemek- nihayet onu seyre dalmak ve - ona aldırmamak ve erimek.

Mithras'ın umudu Mithras'ın deliliği.

Grotta di Matrimonio, bilinçsiz yasamın idilik tablosu

Mitromania'dan başlayarak hayatı şenlik olarak hayal etmek.

 Hatırlamak sanatı, kötü, acı unsurlara hâkimiyet. Hastalığa, memnuniyetsizliğe, sıkıntıya karsı mücadele.

2. Mithra yılanın ve akrebin üstüne asılı olduğu boğayı öldürdü.


O halde, Capri’ye yaptığı ziyarette deneyimledikleri, filozofun felsefi hassasiyetinin ve klasik kültürünün filtresinden geçti ve dünyevi varoluşunun derin olumlanışının simgesine dönüştü. Aşağıdaki satırlarda Nietzsche büyük olasılıkla Malvida’nın eski bir arkadaşı Ferdinand Gregorovius’un İtalya’ya seyahat kitabında yer verdiği Capri ve Matromania Mağarası’nın betimlemesini hatırlıyor. Bu kitabı o sırada seyahat rehberi olarak kullanıyorlardı, aynı kitap günümüzde hâlâ Capri’de kitabevlerinde bulunuyor:

"Dik bir merdivenden inerken, derin ve güzel bir mağaranın birden fazla tonozlu bir kubbe oluşturduğu kıyının ortasına geliyoruz. Burası gizemli Matromania Mağarası. Girişi büyük hacimli bir yarım dairedir, çünkü mağara 55 adım genişliğinde ve 100 adım derinliğindedir. Bir doğa eseridir ama insan eli değmiştir; girişten itibaren Roma dönemi duvarlarını fark ederiz ve içerde çeperde duvarcılık işleri asılı durur. Mağaranın derinliğinde, yarım daire şeklinde kürsüye benzeyen iki yapı birbirlerine karsı dururlar, Tanrı'ya özel bir oda olması gereken ve heykellerin teşhir edildiği yere bu kürsülerin ortasından basamaklar çıkar. Her şey bir tapınağın hücresinde olduğumuzu gösterir bize. Bu mağaraya önce Matromania ismi verilmiş, halk da bu ismi kasıtsız bir ironiyle sanki Tîberius düğününü burada kutlamış gibi Matrimonio'ya (düğün) çevirmiştir. Bu isim aslında Magnae matris antrum veya Magnum Mitrae antrum'dan türemiştir. Denir ki tapınak Mithra'ya adanmıştır; Perslerin güneş tanrısı bu mağarada onurlandırdığı için değil de Mithra'nın mistik kurbanını temsil eden bir alçak kabartma bu mağarada, pek çok benzeri de Vatikan'daki müzede bulunduğu için. Napoli'nin Studilerinde bunlardan iki tane gördüm: Bir tanesi Posillipo Mağarası'nda bulunmuştu, diğeri Matromania da ve ikisi de Mithra'yı Acem giysisi içinde, bir boğanın üstünde diz çökmüş bıçağını onun ağzına sokarken tasvir ediyordu; aynı anda bir yılan, akrep ve köpek de boğayı ısırmaktaydı. Bu mağarayı Mithra'nın tapınağı addetmek saçma gelmiyor. Mağara güneşe yapılan mistik ayinlere mükemmel derecede uygun çünkü güneşin doğuşuna bakıyor. Her kim ki derinliğinde Helios'un uzak dağların üstünden doğmasına bakar ve kızıl, mor ışıltıyı ve yakın ve uzak dalgaları seyre dalar, o kişi gerçek bir güneşe tapan olur."


Gizemle dolu bu mağara, Romalı askerler tarafından doğudan ihraç edildikten sonra I. ve III. yüzyıllarda imparatorluğa yayılan ve Hıristiyanlığa karşı vahşi bir mücadele başlatan bir güneş dininin törenlerine mekân olmuştu muhtemelen. 25 Aralıkta, bu din güneşin doğuşunu kutlar ve boğanın kurban edilmesiyle hayatın, kötülüğün güçleri karşısındaki zaferini temsil ederdi. Bu  din son derece dünya ile ilgiliydi, diğer dünyaya inanmazdı ve dünyanın sonunun Stoacılar gibi kozmik bir yangınla geleceğini düşünüyorlardı. Bu din, Hıristiyanlığın tersine, hayatın olumlamasına değer veriyordu. Nietzsche burayı tam da 1878 yazında, varlığının en üzgün dönemlerinden birinde, kötü ve acı unsurları yenmenin hastalıkla, kederle ve dertlerle mücadele etmenin yollarını aradığı sırada anıyor. Zerdüşt’ün girişini protagonist ile güneş arasındaki diyalogla başlatırken de hatırladığı yer burasıydı:


“Sen, ey büyük yıldız! Neye yarardı mutluluğun, aydınlattıkların olmasaydı eğer! On yıl boyunca buralara, mağarama çıktım ben, kartalım ve yılanım olmasaydık eğer, sen ışığından da, bu yoldan da bıkardın.”

 Nietzsche’nin Gregorovius’un eserinden çıkardığı Matromania mağarasıyla ilintili ikinci bir öğe mağara civarında 1750’de bulunmuş bir dikilitaşın üzerine yazılmış Yunanca dizelerin yorumlanmasıyla alakalıdır. Yazıt bilimciler bugün, söz konusu olanın basit bir mezar taşı olduğunu düşünüyorlar, ama Gregorovius onun İmparator Tiberius tarafından icra edilen insan kurbanıyla ilgili bir belge olduğunu düşünür.

"Bu çocuğun mezarlığındaki bu gizemli satırlar hangi tüyler ürpertici cinayetten bahsediyorlar! Burada Capri’nin hikâyesi vardır. Zavallı Hypatos'un akıbeti unutuldu, oysaki ben onu tanıyorum. Şeytani bir anda, Tiberius güneşe en sevdiği gözdesini kurban etti; burada, bu mağarada! burada, bu hücrede. Tıpkı daha sonra Hadrianus'un güzel Antinous'u Nil'de kurban etmesi gibi. Çünkü o dönemde, çok sık olmasa da insan kurban etmek örf ve adetlerde vardı ve çoğunlukla bunlar Mitra adına uygulanıyordu."

Nietzsche Gregorovius’un varsayımını izler ve Capri’ye yapılan gezintiden 9 yıl sonra İyinin Ve Kötünün Ötesinde’de dinsel zalimliği işlerken, genç Hypatos’un kurban edilişine gönderme yapar:

“Bir zamanlar insanlık, tanrısına insanlar kurban ederdi, belki de en sevdiği insanları; tarih öncesi bütün dinlerde, ilk doğan çocuğun kurban edilmesi örneğin, veya tüm Roma tarihindeki çağdışılıklar arasında en tüyler ürpertici olanı, İmparator Tiberius’un Capri adasındaki Mithras Mağarası’nda kurban edilişi."


*
Paulo D'olorio
Nietzsche'nin Sorrento Yolculuğu

Tribschen

 Nietzsche saatinde gelen trenle yaklaşık üç saatte gidilen Tribschen denen yerde "paha biçilmez bir sığınak" keşfetmişti.



Tribschen denen yer Luzern'in merkezinden göl kıyısı boyunca yirmi dakikada yürünebilen bir burundu. (Tolstoy buraya katlanamıyordu, çünkü bugün olduğu gibi o gün de hep turistlerle kaynardı ve on dokuzuncu yüzyılda bu turistlerin çoğu İngilizdi.) Bavyera Kralı Ludwig'in verdiği parayla Wagner'in kocaman, kare şeklinde, dört katlı, on dokuzuncu yüzyıl başından kalma bir konak  kiraladığı yer burasıydı. Parisli bir iç mimara da konağı rokoko tarzında döşettirmişti. Elizabeth'in zarifçe ifade ettiği gibi, gösterişsiz bir İsviçre konağında "pembe saten ve minik aşk tanrıları " biraz rüküş kaçıyordu. Gölün hemen yukarısındaki bir tepede bulunan konak, ineklerin ve koyunların otladığı, ağaçlarla dolu bir yeşil alanla çevriliydi. Luzern Gölü'nün sularının ötesinde çok geniş bir manzara görülebiliyordu. Salonun pencerelerinden görünen doğu tarafında 2.000 metre yüksekliğindeki Rigi, güneydoğuda ise Bürgenstock'un üç doruğu görülüyordu. Güneybatı istikametindeki Pilatus çoğu zaman bulutların ardına saklanmış oluyordu. (J. M. W. Turner'ın pek çok Rigi ve Pilatus resmi "romantiklik " arayışındaki İngiliz turistlerin Luzern'i sevilen bir uğrak yapmasına yardımcı oldu.)

Almanya'dan sürgün edilen Wagner 1849'da İsviçre'ye ve 1866'da Tribschen'e taşınmıştı. 1870'te müzikal güçlerinin zirvesindeydi, Die Meistersinger ve Tristan und Isolde'nin yanı sıra Der Ring der Nibelungen (Nibelung Yüzüğü) dörtlemesinin ilk iki operası Das Rheingold (Ren Altını) ve Die Walküre'yi (Valkyrieler) tamamlamıştı ve Yüzük'ün (Der Ring) üçüncü parçası olan Siegfried üzerine yoğun bir şekilde çalışıyordu. Tribschen'de başka her yerde olduğundan daha mutluydu. Aynı şey Nietzsche için de geçerliydi. Hayatının sonunda, bozulmuş bir arkadaşlığın acısını ve karşılıklı suçlamalarını düşünen Nietzsche, Tribschen'i "kutsanmışların uzaktaki adası" olarak hatırlıyordu. (Gerçi yarımada olduğunu söylemek düz anlamda daha doğru olacaktır.)



Geçen Cumartesi Tribschen'e üzüntülü ve derinden yaralanmış bir ruh haliyle
veda ettik. Artık Tribschen yok: Adeta kalıntıların arasında dolanıp durduk, üzüntü
hissi her yeri dolduruyordu; havayı, bulutları. Köpek de bir şey yemedi. Hizmetkar
ailelerinden birilerine seslendiğinizde hıçkıra hıçkıra ağladıklarını fark ediyordunuz.
El yazmalarını, mektupları ve kitapları paketledik -ah ne perişandık! Tribschen yakınında
geçirdiğim bu üç yıl, 23 kez ziyaret ettiğim bu yer -bana neler ifade ediyordu!
Bu yıllar olmasa ben ne olurdum! En azından Tribschen dünyasını kitabımda [Tragedyanın
Doğuşu] taşa kazımış olmaktan mutluyum.

Wagner'lerin gidişi Nietzsche'yi adeta kimsesiz bırakmıştı. Büyük "efsuncuya " karşı yazdığı yüzlerce sayfa polemiğe rağmen, hayatının sonunda, yani Ecce Homo'da Tribschen hala büyülü bir düş olarak kalmıştır:

... Hepsinin ötesinde beni en derinden, en içten dinlendiren şey ... hiç şüphesiz
Richard Wagner'le yakından düşüp kalkmam olmuştur, insanlarla kurduğum öbür
ilişkilere metelik vermiyorum; ama Tribschen'de geçirdiğim günleri, o karşılıklı güven,
sevinç, yüce rastlantılar ve derin anlarla dolu günleri her ne pahasına olursa olsun
yaşamımdan silmek istemem ... Başkaları Wagner'le neler yaşamıştır, bilmem; bizim
göğümüzden bir tek bulut bile geçmedi.


kaynak: Julien Young / Nietzsche

Messina: Zerdüşt'ün Sırrı


2002'de yayımlanan Zarathustra 's Secret (Zarathustras Geheimnis,
1989; Zerdüşt'ün Sırrı) adlı kitapta -mutlak kanıt yokluğundan yılmayan- 
yazar, " Zerdüşt"ün (yani Nietzsche'nin) suçluluk hissetmesine
yol açan "sırrın" "eşcinsellik" olduğu şeklinde sansasyonel bir
iddiada bulunur.

Ex-libris para F. Suter de Soder (1907)

Nietzsche 1882 Mart'ının sonunda aniden Cenova'dan ayrılıp Sicilya'daki Messina'ya gitti ve Nisan'ın ilk üç haftasını orada geçirdi. Bu ani ayrılış hava ısınmaya başlar başlamaz yüksek dağlara çıkmasını gerektiren yerleşik deseni bozmuştu. Nietzsche'nin Messina'da geçirdiği zaman konusunda dört kısa posta kartı dışında bilgi verecek bir şey yok. Bu kartlardan birinin üzerinde Homeros'un Sicilya'yı "dünyanın kenarı" ve "mutluluğun oturduğu yer" diye tanımlaması alıntılanmış. Görünüşte  şaşırtıcı Messina tercihi ve orada geçen zaman konusunda somut bilgi eksikliği Joachim Kohler'in Zarathustra's Geheimnis: Friedrich Nietzsche und seine verschlüsselte Botschaft ( 1989; Zarathustra's Secret: The lnterior Life of Friedrich Nietzsche, 2002; Zerdüşt'ün Sırrı: Friedrich Nietzsche'nin İç Dünyası ) adlı tezinin çekirdeğini oluşturur. Bu kitaba göre Nietzsche'nin "iç dünyası"nın "sırrı" onun eşcinsel olmasıdır (Şok! Dehşet! ... Kitap satışlarında artış!! ) .Görünüşe bakılırsa, Messina'dan pek uzak olmayan Taormina'da bir eşcinsel sanatçılar kolonisi vardır. Fakat Kohler'in tezinin hilafına Nietzsche'nin Taormina'ya gittiğine dair en ufak bir kanıt bile yoktur. Sicilya'da kalışına dair tek bildiğimiz, sabah uyandığında pencereden palmiyeleri görmekten keyif aldığı ve Messina yerlilerini dost canlısı bulduğudur. Yine de şu soru cevapsız kalıyor, "iç dünyasının sırrı" uğruna gitmediyse niye oraya gitmişti?

Taormina - Wilhelm Von Gloeden

Curt Janz gizli "mıknatısın" Wagnerlerin Sicilya'da bulunması olduğunu öne sürer; Nietzsche tesadüfmüş gibi yaparak onlarla karşılaşmayı ummaktadır. (Gerçekten oradaydılar, ama Nietzsche vardığında oradan ayrılmışlardı.) Fakat bu hipoteze dair de hiçbir kanıt yoktur. Aslında bana kalırsa Nietzsche'nin Messina'yı ziyaretinde gerçek anlamda bir giz yoktur, çünkü mektupları bu ziyaretin sebeplerine dair son derece akla yakın açıklamalar sunmaktadır.

Nietzsche'nin hayatında sağlığın en merkezi yerde durduğu hatırlanmalıdır. Her gittiği yeri bir sağlık "deneyimi" olarak görüyordu, ayrıca önceki yaz Sils'te hava çok korkunçtu. Overbeck'e Messina'dan şöyle yazmıştı: "Akıl kazandı: -dağlarda kaldığım son yaz berbat geçtiğinden ve bulutların yakınlığı daima durumun kötüleşmesine yol açtığından, geriye sadece yazı deniz kıyısında geçirmenin nelere yol açacağını görmek kalıyor." Şaşırtıcı olan, dağlardan vazgeçmesi değil, sadece berrak gökyüzünün zihnini temizlediğine inanmasına rağmen daha önce deniz kıyısına inmemesidir. İlave bir sebep de -emekli aylığının yaşamasına ancak yettiğini hatırlarsak- yoksul Güney'de "fiyatların şaşırtıcı
düşüklüğüydü".

Taormina - Wilhelm Von Gloeden "Et i Arcadia Ego"

Yine de, Cenova zaten deniz kıyısındaydı, niye orada kalmadı? Benim tahminime göre daha güneye giderse daha berrak bir gökyüzü bulacağını düşünüyordu. Önceki yaz Sils'ten Overbeck'e yazdığında "aylar boyu berrak gökyüzünün" sağlığı için temel şart olduğunu belirtmiş, bu yüzden Avrupa'dan göçmek zorunda kalabileceğini de eklemişti -belki de Meksika'ya yerleşirdi. 1882 Mart'ında -yani Messina'ya gitmeden üç hafta önce- Elizabeth'in arkadaşı ve müstakbel kocası Bernhard Förster'in Güney Amerika' da bir koloni kurmayı planladığını duymuş, bu haberlerle kendisinin devam eden "özgür ruhlular manastırı" rüyasını birleştirerek Meksika yaylalarında bir koloni kurma hayallerine dalmıştı. Ama Sicilya "sağlık deneyi" işe yaramadı. Nietzsche üç hafta sonra "en büyük düşmanı " Sirocco .. tarafından kovuldu -nihayet gizli "sırrını"! yaşama fırsatı bulan birini caydırması pek beklenemez doğrusu. Fakat Messina'dayken Ree'nin Roma'dan gönderdiği mektupta Malwida'nın yanında genç, parlak ve güzel bir Rus kadının -Lou Salome-- kaldığını ve onunla tanışmak için "sabırsızlandığını" okuması da oradan ayrılmasıyla alakalı olsa gerek. Nietzsche'nin bu çağrıya tepkisinin de "gizli sır" hipotezine başka bir darbe indirdiğini göreceğiz.

Julian Young / Nietzsche

NİETZSCHE & DOSTOYEVSKİ

Nietzsche'nin, Şubatın başında kışın baskısını taşımasına yardımcı olan ikinci olay da Dostoyevski'yle tanışmasıdır. Nice'teki bir kitapçıda daha önce hiç duymadığı bir yazarın Yeraltından Notlar'ının Fransızca bir çevirisine rastlar ve kısa süre sonra Ezilenler'e, yani "bugüne dek yazılmış en insani kitaplardan biri"ne ve Ôlüler Evinden Anılar'a geçer. Sevinçle kabul ettiği gibi, "içgüdüsel olarak bağlantılı olduğunu" hissettiği insanlık durumu görüşünü bu "büyük psikologda" da görmüştür. 

Nietzsche'nin kendisi ile Dostoyevski'nin "aynı dalga boyunda" olduğunu hissetmesi Zerdüşt okurlarına şaşırtıcı gelmez. Dostoyevski'nin Raskolnikov'u ile Nietzsche'nin, işlediği cinayetin sebepleri konusunda en az onun kadar kafası karışık olan " Solgun Suçlu"su arasındaki benzerlik pek çok kişiyi Nietzsche'nin Suç ve Ceza'yı 1883'ten önce okuduğunu düşünmeye itmişti. Ama gerçekte 1887 öncesinde Dostoyevski adını duyduğuna dair bile hiçbir kanıt yoktur. Nietzsche-Dostoyevski bağlantısı konusunda dikkat edilmesi gereken nokta, her ikisinin de (Dostoyevski'nin sahte idamı ve Sibirya'ya sürgünü sonrasında) "sosyalizm", "anarşizm" ve "nihilizmin" şiddetli düşmanları olması ve her ikisinin de geçmişteki sert, aristokratik, dinin kutsadığı toplumsal hiyerarşinin korunması ve geri kazanılmasının gerektiğine inanmasıdır. Fakat aradaki fark Dostoyevski'nin Hıristiyan bir aristokratik topluma inanmasıdır. Nietzsche bu yüzden Brandes'e gönderdiği mektupta Dostoyevski'yi "bildiğim en değerli psikolojik malzeme" diyerek değerli bulmakla birlikte temel içgüdüsüne "tam anlamıyla ters düştüğü için tuhaf bir şekilde ona minnettar" olduğunu da belirtir. İkisinin arasındaki benzerlik o hadde varsaydı Nietzsche'ye söyleyecek hiçbir şey kalmayacaktı.

Julian Young / Nietzsche

Dionysos Buradaydı

Fotoğrafçı Thomas Steinert, Nietzsche'nin doğum yeri Röcken'den Leipzig, Bonn, Sils Maria, Venedik, Monte Carlo gibi yerleri dolaşarak filozofun izini sürmüş, felsefesinin uyandırdıklarından yola çıkarak uzun soluklu bir fotoğraf çalışması ortaya çıkartmış. (Benim de benzer bir güzergah'ı izleyerek (özellikle bu doğayla akrabayım dediği Alp'leri ve yaşamının güneşli günlerini geçirdiği .. Sorrento yıllarını izleyerek.. fotoğraf ve videoart çalışmaları yapmak çokça düşlediğim şeylerden biri) İnternette bu çalışma ile ilgili çok fazla görsel ve bilgi yok ne yazık ki.  Olanlar da Almanca. Ama ben fazlasıyla ilgiliydim.   

O çalışmadan birkaç fotoğraf: 

Friedrich Nietzsche burada 15 Ekim 1844'de doğdu. (Rocken)

Röcken



Anayol boyunca uzanan ve Lützen'in yakınlarında bulunan bir köy olan Röcken'de doğdum. Köyü söğüt ağaçları, birkaç kavak ve karaağaç çevreliyordu, bu yüzden de uzaktan bakıldığında ağaçların üzerinden sadece bacalar ve eski kilisenin kulesi görünürdü. Köyün içinde birbirinden sadece dar toprak şeritlerle ayrılan büyük göletler vardı. Göletlerin çevresi de açık yeşil, budaklı söğütlerle doluydu. Biraz yukarıda papazın evi ve kilise vardı; papazın evi bir bahçe ve bostanla çevriliydi.  Bitişikte kısmen toprağa gömülü mezar taşlarıyla dolu mezarlık vardı. Papaz evi üç gürbüz, kocaman karaağacın gölgesindeydi, bu ağaçların çarpıcı yüksekliği ve şekli ziyaretçiler üzerinde hoş bir etki bırakırdı ... Burada ailemin mutlu çevresi içinde yaşadım ve dışarıdaki geniş dünyanın temasından uzak kaldım. Benim dünyam köy ve çevresinden ibaretti, daha uzakta bulunan her şey bilinmez, sihirli bir alemdi.

...

Röcken köyü ... çevresindeki koruluk ve içindeki göletlerle çok alımlı durur. Her şeyin üstünde kilisenin yosunlu kulesi dikkatinizi çeker. Günün birinde babamla Lützen'den Röcken'e yürüyerek dönüşümüzü çok iyi hatırlıyorum. Yolun yarısındayken Paskalya şenliğini haber veren çanların canlandırıcı sesini duymuştuk. Çan sesleri hala sık sık içimde yankılanır ve geçmişin özlemi beni alıp babamın uzaktaki evine geri götürür. İçinde tabutlar, kara krepon kağıtları ve eski mezar taşı yazıtları bulunan o eski püskü cenaze evi, ne kadar da çok ilgimi çekerdi ... Evimiz 1820'de inşa edilmişti ve mükemmel durumdaydı. Birkaç basamakla zemin kata çıkılırdı. En üst kattaki çalışma odasını hala hatırlıyorum. Aralarında pek çok resimli kitap ve yazıt bulunan dizi dizi kitaplar yüzünden orası en çok sevdiğim yerdi. Evin arkasında bahçe ve bostan vardı. Baharda buraların bir kısmını ve bodrumu su bastığı olurdu. Evin önündeki avluda ahır ve samanlık vardı, buradan da çiçek bahçesine çıkılıyordu. Ben  genellikle gölgelik yerlerde otururdum. Yeşil duvarın arkasında söğütlerle çevrili dört gölet bulunuyordu. Göletler arasında yürümek, yüzeyinden yansıyan güneş ışınlarını ve neşeyle oynaşan balıkları seyretmek en büyük zevkimdi. Yine de beni daima gizli bir dehşetle dolduran bir şeyden henüz söz etmedim: Kilisenin içinde St. George'un usta bir el tarafından taştan yontulmuş, normal boyutların üstünde bir heykeli vardı. O çarpıcı adama, korkunç silaha ve gizemli alacakaranlığa baktığım her seferinde korkuyla gerilerdim. Söylendiğine göre bir keresinde gözleri öyle korkutucu bir ışıkla parlamış ki onu görenlerin yüreği korkuyla dolmuş. - Mezarlığın çevresinde gösterişsiz tarzda çiftlik evleri ve bahçeler uzanır. Her çatının altında uyum ve huzur vardır, nerdeyse hiç şiddet yoktur. Orada yaşayanlar köyden nadiren ayrılır, en fazla yıllık fuara giderler. Fuar zamanları kalabalığı ve satılık parlak eşyaları görmek isteyen neşeli genç erkek ve kızlar işlek Lützen'e gitmek için yığınlar halinde yola çıkarlar. 

Klaus Schulze - Nietzsche

Aforizmatik Üslup

"Günde yaklaşık bir buçuk saat görebiliyorum ... Daha uzun süre okur ya da yazarsam aynı gün çok kötü ağrım oluyor."

Tüm olgunluk eserlerindeki aforizmatik üslup salt bir edebi tercih değil -bir keresinde felsefi sorunlara soğuk duşa yaklaşır gibi yaklaştığını söylemişti: çabuk gir, çabuk çık- gözlerinin durumu yüzünden bir gereklilikti. 





n.nin not defterlerinden


İbsen & Nietzsche

Edvard Munch Geniene, Ibsen, Nietzsche og Sokrates, 1909.


7 Mart tarihinde Brandes Nietzsche'ye şöyle yazmıştır: İbsen, bir şahsiyet olarak ilgini çekmelidir. Ne yazık ki bir insan olarak bir şair olarak sahip olduğu kadar itibara sahip değildir. Zihin olarak Kierkegaard'a çok bağımlıdır ve hala teolojiyle doludur.... İnan bana, yapabildiğim her yerde senin için propaganda yapıyorum. Daha geçen hafta Henrik İbsen'e senin eserlerini inceletmeye çalıştım. Çok mesafeli de olsa, onunla bağlantılı olduğun bir yol var. Bu eksantrik adam büyük ve kuvvetli ve sevimsiz ama yine de sevgiyi hak ediyor. Strindberg ona saygı göstermene sevinecektir."


İbsen bilgini ve çevirmeni Michael Meyer, İbsen'in Nietzsche hakkında bulduğu tek kaydın, İbsen 72 yaşındayken, 26 Kasım 1900 tarihinde yayımlanan röportaj olduğunu bildirmiştir. "Son konuştuğumuzdan beri büyük bir düşünür öldü, Nietzsche. "

"Evet, eserlerini pek tanımıyordum. Ancak birkaç yıl önce gerçekten tanınmaya başladı. Dikkate değer bir yeteneğe sahipti ama felsefesi onun demokratik çağımızda popüler hale gelmesini engelledi.

"Kimileri Nietzsche'nin karanlıktan, şeytandan meydana geldiğini söylüyorlar.."

"Şeytan, Hayır. Hayır. Nietzsche bu değildi."

Başka odalar... Başka düşler...






Lou, Ree, Nietzsche (1882)

Lou Salome, Paul Ree, and Friedrich Nietzsche 1882

Üçlü Luzern'deyken Jules Bonnet'nin fotoğraf stüdyosunda o kötü şöhretli "kırbaç" fotoğrafı çekildi. Fotoğrafta Ree ve Nietzsche'nin "at" olarak koşulduğu küçük bir arabanın içindeki Lou elindeki leylak dalından "kırbacı" gösteriyordu. Bu tableau vivant'ı [canlı tablo-r.] ayarlayan Nietzsche'ydi. Onun yüksek morali Ree'nin daimi fotoğraf çektirme nefretine baskın çıkmıştı. Üç ay sonra Ree'ye yazan Lou, gerçek hayatta olduğu gibi fotoğrafta da Nietzsche'nin yüzünün tamamen anlaşılmaz olmasına rağmen Ree'nin yüzünün hemen kendini ele verdiğini söylemişti. Bütün karakteri kolayca yüzünden okunabiliyordu -gözlerinden ve alnından şiddetli gözlem gücü ve zekası, ağzının
hafifçe sarkışından bitkinliği ve hayatı hafife alması çıkartılabiliyordu.

Lou aslında başka bir fotoğrafı kastetse de, gözlemleri Luzern fotoğrafındaki iki "atın" zıt görünümüne cuk oturmaktadır. Ayrıca Ree'nin neden fotoğrafının çekilmesinden nefret ettiğini de açıkça gösterir. (Nietzsche'nin arkadaşı Resa von Schirnhofter de bir o kadar keskin bir gözlemde bulunarak, iki atın arabayı farklı yönlere çekiyormuş gibi göründüğünü söyler.)

Zerdüşt'teki meşhur sözü -"Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacını unutma"- düşünülürse, Nietzsche'ye atfedilen kadın düşmanlığına sadistçe bir renk verme yönünde pek çok spekülatif girişim olmuştur. Fakat Luzern fotoğrafında "kırbacı tutanın" Lou olması bu tip yorumları boşa çıkartıyor gibidir. En mantıklı yorum Curt Janz'dan gelmiştir: ona göre bu fotoğrafta Wagner'in Yüzük (Der Ring) dörtlemesindeki Fricka'ya gönderme yapılmış olması büyük bir ihtimaldır (özellikle de fotoğraf Tribschen'den yürüyerek yarım saat mesafede çekildiği için).

Fricka'nın gerçekten bir kırbacı, atların çektiği bir arabası vardır, ayrıca neredeyse daima kocasının, yani sözde üstün ama gerçekte çok kılıbık tanrı Wotan'ın iplerini elinde tutar. Nietzsche'nin tableau vivant'ı düzenlemekteki amacı, bana kalırsa, hem kendisinin hem de Ree'nin Lou'ya köleliğinin ironik bir ifadesini yaratmaktır. Eğer bu doğruysa artık Ree'nin Lou'ya hislerinin kendisinin hisleriyle aynı olduğunu fark etmiş olmalı -fakat öte yandan ikisinin de Lou'nun gözünde aynı seviyede olduğu gibi bir yanılgı içinde bulunduğu da fotoğraftan anlaşılıyor.

Julian Young / Nietzsche

Nietzsche / Kayıp Bir Kıta (Cogito 25)


Klaus Schulze - Friedrich Nietzsche


From the Brain CD reissue of the 1978 album "X".

RİLKE & NİETZSCHE

RİLKE İLE NİETZSCHE

ERICH HELLER

(Yazko Edebiyat 1981)


I


Güncesinin 6 Mayıs 1827 tarihli girişinde Eckerman, «Tasso’dan ve Goethe’nin Tasso'da vermek istediği fikirden söz etmeye başladık» diye yazıyor. «‘Fikir mi?’ dedi Goethe — ‘bildiğim kadarıyla böyle bir- şey yoktu ortada! Önümde Tasso’nun yaşamı vardı, bir de kendi ya­şamım; böylesine acaip iki insanı birbirine karıştırınca... Tasso bi­çimlendi kafamda... Almanlar gerçekten çok garip insanlar!

—Derin düşüncelerini ve fikirlerini her yerde bulmaya çalışarak, her şeye ka­rıştırarak yaşamı kendileri için gerektiğinden öte güçleştiriyorlar. — Sanki neden bir kerecik olsun kendini izlenimlerine bırakmasın in­san, eğlenceye, duygulanmaya, eğitilmeye, öğretilmeye ve büyük bir- şeye doğru yüceltilmeye neden bırakmasın kendini; şu ya da bu biçim­de soyut bir düşünce ya da fikir taşımayan her şeyin her zaman boş bir şey olacağına inanmamak gerek... Şiirsel bir yaratı, ölçüye gelme­diği, ussal olarak kavranamadığı ölçüde iyidir.» Aynı yıl içinde, bir süre sonra (5 Temmuz 1827’de) Faust’nun Helena sahnesini işleyi­şindeki tutarsızlıkları tartışırken de şunları söyler Goethe: «Alman eleştirmenler ne diyecekler acaba buna, çok merak ediyorum doğru­su. Bu tutarsızlıklara göz yumacak özgürlüğü ve gözüpekliği göste­rebilecekler mi? Fransızlar’ın usları çelme takacaktır ayaklarına,» onlar, imgelemin, usun anlayamayacağı, zaten anlaması da gerekli olmayan kendi özel yasalarına göre yaşadığını kabul edemeyecekler­dir. Us için sonsuza dek sorunsal olacak şeyler yaratmasa, imgelem hiç de uğraşılmaya değer birşey olmazdı. Şiirle düzyazı arasındaki ay­rım buradadır işte. Düzyazıda us, kendi evindedir, evinde olabilir, evinde olmalıdır.

T. S. Eliot genellikle pek sevmediği Goethe’yle bir kez olsun uyum içindedir burada.

«Shakespeare ve Seneca’nın Stoacılığı» adlı dene­mesinde T. S. Eliot, Shakespeare ve onun düşünsel yorumları konu­sunda, Goethe’nin Tasso ve Alman eleştirmenler için söylediklerine çok benzer şeyler yazıyor. Eliot, «Shakespeare’in askeri görkemlilik ve askeri olaylar üzerine düşünceleriyle ilgili pek çok kanıt var eli­mizde,» diyen bir yazarın bu sözlerini alıntı olarak veriyor. Buna kar­şılık «Var mı acaba?» diye soruyor, tıpkı Goethe’nin, «Bildiğim ka­darıyla böyle birşey yoktu ortada!» dediği havayla; bir ozanının atöl­yesinde olup bitenleri birazcık da olsa sezebilenlerin kendisini alkış­layacağını kesinlikle bilerek. Çünkü gerçekten de elimizde kanıt ola­rak bulunan herşey, Shakespeare’in imgeleminin, örneğin Cleopatra’ya tutulmasından önce ve sonra Antony’nin askeri olaylar konusun­da neler düşündüğünü, ya da askeri başarının örneğin Henry V, Ajax ya da Thersites gibi çeşitli kişilere göre ne demek olduğunu çok bü­yük bir duyarlıkla kavradığını göstermektedir. Aslında, sofrada ge­çerli olan iyi görgü kurallarındaki naziklik, herkesin kendi görüşle­rinden başka, herkesin görüşünü anlamaya hazır olması, en yüksek imgelem başarısı düzeyinde, oyun yazarı için de en başta gelen er­demdir; imgeleminin çapı ne denli genişse, yazar, şu ya da bu çelişkili konu üzerinde kendi düşüncelerinin ne olduğu konusunda o denli az kanıt bırakacaktır. İkiye bölünmüş kafasındaki onca çelişkili inanca katılmış olduğundan böyle bir yazarın, aydınlanma eğitiminin ilk buyruğunu, insanın kendi fikirlerini kendisinin oluşturması yolun­daki buyruğu yerine getirememesi olasıdır. Ne yazık ki yazar, ken­disinin neye inandığını bilmeden, ya da bildiğine inanmadan başla­yabilirse, giderek işi böyle bitirebilir bile.

Öyleyse buraya dek, Eliot’un «Var mı acaba?» sorusu, retorik so­ruların zaten varsaydığı o genel onayı haklı olarak beklemektedir. Ne var ki bu onayın bir kısmı, Eliot’un «Ya da daha doğrusu, Sha­kespeare birşey düşünüyor muydu acaba? O, insan eylemlerini şiire dönüştürmekle uğraşıyordu.» demesinden sonra geri alınabilir bel­ki başka deyişle, tıpkı Goethe’nin, fikirlerle hiç ilgilenmeden, Tasso’ nun yaşamıyla kendi yaşamından şiir yaratması gibi. Gene, Goethe’nin tüm yapıtlarının büyük bir itirafın parçalarını oluşturduğu yo­lundaki o ünlü sözüne çok uygun olarak, ama bu konuda «Gelenek ve Bireysel Yeti» adlı denemesinde daha önce ortaya koyduğu dü­şüncelerine göre büyük bir vurgu değişikliğiyle Eliot artık, «her oza­nın kendi duygularından yola çıktığını» ve «Shakespeare’in de kendi kişisel ve özel acılarını, zengin ve garip, kişisel-olmayan, evrensel birşeye dönüştürme savaşıyla — bir ozan için yaşamı yalnızca bu sa­vaş oluşturur zaten — uğraştığını savunmaktadır. Ozanın şiirde kul­lanmak amacıyla ödünç aldığı kuramlara, teolojilere, ya da felsefe­lere ille de inanıp inanmadığını —Dante’nin Divina Commedia'sında öylesine güzel kullandığı Thomas Aquinas’ın teolojik dizgesine ger­çekten inanıp inanmadığını, ya da Shakespeare’in düşüncelerini şi­irsel olarak dile getirirken Machiavelli, Montaigne ya da Seneca gi­bi düşünürlerin düşüncelerine katılıp katılmadığını — tartışırken Eli­ot, Goethe’ye özgü bir imgeyi geliştirir gibi görünen bir sonuca var­maktadır: «Ozan, şiir yapar, metafizikçi metafizik yapar, arı, bal ya­par, örümcek bir sıvı salgılar; bu yapıcılardan hiçbirinin inanç sahi­bi olduğu söylenemez; onlar yalnızca yaparlar.» Şiir yazmaya biraz ara vermesi öğüdünü, «Hiç ipekböceğine koza örme denir mi!» diye bağırarak bir yana iten Goethe’nin Tasso’sudur.


Görülüyor ki, her şey alıkça şuna gelip dayanıyor: başlıca savı düşünür olmak olan Nietzche’yle, ünü şiir üzerine kurulmuş olan Rilke arasında bir koşutluk bulmaya çalışırken eleştirmen edebi­yat eleştirisinin ilk günahını işlemiş oluyor. Gene de ben şimdi Rilke’nin, inansın inanmasın, Nietzche’nin şu ya da bu fikrini nasıl kul­landığını, Goethe’nin büyük bir olasılıkla Spinoza’dan, Shakespeare’in Seneca’dan, Montaigne’nin de Machievelli’den yararlanışı gibi, bu fikirleri nasıl şiire dönüştürdüğünü göstermeye kalktığımda pek bü­yük bir günah işliyor sayılmam, sanıyorum. Bu tutum, saygıya değer ve uzun zamandır kullanılan bir yazın deneyini sürdürmek olacak­tır; üstelik şu özel durumda Rilke ve Nietzche’yi bağlayan «ve»nin arkasında «bu işte bir kadın parmağı var’ın gölgesi dolaştığından oldukça eğlendirici bir girişim olacaktır bu; bu kadın, Nietzche’nin yaşamında küçümsenemeyecek, Rilke’nin yaşamında ise kesinlikle çok önemli bir rol oynayan Lou Andreas-Salome’dir. Rilke’yle Lou arasında Nietzsche üzerine geçen konuşmaların güvenilir kanıtlarını bulabilir ya da Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün, Rilke’nin eliyle notlar dü­şülmüş bir kopyasını ortaya çıkarabilirsem, daha bir değerli olabilir bu girişim hiç kuşkusuz. Bundan sonra Rilke’nin şiire dönüştürebil­me çabası içinde, Nietzsche’nin düşüncelerinin nasıl bir değişikliğe uğradığını göstermeye geçebilirim artık; çünkü Eliot’un da dediği gi­bi ozan, «ille de düşüncenin kendisini değil», yalnızca «o düşüncenin duygusal karşılığını» dile getirmekle uğraşır. Ama benim ele almak istediğim şey düşünce, inanç ve şiir arasındaki ilişkiler kuramı olduğundan, başka bir yol izlemek zorundayım; katı bir biçimde bilimsel olan yol da zaten ilk-elden malzemenin şaşırtıcı ölçüde az olmasın­dan ötürü bize kapalıdır. Rilke’yle Lou arasındaki yazışmanın eksik­siz yayınlanmasının da pek yararlı bilgiler getireceğine inanmıyorum; çünkü genel olarak Rilke, fikir alanındaki borçlanmalarını ka­bul etme eğilimini çok ince yollardan da olsa, bastırma alışkanlığındaydı; çünkü o da, önemli olan şeyin ödünç alınan bu düşüncelerin sanatının biricik aracı içinde özümlenmesi ve dönüştürülmesi oldu­ğuna inanıyordu.

II


Düş


 Görünenin Bilinci. - 

Nasıl da harika ve yeni, aynı zamanda da ürkütücü ve ironik; tüm varoluş hakkında, bilgimle, hissettiklerim!

 Kendi kendime keşfettim, geçmişteki insanlığın ve hayvanlığın, evet tüm tarih öncesinin ve duyumsayan varlıkların geçmişinin içimde şiir söylemeyi, nefret etmeyi, akıl yürütmeyi sürdürdüğünü, - ansızın bir düşün ortasında uyandım, anladım ki düş görüyorum, düş görmeliyim yok olmayayım diye: Uyurgezer gibi, düşünmemek için uyumak zorunda olan. Nedir, şimdi, “görünüş” bana! Doğrusu, bir özün zıddı değil, - bir öz hakkında, görünüşün yüklemlerini adlandırmaktan başka ne diyebilirim! Gerçekten de bir ölü maskesi değil, bilinmeyen X’e giydirilip, bilinmeyen X’den çıkarılacak. Bana göre görünüş, etkin olanın ve yaşayanın kendisidir; kendinle alay etmeye kadar giden ve bana şunları hissettiren: Burada bir görünüşten, bir yanlıştan, ruhların dansından başka bir şey yoktur, - Bütün bu düşçüler arasında, ben bile, ben bilen, dansımı ediyorum; bilen dünyayla ilgili dansı uzatmanın aracıdır, böylece de varoluş şenliğinin ustalarına aittir; bilginin yüce tutarlılığı ve bilgiler arası ilişkiler, belki de düşlerin evrenselliğinin, düşçülerin karşılıklı olarak birbirlerini anlamasının, böylece de düşün süresini korumanın en yüksek aracıdır.

Ah não ser eu toda a gente e toda a parte!


"Ah Nao ser eu toda a gente e toda a parte!” 
(Ah, her yerde herkes olamamak!”) 
Fernando Pessoa


Bu haykırış, iki şekilde yorumlanabilir: Bir yandan, psikozun temel bir özelliğini ortaya koyar, öte yandan dünya karşısında kozmik bir tutumu açığa vurur. Bireysel kimliğin reddi, her şey olabilmek için hiçbir şey ve hiç kimse haline gelme, başkasının duyumsamasıyla tam özdeşleşme noktasına taşınan mimetizm, mest edici, heyecan verici, hatta baş döndürücü deneyimler olmanın ötesinde dünyaya ve gerçeklik üzerine bilgi edinmenin güçlü araçlarıdır bunlar, bir yandan deliliğin son derece tedirgin edici yönlerini derinden anlamamızı sağlar, öte yandan insanı bir kimliğin tutsağı olmanın verdiği üzüntü ve umutsuzluktan kurtarırlar... (Görülmemiş İmgeler Kütüphanesi)


Film boyunca Pessoa okuyan Philip 





Lisbon Story / Wim Wenders








Candle (1982 - 89, Gerhard Richter)


Skull with Candle (1983, Gerhard Richter)