RİLKE İLE NİETZSCHE
ERICH HELLER
(Yazko Edebiyat 1981)
I
Güncesinin 6 Mayıs 1827 tarihli girişinde Eckerman, «Tasso’dan ve Goethe’nin Tasso'da vermek istediği fikirden söz etmeye başladık» diye yazıyor. «‘Fikir mi?’ dedi Goethe — ‘bildiğim kadarıyla böyle bir- şey yoktu ortada! Önümde Tasso’nun yaşamı vardı, bir de kendi yaşamım; böylesine acaip iki insanı birbirine karıştırınca... Tasso biçimlendi kafamda... Almanlar gerçekten çok garip insanlar!
—Derin düşüncelerini ve fikirlerini her yerde bulmaya çalışarak, her şeye karıştırarak yaşamı kendileri için gerektiğinden öte güçleştiriyorlar. — Sanki neden bir kerecik olsun kendini izlenimlerine bırakmasın insan, eğlenceye, duygulanmaya, eğitilmeye, öğretilmeye ve büyük bir- şeye doğru yüceltilmeye neden bırakmasın kendini; şu ya da bu biçimde soyut bir düşünce ya da fikir taşımayan her şeyin her zaman boş bir şey olacağına inanmamak gerek... Şiirsel bir yaratı, ölçüye gelmediği, ussal olarak kavranamadığı ölçüde iyidir.» Aynı yıl içinde, bir süre sonra (5 Temmuz 1827’de) Faust’nun Helena sahnesini işleyişindeki tutarsızlıkları tartışırken de şunları söyler Goethe: «Alman eleştirmenler ne diyecekler acaba buna, çok merak ediyorum doğrusu. Bu tutarsızlıklara göz yumacak özgürlüğü ve gözüpekliği gösterebilecekler mi? Fransızlar’ın usları çelme takacaktır ayaklarına,» onlar, imgelemin, usun anlayamayacağı, zaten anlaması da gerekli olmayan kendi özel yasalarına göre yaşadığını kabul edemeyeceklerdir. Us için sonsuza dek sorunsal olacak şeyler yaratmasa, imgelem hiç de uğraşılmaya değer birşey olmazdı. Şiirle düzyazı arasındaki ayrım buradadır işte. Düzyazıda us, kendi evindedir, evinde olabilir, evinde olmalıdır.
T. S. Eliot genellikle pek sevmediği Goethe’yle bir kez olsun uyum içindedir burada.
«Shakespeare ve Seneca’nın Stoacılığı» adlı denemesinde T. S. Eliot, Shakespeare ve onun düşünsel yorumları konusunda, Goethe’nin Tasso ve Alman eleştirmenler için söylediklerine çok benzer şeyler yazıyor. Eliot, «Shakespeare’in askeri görkemlilik ve askeri olaylar üzerine düşünceleriyle ilgili pek çok kanıt var elimizde,» diyen bir yazarın bu sözlerini alıntı olarak veriyor. Buna karşılık «Var mı acaba?» diye soruyor, tıpkı Goethe’nin, «Bildiğim kadarıyla böyle birşey yoktu ortada!» dediği havayla; bir ozanının atölyesinde olup bitenleri birazcık da olsa sezebilenlerin kendisini alkışlayacağını kesinlikle bilerek. Çünkü gerçekten de elimizde kanıt olarak bulunan herşey, Shakespeare’in imgeleminin, örneğin Cleopatra’ya tutulmasından önce ve sonra Antony’nin askeri olaylar konusunda neler düşündüğünü, ya da askeri başarının örneğin Henry V, Ajax ya da Thersites gibi çeşitli kişilere göre ne demek olduğunu çok büyük bir duyarlıkla kavradığını göstermektedir. Aslında, sofrada geçerli olan iyi görgü kurallarındaki naziklik, herkesin kendi görüşlerinden başka, herkesin görüşünü anlamaya hazır olması, en yüksek imgelem başarısı düzeyinde, oyun yazarı için de en başta gelen erdemdir; imgeleminin çapı ne denli genişse, yazar, şu ya da bu çelişkili konu üzerinde kendi düşüncelerinin ne olduğu konusunda o denli az kanıt bırakacaktır. İkiye bölünmüş kafasındaki onca çelişkili inanca katılmış olduğundan böyle bir yazarın, aydınlanma eğitiminin ilk buyruğunu, insanın kendi fikirlerini kendisinin oluşturması yolundaki buyruğu yerine getirememesi olasıdır. Ne yazık ki yazar, kendisinin neye inandığını bilmeden, ya da bildiğine inanmadan başlayabilirse, giderek işi böyle bitirebilir bile.
Öyleyse buraya dek, Eliot’un «Var mı acaba?» sorusu, retorik soruların zaten varsaydığı o genel onayı haklı olarak beklemektedir. Ne var ki bu onayın bir kısmı, Eliot’un «Ya da daha doğrusu, Shakespeare birşey düşünüyor muydu acaba? O, insan eylemlerini şiire dönüştürmekle uğraşıyordu.» demesinden sonra geri alınabilir belki başka deyişle, tıpkı Goethe’nin, fikirlerle hiç ilgilenmeden, Tasso’ nun yaşamıyla kendi yaşamından şiir yaratması gibi. Gene, Goethe’nin tüm yapıtlarının büyük bir itirafın parçalarını oluşturduğu yolundaki o ünlü sözüne çok uygun olarak, ama bu konuda «Gelenek ve Bireysel Yeti» adlı denemesinde daha önce ortaya koyduğu düşüncelerine göre büyük bir vurgu değişikliğiyle Eliot artık, «her ozanın kendi duygularından yola çıktığını» ve «Shakespeare’in de kendi kişisel ve özel acılarını, zengin ve garip, kişisel-olmayan, evrensel birşeye dönüştürme savaşıyla — bir ozan için yaşamı yalnızca bu savaş oluşturur zaten — uğraştığını savunmaktadır. Ozanın şiirde kullanmak amacıyla ödünç aldığı kuramlara, teolojilere, ya da felsefelere ille de inanıp inanmadığını —Dante’nin Divina Commedia'sında öylesine güzel kullandığı Thomas Aquinas’ın teolojik dizgesine gerçekten inanıp inanmadığını, ya da Shakespeare’in düşüncelerini şiirsel olarak dile getirirken Machiavelli, Montaigne ya da Seneca gibi düşünürlerin düşüncelerine katılıp katılmadığını — tartışırken Eliot, Goethe’ye özgü bir imgeyi geliştirir gibi görünen bir sonuca varmaktadır: «Ozan, şiir yapar, metafizikçi metafizik yapar, arı, bal yapar, örümcek bir sıvı salgılar; bu yapıcılardan hiçbirinin inanç sahibi olduğu söylenemez; onlar yalnızca yaparlar.» Şiir yazmaya biraz ara vermesi öğüdünü, «Hiç ipekböceğine koza örme denir mi!» diye bağırarak bir yana iten Goethe’nin Tasso’sudur.
II
Genç Rilke’nin yazdıklarında Nietzche’yi özümlenmiş ya da dönüştürülmüş olarak değil de daha çok taklit edilmiş, bazan da sallandırılmış olarak buluruz. Der Apostel (1896), Ewalcl Tragy ve Christus-Visionen’de (1896- 7), Nietzsche’nin güm güm çekiç vuruşları ve dinamit patlamalarının etkileri şaşmaz bir biçimde vardır; oysa bunlarda Nietzsche’nin düşünce duygularının derinliğinden ve karmaşıklığından en küçük bir iz bile bulunmaz. 1897’nin başlarında Rilke, Münich’te Lou Andreas-Salome’yle ilk tanıştığında, hâlâ Nietzsche hayranlığının bu «Wıe er sich rauspert und wie er spuckt» evresinde bulanmaktadır. Rilke’nin, o zamanlar Lou Andreas-Salome’nin Nietzsche üzerine yazdığı, 1894’te’ yayınlanan ve tüm yetersizliklerine karşın, Nietzsche’yi acemice taklit eden Der Apostel ya da Ewald Tragy’yle karşılaştırıldığında çok büyük bir derinliği olan kitabı okuyup okumadığını bilmiyoruz. Ne var ki Rilke, bu kitabı okumuş olsa bile sonraki ilkbahar ve yaz içinde (1898) büyük ölçüde İtalya’yı anlatan ve yalnızca Lou okusun diye yazdığı —Tuscan Diary (Toskana Günlüğü) diye anılan — belgesel, Sanatçı-Üstün insan’ı kendinden geçercesine yüce görmesi açısından hâlâ çok masum bir biçimde genç- Nietzsche’ye benzer. Oysa geçmişe dönerek, geriye bakarak okur, Toskana Günlüğü'nde ilerde Duino Ağıtları ve Orpheus'a Soneler’in zengin örgüsünü oluşturacak doku iplerinin hepsini farkedebilecektir; Duino Ağıtları ve Orpheus’a Soneler (ilerde göstermeye çalışacağım gibi) Rilke’nin ilk yazdıklarında bol bol sergilenen o Üstün insan yaygarasına göre çok daha yakından ilişkilidir Nietzsche’yle. Bununla birlikte Toskana Günlüğü'nün yazıldığı yıl, benim bildiğime göre, Nietzsche’ye yapılan ilk imlemelerin ya da ondan açıkça alman şeylerin sona erdiği zamanı belirler. 1904’e dek Nietzsche adı Rilke’nin yazıları ya da mektuplarının şurasında burasında rahatça kullanılır; pek az da olsa zaman zaman Nietzsche motiflerinin ilk kaba kullanılışlarından artakalmış belli belirsiz bir yankılanma görülür; ancak bu, hiç de dikkati çekecek bir biçimde yapılmaz. Ama Rilke’nin yazdıklarında Zerdüşt fikirleri ve davranışları görünmez olsa da, Rilke’nin kendi fikirleri ve içsel-tutumlarıyla Nietzsche’ninkiler arasındaki yakınlık gittikçe artmaktadır; bu yakınlık, başka hiçbir yerde Duino Ağıtları ve Orpheus'a Sonelerde olduğu ölçüde büyük, 1922’de -ozanın yaşamının sonunda Muzot Şatosu’nda ortaya çıktığı ölçüde dramatik değildir.
Görünüşe aldanmamak gerekir; ilk bakışta Rilke’yle Nietzsche arasında göze çarpan kesin benzerlikler ölçüsünde çarpıcı ayrımlar da vardır. İkisi de kökenlerinden kopmuş, yersiz yurtsuz kişilerdir.
Biri «Wer jetzt kein Haus hat, baut sich keines mehr» (Şimdi evi olmayan, ilerde de kavuşamaz bir yuvaya) derken öteki «Weh dem, der keine Heimat hat!» (Vatanı olmayanın vay haline) diye yazar. İnsanların arasında yalnızlık duyar, içten gelen bir zorunlulukla, her türlü bağlayıcı insan ilişkisinden kaçıp kendilerini, başka kimsenin paylaşmadığı tüketici tutkularına bırakmak isterler; Eliot’ın ozan için kullandığı sözcüklerle söylersek, bu tutku kısaca «kendi kişisel ve özel acılarını zengin ve garip birşeye, evrensel ve kişisel olmayan birşeye dönüştürmektir. Zamanlarındaki demokrasinin sıradanlığından iğrendikleri için ikisi de kendi soylu hanedanlarını kurmaya can atıyorlardı. Bunlar, salt yaşamöyküsel raslantılar değildir. İkisinin de daha önce hiç söylenmemiş olan herşeye karşı duydukları ortak bağlılıktan, daha önce kimsenin istemek garipliğini gösteremediğini isteme serüvenine bağlılıklarından doğmaktadır:
Daha önce söylenmemiş olan herşeye inanıyorum.
En yüce duygularımı özgür bırakmak istiyorum,
ve bir gün daha önce kimsenin istemeyi göze alamadığı şey
kendiliğinden gelecektir bana.
Rilke’nin bu dizeleri, Zerdüşt’ün bildirisinin tam ortasından fışkırmaktadır. Yalnızlığın farkedilmesini, iç çatışmasının bağdaştırılma şöleni içinde uyuma sokulmasını, kutsal konuğun gelişiyle Bir’in iki oluşunu gösteren imgelerin nerdeyse - aynı olacak ölçüde birbirine benzemeleri bakımından, Rilke’nin şu dizelerine bakalım:
Yaşamdaki birçok çelişkiyi bağdaştırabilen, bunların hepsini bir simge biçiminde biraraya toplayabilen kişi, o gürültülü kalabalığı tapınaktan kovacak, değişik bir anlamda şölene hazır olacak ve dingin akşamlarda sizi konukluğa kabul edebilecektir.
O zaman siz, onun yalnızlığının öteki kişisi, kendi kendine konuşmalarının sessiz merkezi olacaksınız; ve sizin çevrenize çizilen her çember, onun pusulasını zamanın dışına yöneltecektir.
Bu dizeler, Nietzsche’nin şu bitişteki fortissimo bölümünü işlerken, ölçüyü elden kaçırmasıyla aynı temanın adagio'suna dönüşmüş biçimi gibidir:
Bir, iki olduğunda gün ortasıydı... Şimdi artık birlikte ve utkumuzdan emin olarak şölenlerin şölenini kutluyoruz: dost Zerdüşt, konukların konuğu geldi: Dünya coşkuya gömüldü, garip perde yırtılıp aralandı, aydınlıkla karanlığın düğün günü geldi.
Rilke’nin yalnızlığının büyük öteki-kişisi, tüm inceliği içinde gürültücü kalabalığı gene de tapınaktan sürüp çıkarmayı beceren tek izleyicisine, dingin ve yumuşak akşamlarda gelir. Oysa Zerdüşt, pırıl pırıl yanan bir günortası saatinde çıkagelir. Günortası ve akşam bu örnek Rilke’nin tüm yapıtlarında açıkça görülen ve Rilke’yle Nietzsche arasında, dikkate en çok çarpan ayrımı göstermeye yetecektir. Nietzsche’nin tonu buyurgandır. Büyük buyruğunu almıştır o; Tanrı'sıyla karşılaşmıştır bir kez ve bundan böyle de yüksek sesle konuşacaktır artık. Rilke’nin aldığı buyruklarsa daha çok birikimle oluşmuş gibidir. Rilke’nin başı, dikkatle ’das Wehende'yi, sessizlikten oluşan o kesintisiz dersi dinleyen birisinin duruşuyla öne eğilmiştir. Ama bu, ille de özde bir ayrımın bulunduğunu mu gösterir? Her yere yayılmış olan haberi, Nietzsche’nin bir yıldırımın dramatik inişiyle aldığı vahiyle bir tutarsak, göstermez. Bununla birlikte bazı kimseler, bunun bütünüyle bambaşka türden bir haber olduğuna inanmaktadırlar; bence inançları yanıltmaktadır bu kişileri çünkü onlar, bir temanın birçok çeşitleme boyunca sürdürülebileceğini, bir ruhun özdeşliğini birçok mevsim boyunca koruyabileceğini bilmiyor gibidirler; yalnızca aynı yüreğin iki değişik ruh hali olsalar da, Nietzsche’yle Rilke’nin, temelden ayrı inançlara bağlandıklarına inanılır çoğunlukla. İçini dolduran çeşitli çiçeklere, kapılır da bahçenin bütününü algılayamaz bazan insan. Ne var ki, değişik bir ruhsal havaya girmek amacıyla, gecenin kokularından üretilmiş kendinden - geçirici maddeleri almaya eğilimimiz varsa, ancak o zaman, Rilke’nin diniyle, «peygamberlerin alnında güllerden bir çelenkle gün aydınlığının en kıvançlısı olan Zerdüşt’ün dini arasında derin bir ayrım bulunduğuna inanabiliriz. Gene de St. Paul’un, başkalarının alçakgönüllü bağlılıklar içinde sevdiği aynı Tanrı’ya peygamberce bir hevesle hizmet ettiğini burada anımsarsak iyi olur belki. İlerde Rilke’yi Güç İstemi’nin St. Francis’i olarak göreceğiz.
Bu sav, Güç İstemi'nin aslında, tarihi boyunca, savaşta ve barışta Avrupa’yı temsil eden inançların, inançsızlıkların, eylemlerin ve felsefelerin arkasında yatan gerçek anlamı kapsayan, ya da
hiç değilse kapsamaya çalışan derin metafizik esin değil de, şiddeti ve acımasızlığı onaylayan bir tür ahlâk öğretisi olduğunu savunan yaygın yanlışın kurbanlarına aşırı gelebilir ancak. Orpheus, Dionysus için neyse, Rilke de Nietszche için o olabilir; Rilke’nin Apollo’suyla Nietzsche’nin Dionysus’u kardeş tanrılardır; bu da onların, modern çağın ruhsal gereksinmesi ve açlığı yüzünden, Yunan Mitolojisine zorla yakıştırılan aşırı modern ruhsal durumlara kendilerini garip bir biçimde uyarlamış olmalarından doğmuştur. Ama bu koşutluğu doğrulamadan önce, onların daha başka ortak yanlarına bakmamız gerekecektir.
Her ikisi de yalnızlık ve acı çekme alşimisine yeni girmiş kimselerdir. Nietzsche gibi Rilke de, coşkunun kaynağını hüzün ülkesinin tam ortasında bulmuştur. Onlar için mutluluk, Schopenhauer için olduğu gibi, acının ortadan kaldırılması değildir; mutluluk, acı çekmenin öylesine kökten bir biçimde kabul edilmesidir ki bu kabul edişten bereketli coşkular fışkırır. Çünkü acının yadsınması demek, varlığın yadsınması demektir. Varoluş acıdır ve coşku, Schopenhauer’in inanmak istediği gibi var-olmayışta değil, acının biçim değiştirmelerinde yatar. Nietzsche’nin Trajedinin Doğuşu, Zerdüşt ve Güç İstemi adlı yapıtlarının teması budur; bu yapıtlarda tema, anımsamakta yarar var, arkadaşına şunları yazan bir adam tarafından gittikçe artan bir güvenle işlenmiştir: «Yaşamımın en korkunç ve hiç durmayan işkencesi, sonumu özetliyor bana... Azap ve yadsıma açısından bakılırsa, son yıllarda yaşamım, herhangi bir zamanda yaşayan herhangi bir asetiğin yaşamından aşağı kalmaz... Ne var ki hiçbir acı, algıladığım biçimiyle yaşam hakkında yalancı tanıklık etmeye sürükleyememiştir, sürükleyemeyecektir beni.» Bu görüş, bir övgüdür aslında. Ruhun en karanlık gecesinden Zerdüşt’ün «Trunkenes Lied»i yükselir; dünyanın tüm acılarıyla birlikte yok olup gitmesini değil, sonsuza dek yaşamasını dileyen coşkunun derinliği açısından bu lied’in üstüne birşey yazılmamıştır bugüne dek:
coşkudan oluşan bir sonsuzluk değil (çoğu zaman yanlış yorumlanarak Nietzsche’nin bunu istediği sanılmıştır) tersine, dünyanın tüm acılarıyla birlikte, bunu isteme eylemi içinde biçim değiştirmiş olarak, sonsuza dek varolması.
Rilke’yle Nietzsche arasındaki ton ve tutum ayrımı konusunda yukarıda söylenenleri düşünürsek, Nietzsche’nin acıyı kabullenmesinde ve değiştirmesinde Rilke'de de rastlamadığımız tek bir öge kalmaz ortada. Gerçekten de koşutluklar tıpı tıpına aynı gibidir. Daha Toskana Günlüğü'nde Rilke, şunları yazmıştır-. «Benim de bir zamanlar yaşamdan kuşkulananlar, onun gücüne güvenmeyenler arasında bulunduğumu düşünme... Şimdiyse onu ne olursa olsun seveceğim... Bana düşen kesimi ne olursa olsun... Onu şefkatle sevecek, ona sahibolmanın bana getirdiği tüm olanakları kendi içimde olgunlaştırmaya çalışacağım» Çok daha sonra, Onuncu Ağıt’ında Trajedinin Doğuşu’ndaki temanın ağıtsal bir çeşitlemesine raslıyoruz: Yakınma’nın somutlaşmış biçimi olan Rilke’nin Klage’si, delikanlıyı, atalarının acının madenleriyle dolu olan ülkesinden geçirdikten sonra, Klage’yle gencin ayrılma yerleri olan dar boğazda,
Orada parıldar ayışığında Coşku’nun kaynağı.
Korkuyla söyler adını, der ki: ‘İnsanlar arasında durmaksızın akar bu!’
Aşağıda da Nietzsche’ninkine yabancı bir tonlama bile yoktur; ama yalnızca Melekler’in varlığı, Rilke’nin Onuncu Ağıt’ının başlangıcına, Nietzsche’ye mezar yazıtı olamayacak bir hava veriyor gibi görünmektedir (ama yalnızca görünmektedir)
Bir gün, dehşet görüntüsünden sonunda birdenbire çıkıp kurtularak düşen Melekler’e coşkulu övgüler düzmeye başlayabilirim.
Yüreğin pırıl pırıl ses veren notalarından hiçbiri, gevşek, kuşkulu ya da yırtıcı tellere tutunarak tepki de bulunmaktan kaçmazlar, dilerim!
Uzun süre kendisinin düşünür olduğu ölçüde bir müzikçi de olduğuna inanan Niezsche bir zamanlar, metni Lou Salome’nin olan — yaşam - öyküsel raslantıların en garibidir bu— ‘Yaşam’a Kaside’yi bestelemiştir. İşte İnsan’da Nietzsche bu şiiri, son dizelerinde yücelik bulunduğu için seçtiğini söyler; dizelerin anlamı, acı çekmenin yaşama karşı bir sav olamayacağıdır: "Bana verecek mutluluğun yok, peki; ama acıların var ya daha!" Kötü bir şiirdir bu. Kadın ozanın ilerde sevgilisi olacak Rilke, çok daha iyisini yazardı kuşkusuz. Nietzsche, övgü temasına kanarak bu dizelerde bir ölçüde yücelik gördüyse eğer, Orpheus’a Soneler'in büyük inandırıcılığı onu kendinden geçirmiş olmalı.
Örneğin, "tanımadığın bahçelerin şarkısını söyle, ey yüreğim!" adlı sone. Bu sone, nerdeyse Lou’nun «Yaşam’a Kaside»sinin Rilke tarafından bestelenmiş biçimi gibidir (bununla birlikte bu sonede müzik, aslında belki Nietzsche’ninkinden daha iyi değildir):
İnanma yoksun bırakılacağına birşeyden kendi kararınla: varolmak.
İplik iplik, girdin çoktan dokuya.
Ne tür bir süslemeye katıldıysan içinden (İsterse acı çekme öyküsünden bir sahne olsun bu),
bil ki, o değerli halı dokunmuştur gerçeklerden.
Sonra, şu güzel dizelerle başlayan sone:
Övgü ülkesinde dolaşabilir ancak, Yakınma, ağlayan çeşmenin perisi
Gerçekten de Rilke’nin ‘Trunkenes Lied’i, Zerdüşt’ün Dionysus’ça şarkısının lirik bir yankılanmasıdır. Çünkü bu şarkıda da hüzün, kendini aşarak bilme'nin getirdiği kesin coşkuya dönüşür, el değmemiş bir coşku takımyıldızı gibi göklere yükselir:
Utku bilir, ve özlem açıklar herşeyi,
Yakınma öğrenir: gece buluşmalarında sayar, kız-elleriyle, eski kederleri.
Sonra, ne denli acemice çizilirse çizilsin,
yükseltir seslerimizi bir takımyıldız gibi göklere soluğu hiç kesilmemişçesine.
Nietzsche bu sonelerden hoşlanacak olsa da, sonelere esin kaynağı olan şeyin Orpheus olduğunu anlar mıydı acaba? Nietzsche, kendisi çok daha büyük Tanrılarla uğraşıyordu: Dionysus’la ve Apollo’yla. İlk dönemlerinde yazdığı Trajedinin Doğuşu'nda Nietzsche Atina tiyatrosunu, bu iki tanrının Yunan ruhu içinde giriştiği yüzyıllık savaşın sonucunda ortaya çıkmış birşey olarak yorumluyordu. Sonunda iki düşman tanrı artık trajedide birleşmiş ve barış yapmışlardır: Karmakarışıklık içinde kendinden geçme’nin tanrısı olan, biçim verme, kalıplama yolundaki tüm istekleri coşku içinde bir yana bırakan Dionysus’la elinde liriyle, ilk çağrısında her şeyi kendi sınır çizgileri, kendi anlamlı dizilişleri içinde toparlayan Tanrı Apollo. Yunanistan’ daki ‘Trajik’ çağının sona ermesinden sonra, bir daha böylesine bir barışıklık, insan ruhunun derininde yatan, en çelişik ilkeleri arasında böylesine kapsayıcı bir uyum bulabilmiş midir Avrupa? Tüm öbür düzenler gibi yaşamın doluluğunu yok etmeyen, tersine onun en zengin biçimde dışarı vurulması olan bir düzen yaratabilecek miyiz acaba ilerde? Zorla karmakarışıklık üstüne oturtulmayan, tersine onu kavrayan, onun ötesine geçen, güzelliği en eski korkularla titreşen bir örgü yaratabilecek miyiz? Yoksa, o eski kendinden-geçme tanrısı, günahın ve yoksunluğun kirli köşelerinde rezil bir yaşama mı yazgılamıştır; düzen tanrısı da klasizmin ve ahlakın taşlaşmış yapısı içinde tutsak mı edilmiştir? Ya da Dionysus’la Apollo Atina trajedilerinde olduğu gibi birleşecekler midir yeniden?
Nietzsche’nin Trajedinin Doğuşu'nda sorduğu, gençlik heyecanı yüklü sorular bunlardı işte. O zamanlar bu sorulara aynı hevesle verdiği yanıtlar da şunlardı: Yeniden ortaya çıktılar Eski tanrılar. Richard Wagner’in yapıtlarında yaşıyorlar. Bunun, insanı kahredecek ölçüde sınırlı bir yanıt olduğu anlaşılacaktı. Wagner’in Parsifal’ının tutmadığı sözü, belki Rilke’nin Orpheus’ü yerine getirecekti.
Bilginlerin modern Alman edebiyatı ve düşüncesinde Dionysus, Apollo ve Orpheus’un öyküsünü oluşturan tarihsel anılar imgeler, sezgiler ve duygulardan oluşan karmaşıklığı çözme yolundaki çabaları daha sonra da bu kutsal yaratıkların Yunan gerçekliği olabilecek şeyle ilişkisini, kurmaya çalışmaları kahramanca, kahramanca olduğu ölçüde de başarısızlıkla sonuçlanmaya yazgılı bir girişimdi. Çünkü, bir bilginin temkinli adımları, zihnin tutkularının bu adlar çevresinde dolanıp duran sayısız biçimlenişler arasında ancak çok kısa anlar içinde duraksayan telaşlı koşuşturmaları ve danslarına ayak uyduramaz hiçbir zaman. Nietzsche, Trajedinin Doğuşu'ndan sonra Dionysus’la Apollo’nun bireşiminden oluşan bir çalışmaya adamıştır kendini sürekli. Nietzsche’nin iki tanrıdan oluşan tanrısında Apollo’nün, etkisini gittikçe daha çok öteki tanrıya kaptırdığı doğrudur; ne var ki Apollo sanatsal yaratıcılığını hiçbir zaman Dionysusa kaptırmaz; bu yaratıcılıkla Dionysus’ça karmaşıklığı hiç durmadan belirgin biçimler, sesler, imgeler biçiminde dile getirmeye çalışır; bunların Dionysus’ça oluşu artık yalnızca hâlâ o ilkel ateşle yanıp tutuşmalarındandır. Güç İsteminin sonunda, başka deyişle zihinsel yaşamının sonunda Nietzsche, bir kez daha Yunanlı ruhunda Dionysus’ça olanla Apollo’ca olan arasındaki çatışmaya döner; daha karmakarışık tutkuların canavarca dehşetinden en görkemli güzelliği koparıp alan tanrının utkusunu bir kez kutlar. Bu utkulu tanrı, klasizmin soğukluğuna düşmek şöyle dursun, sanki kendinde Apollo’nun gözleriyle Dionysus’un yüreğini birleştirmiştir. Nietzsche’nin olgunluk yıllarında gerçek karşıtlık, Dionysus’la Apollo arasında değil, Apolloca olan bir Dionysus’la İsa arasındaki karşıtlıktır artık.
Ya Rilke? Roma’dan, belki 1904 ilkbaharında Orpheus’a Soneler' den onsekiz yıl önce yazılan bir mektupta üstü kapalı olmayan Nietzsche terimlerini Rilke’nin açıkça kullandığı son mektup olarak bilinmektedir bu) Rilke, Apollo’nun karmakarışık Dionysus ülkesinde kazandığı son utkuya eskatolojik açıdan bakmaya girişir bir bakıma. Bu mektupta kullanılan sözcükler, yalnız Nietzsche’yi yankılamakla kalmaz, onun Apollo-Dionysus çağırışında kullandığı sözleri neredeyse adım adım izler. Günlerin sonunda «milyonlarca olgun, güzel ve altın biçime» dönüşecek olan şey, karmaşıklığın ta kendisidir; ‘mayalanarak olgunlaşmış, gene de içten gelen şavkıyla pırıl pırıl yanan Apolloca bir ürün’. Sonra Rilke’nin Apolloca dünyasının «uyanık; akıcı hevesinden daha Nietzschece birşey de olamaz.'
Bir sanatçının eskatolojisidir bu; hem de işi, yalnızca kendi başına güzel ve anlamlı olan bir dünyanın güzelliğini kendi yarattıklarıyla yüceltmek olan bir sanatçının değil, var olan ya da olabilecek tek güzel ve anlamlı dünyayı kendi elleriyle yaratmak olan bir sanatçının eskatolojisi. Başlangıçta, insanın gelişmesi konusundaki yarı- tarihsel ya da yarı- Darwinci kuramın bir parçası olan bu fikir, sonunda gelecek bir durumun değil, varoluşun kendisinin zamansız bir doğrulanışı oluyor.
1898’de Rilke, Toskana Günlüğü'nde şunları yazıyor:
«Sanatçı, hep sıradan insanlarla yanyana yaşayacak değildir. Sanatçı — insanlar arasında esnekliği ve derinliği daha çok olan kişi — zenginleşip güçlenir güçlenmez, bugün yalnızca düşleyebildiğini yaşamaya başlar başlamaz, yozlaşacak ve yavaş yavaş yok olacaktır insan. Sanatçı, zamanın içine doğru uzanan sonsuzluktur.»
Orpheus’a Soneler’de bu sonsuzluk zaman içinde uzanmakla kalmaz, varacağı yere varmıştır. Dünyanın kendisi olmuştur; yalnızca şarkı içinde ve şarkılar yoluyla varolan bir dünya. Şarkı, varolmaktır — Bir tanrı, kolaylıkla erişebilir buna: Ama ya hiç tanrı yoksa? O zaman bizler tanrı olmalıyız. Bizler mi? Bizler, henüz tam olarak bile var olamayan bizler? Gerçekten de insan kendisini değiştirmeli ve dönüştürmelidir; kendisini değiştirmekle insan tüm varoluşun kurtarıcısı ve dönüştürücüsü olacaktır: Rilke’den ve Nietzsche’den almanca eksiksiz alıntılardan oluşan bu ikili konuşma, sonelerdeki Orpheus üstünedir. Bu formül Nietzsche’nindir—
Öteki adı Dionysus Apollo’dur:
Sen ki sonsuza dek seslenebilirsin, ölümsüz uyumcu aşağılanmaktan-çılgına dönmüş Maenadlar’ın huysuz kalabalığına karışmış da olsan,
bütünüyle bastırırsın onların çığlıklarını
müzikli bir düzenle çatlak seslerin arasından
biçimleyici ezgini yükselttiğin zaman.
Ah sen yokolup giden tanrı! Sen o sonsuz yol!
Yalnızca paramparça eden nefret dağıttığı içindir ki
senin dinleyicin olduk biz bugün ve öyle bir ağız ki
Doğa’da bulunmazdı yoksa.
İki tanrıdan oluşan bu bileşik tanrı, aşağıdaki sonede daha açık olarak görülür; bu sonede Rilke’nin Üçüncü Ağıt’ında yinelenen, düşlediği aile öyküsüne yapılan anıştırmalar, evrensel boyutlarda bir tür Dionyso-Apolloca bir antropolojiyle kaynaştırılmıştır:
En altta o, toprağa-bağımlı kökü dölünün
kalabalıkların, yeraltı kaynağı, hiç görünmeyen.
Miğfer ve av-borusu, yaşlanmanın sözcükleri,
kardeş-doğanlar arasında öfke, yatıştırıcılığı kadınların.
Dal dal üstüne, zaman zaman, boşuna filiz veriyor....
Biri özgür! Ah, tırman... ah, tırman...
Biri, ötekiler dökülse de, bükümlenir,
tepeye tırmanırken, bir lir olur.
Şiire ya da imgelemimize en küçük bir zorlama uygulamadan Orpheus imgesinin bütünüyle eriyip yok olduğu, Zerdüşt’e yer açtığı soneler de vardır; örneğin, şöyle başlayan sone:
Övgü, hah işte bu! Bir övgücü ve kutsayıcı olarak çıktı geldi cevher gibi sert bir maden ocağından.
Yüreğiyle birlikte geldi, ah, o geçici mayalayıcısı, insanların, hiç tüketilemeyecek bir şarabın.
buna daha da yakın olan şu sone:
Değiştirilmeyi seçin. Yanıp tutuşun alevlerle
Bu sonede hemen hemen her sözcük şaşmaz bir biçimde Zerdüşt’ün peygamberlik evinin mülkleridir; ancak bu mülkün, Rilke’nin eline bütünüyle yasal yollardan geçtiği konusunda hiç kuşkumuz olamaz. Yapılan işin üzerindeki damganın sahibi bellidir. Yıkılmış bir tapınağın yapayalnız sahibidir bu. Çatı, uçup gitmiştir. Tepedeki kocaman açıklıktan, Kutsal Ruh’un geleneksel imgesini andıran birşey görünmektedir. Ne var ki bulanık ve belirsiz olduğundan bu yorum, salt tapınakta bulunduğu için, çok acele varılmış bir yorum olabilir. Yağmur da olabilir görünen aslında. Yıkıntının açık çatısından indiği için belki buna yalnızca ‘açıklık’ da (‘das of fende’) diyebiliriz. Damganın çevresine kazılmış olan sözcükler de bunu doğrular gibidir. Şöyle denir bu sözcüklerde: ‘Evinde öldüğün zaman, herşey açık ve aydınlıktır.’; ve, ‘Tüm gözleriyle yaratıcı-dünya görür açıklığı.’
Son tümce Rilke’nin Sekizinci Ağıtı’nın başlangıcıdır; oysa bunların birincisi evine, yalnız mağarasına dönen Zerdüşt tarafından söylenmiştir. Rilke Onuncu Ağıtı’ndaki — o gürültülü kenti — bir kez daha terketmiştir demek geliyor insanın içinden ister istemez:
orada, gürültüyle bastırılmış gürlemelerin yalancı dinginliğinde,
kaskatı, boşluk kalıbına dökülüvermiş bir nesne, salındırır o yaldızlı yaygarayı, o patlayıcı anıtı.
Nasıl geçecekti Melek, iz bırakmadan huzur pazarının ötesine, kıyısında kilisesi duran, kullanılmaya hazır; tertemiz umudu kırık ve kapalı, Pazar günü Postane gibi —
Rilke’nin betimlemesi de, Nietzsche’nin Zerdüşt’ünün, kendi sessizliğiyle konuşmak için ardında bıraktığını söylediği kenti betimleyişi ölçüsünde eksiksizdir:
‘Burada kendini buluyorsun,’ der Nietzsche. ... ‘Burada herşey koşuyor diline, okşayarak ve yaltaklanarak, çünkü sana taşıtmak istiyorlar kendilerini. Sen kendin de sayısız simgeye binip gidiyorsun sayısız gerçeğe doğru. ...
‘Burada sözcükler ve varolan herşeyin sözcük-türbeleri acılıyor önünde alabildiğine; ilerde varolacak herşey, nasıl konuşacağını öğrenmek istiyor senden.’
Rilke de binip gidecektir, nesnelerin sözcük-türbelerinden topladığı sayısız simgeye, sayısız Zerdüştçe gerçeğe doğru. Zerdüşt’ün gizli buluşmalarının Rilke’nin gençliğinde yazdığı Toskana Günlüğü’ndeki çeşitlemesi şöyledir: ‘...Nesnelerin (yalnızca dinleyicisi değil) izleyicisi olduğumu gittikçe daha çok duyuyorum; soruları kavrayarak bu soruların getirdiği yanıtlara ve itiraflara yoğunluk katan, öğütlerini ve bilgeliklerini harcamaya zorlayarak onların bereketli sevgisini bir izleyicinin alçakgönüllülüğüyle ödüllendirmeyi öğrenen bir izleyici.’
Nietzsche’nin, Rilke’nin yalnızlığının yeni 'açıklığı’ nesnelerin görünüşü içinde değişir. Genişlemiş, ama göreceğimiz gibi daha kökten bir biçimde sınırlanmış oylumun perspektifi içinde, nesnelerin de adların da hiçbir zaman gerçekten tanınmamış olduğu anlaşılır. Yeni bir bilinçliliğin ve algı gücünün kazanılmasıyla bu nesnelerin ve adların yeni baştan kutsanması, bir bakıma yeni bir kiliseye kaydedilmesi gerekir. Çünkü birdenbire başka bir söz boyutu açılmıştır karşımızda; tüm nesneler, adlarının bu yeni oylumu dolduracak güçlü bir sesin titreşimiyle bir kez daha söylenmesini istemektedirler. Eskiden söylendiği gibi söylendiklerinde, değişen akustik koşullarda kaybolup gitmektedir bu sözcükler.
Yenidendoğuş’un başlarında nesnelerin biçiminin ve kalıbının başına gelenler, şimdi onların adlarının başına geliyor gibidir. Görüşün temel bir yönü olarak üçüncü boyutun bilinçli olarak, kavranmasıyla tüm nesneler taptaze bir ışık altında görünmek ve taptaze bir renge boyanmak istediler; gerçekten de yepyeni nesneler kendilerini kabul ettirmek üzere ortaya çıktı. Zerdüşt’ün 'diline gelen, onu okşayan, ona yaltaklanan, çünkü onun sırtına binmek isteyen’ nesnelerin adları, sözcüklerden tuvale aktarıldığında, büyük Yenidendoğuş ressamlarının yadırgamayacağı şeyler olacaktır. Madonnalar’la melekler, iki- boyutlu yassılıkları içinde çok kötü biçimler olarak göründüklerinden yakınırken, ressamların imgelerine, bu yeni görüş alanı içinde hakettikleri önemin verilmesini isteyerek bir imge kalabalığı içinde-saldırıyorlardı. Sütunlar, kuleler, büyük kapılar, ağaçlar, ibrikler ve pencereler, hiç görülmemiş bir yoğunlukla görünmek istiyorlardı —
Rilke’nin yeni boyutu içedoğruluk’tur. Yepyeni istekleriyle Zerdüşt’e geldikleri gibi nesneler, Rilke’ye de yaklaşmış ve sözcüğe nasıl dönüşebileceklerini, bu genişlemiş oylumda kendilerini gerçekten nasıl duyurabileceklerini ondan öğrenmek istemişlerdir; buna karşılık Rilke’ye, dünyadaki gerçek görevinin kendilerini yeni bir içedoğruluk boyutu içinde sindirmek olduğunu göstermişlerdir:
(Dokuzuncu Ağıt)
— Biz, acaba, şunu söylemek için mi burdayız: Ev,
Köprü, Çeşme, Kapı, İbrik, Armutağacı, Pencere, — en çok da: Sütun, Kule? ... Ama söylemek bunu, unutma, ah, söylemek nesnelerin kendilerinin daha önce hiç varolmak istemedikleri bir yoğunlukta.
Nietzsche’nin de Rilke’nin de yeni nüansların ustaları oldukları söylenmiştir; Nietzsche’nin düşünce, Rilke’nin de duygu nüanslarının ustası. Doğru, ikisi de ruhlarının ve zihinlerinin, daha önce hiç alışılmayan incelikte duyarlıkların ve vahiylerin insafında olduğunu hissetmişlerdir; varlıklarından daha önce hiç kuşkulanılmayan köşelerden esen rüzgarların ilk ürkek ezgilerle telleri titreştirilen çalgılar olduklarını anlamışlardır. Kendilerinin sanki normal düşünce ve duygu kavramlarımızın arasındaki ve çevresindeki ‘boş uzaklıklardan’ oluşuyormuş gibi görünen bu hiç araştırılmamış boşlukta (oylumda), gerçekten varolanla aramızdaki gerçek ‘ilişki’, ‘wirklicher Bezug’ uzanmaktadır. Nietzsche’ye adanmış ruhsal bir dostluğun ilahisi gibidir Rilke’nin sonesi:
Selam, bizi birleştirebilecek ruh!
Çünkü biz gerçekten simgelerle yaşıyoruz yaşamımızı, ve küçücük adımlarla ilerletiyoruz saatlerimizi, gerçek, güncel günümüz boyunca.
Doğru yerimizi bilmeden
gene de gerçek ilişkilerden yola çıkarak davranıyoruz.
Duyargalardır algılayan duyargaları, ve bomboş uzaklıklardır taşıyan bunu. ...
ve Nietzsche’nin yanıtı:
Kuzey’in ötesinde, buz, bugünkü gün, ölümün ötesinde, ondan uzakta:
bizim yaşamımız, bizim mutluluğumuz!
Ne karanın ne de denizin yanında bulabilirsin yolu Hyperboreanlar’a giden:
bizim üstümüzedir bilgelik ağzının böyle herşeyi önceden bildirmesi.
Sonra, Capri’de Piccola Marina’da şunları duyan ve bunun etkisin den zor kurtulan yapayalnız Rilke:
denizden gelen o ilk esinti, esiyor
yalnız ilkel taşlara değmek ister gibi, salt boşluk koşuyor buraya uzaklardan. ...
bu, kahverengi bir Venedik akşamında, bir köprüye yaslanmış Nietzsche’yle karışıveriyor birbirine:
R'uhum oynaşan bir alay tel
... görünmez bir elin dokunduğu
bu sözcüklerin ardından Rilke’nin şu sözleri gelebilir:
Peki kimdir bizi avucunun içine almış o gezgin ozan?
Ah tatlı ezgi.
Gene de bunlar şu gerçek temaya lirik bir giriş olabilir ya da o temaya eşlik edebilir ancak: İnsan deneylerinin sınırı içine giren her türlü şeyi kökünden yeniden ele almak. Bu temanın eksiksiz gerçekleştirilmesi, olanağı her iki ozana da esinle kendinden-geçme durumlarında gelir. Nietzsche de Rilke de esinle yazdıklarını, birisi Zerdüşt'ü öteki de Duino Ağıtları’nı yazma konusunda karşıkonmaz bir buyruğa uyduklarını biliyorlardı. Modern yazında, esinli durumlar konusundaki kişisel bilgileri yalnız onların verdiğini görüyoruz. Bu bildiriler, birbirinin yerine konabilecek ölçüde aynıdır; ancak Nietzsche’ninki, esinlenme yaşantısından belli bir uzaklıkta yazıldığından, Rilke’nin soluk soluğa utkulu bağırışlarından daha ağırbaşlıdır. Nietzsche, İşte İnsan'ın Zerdüşt bölümünde, ‘Ondokuzuncu yüzyılın sonunda, daha canlı çağlardaki ozanlarının esin dedikleri şeyin ne olduğunu açık seçik bilen var mı acaba? diye sorar ve şöyle devam eder: «Boş inançlara çok az da bağlı olsa insan, üstün güçlerin somutlaşmış bir biçimi, sözcüsü, yalnızca aracısı olduğunu anlayacaktır.» Rilke, ‘çok büyük boyuneğmelerle geçen günlerden’, ‘bedeni yok olma tehlikesine sokan bir ruh fırtınasından’ söz eder. ‘Ah, nasıl da izin verildi bugüne dek sağ kalmama, onca şey arasından geçip. Şaşkınlık. Lütuf.’ Nietzsche de Rilke de, pentecostlar için özel olarak seçilmiş fiziksel sahneler olan bu fiziksel çevrelerin boşaltılmış yerler olduklarını duygularıyla biliyorlardı. Nietzsche’nin, Zerdüşt’ün eşliğinde Cenova yamaçlarında ve Santo Margherita koyundaki Akdeniz çam ormanlarında yaptığı yürüyüşleri anlatırkenki yumuşaklığı, Rilke’nin soğuk ayışığında dışarıya çıkışına, orada Ağıtlar’ın saldırısına karşı yıkılmadan duruşuna ve ‘küçük Muzot şatosu’nun duvarlarını ‘yaşlı bir hayvan gibi’ okşayışına yakındır.
Salt nüansların yakalanışı böyle olmaz. Nüans sözcüğü, aralarında sınırsız ince, renk tonlarının oynaşarak gidip geldiği sımsıkı oturmuş bir fikirler ve nesneler düzeni gerektirir: oysa Nietzsche’nin ve Rilke’nin duyarlıkları, yüzyıllar boyunca zihinsel algılamalarımızın dayandığı bu ikiye bölme ilkesinin kendisini —felsefe diliyle söylersek her-yerde-varolma ve aşkınlık gibi iki-yanlı bir algılama içinde kavranan dünyada principium individuationis'i, — kökten yadsıma eğilimindedir. Nietzsche, bu ilkenin getireceği sonuçları, bizim düşüncemiz açısından henüz tam olarak gerçekleştirmekten çok uzak olduğumuz ‘kavram barbarlığı’ diyerek yadsır; Rilke de bu ilkenin duygularımız üzerindeki etkilerini hem melekler, hem insanlar hem de hayvanlar arasında bizi yabancı kılan, kaba yorumlanan bu dünyada acılar içindeki serserilere dönüştüren yürek yoksulluğu olarak yadsır —
Çünkü insanların hepsi, aşırı kesin ayrımlar yapma yanlışına düşerler.
(Birinci Ağıt)
Ne var ki bu, Rilke’nin olgunluk yapıtlarında gizli olan gerçek yadsımanın ağıtlaştırılmış alt-biçimidir; gerçek yadsıma, aşkıncılıkla her-yerde-var olma, Tanrı’yla insan, dış gerçeklikle içedoğruluk, coşkuyla acı çekme, sevgiyle ayrılığın birleşmesi, yaşamla ölüm gibi geleneksel ayrım gözetme yolumuzun geniş bir alan boyunca yanlış olduğu fikridir —bu listeye Nietzsche’nin başlıca katkısı iyilik ve kötülük olabilir: Rilke, Duino Ağıtları’nı ve Orpheus'a Soneler'i yazdıktan bir yıl sonra, ‘Yaşamla ölümün birliğini varsaymak, diye yazar ve sonra şunu ekler, ‘vahşetle mutluluğun özdeşliğini bilmek... iki kitabımın temel anlamı ve fikridir!’
Türkçesi: Yurdanur SALMAN
Erich Heller, 1911'de Bohemya’da doğdu. Prag’da okudu ve doktora yaptı; Cambridge Üniversitesinde Ph. D.’sini tamamladı. 1933’te İngiltere’ye yerleşti ve o zamandan bu yana London School of Economics ve Cambridge Üniversitesinde öğretim görevlerinde bulundu; Swansea’deki Wales Üniversitesinin Almanca Bölümü Başkanlığını yaptı. Konuk profesör olarak sık sık Alman üniversitelerine gitti. Harvard ve Brandies üniversitelerinde bulundu. Şimdi Northvvestern Üniversitesi’nde Alman Edebiyatı Profesörüdür. Erich Heller, İngiltere, Almanya ve Amerika’da pek çok yazın ve bilim dergisinde incelemeler yayımladı. 1959’da Almanya’nın en önemli yazın ödüllerinden birini aldı. Deneme kitaplarının yanı sıra, Thomas Mann üzerine de bir inceleme yazdı: «The Ironic German — A Study of Thomas Mann»
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder