Cafe Quartet / Karşıyaka
" Gerçek doğanız derinlerinizde saklı değil, sizden ölçülemeyecek kadar yukarıdadır ya da en azından bulunduğunuzu sandığınız yerden yukarıdadır. " Hakiki benlik, salıverilecek bir baskıdan ziyade gerçekleştirilecek bir "görevdir" . İnsan, görevini keşfetmek için "şu ana kadar hakikaten neyi sevdiğini" sormalıdır; bir başka deyişle, onun "ruhunu göğe yükselten" nedir?"
***
"Şunu ya da bunu ardımızda bırakarak veya onu unutarak hakiki benliğimizi bulacağımız varsayımı efsaneden ibarettir. Bu yolla kendimizi tekrar sonsuza dönmüş olarak buluruz. Onun yerine kendimizi yaratmalıyız, tüm unsurlarımızı biçimlendirmeliyiz -işimiz budur. Daima bir heykeltıraş olmalıyız! Üretken bir insan olmalıyız! Bilgiyle değil pratikle bunu yapmalıyız ve böylece kendimiz [rol] model[i] olmalıyız! [Kendini] tanıma bir yöntem olarak en iyisidir."
***
"İnsan, bir bahçıvan gibi dürtülerini idare edebilir, her ne kadar pek az kimse biliyorsa da, öfkenin, merhametin, kılı kırk yarmanın, kibirliliğin tohumlarını çardaktaki güzel bir meyve ağacı gibi verimli olacak ve yarar getirecek şekilde ehlileştirebilir; insan bunu bir bahçıvanın iyi ya da kötü zevkine göre yapabileceği gibi aynı zamanda Fransız ya da İngiliz ya da Hollandalı ya da Çinli tarzıyla da yapabilir; insan doğayı da kendi haline bırakıp, sadece orada burada biraz süsleme ve temizleme yapabilir; nihayet insan hiçbir bilgisi olmadan ve üzerinde düşünmeden bitkileri doğal teşvikler
ve engellerle büyümeye ve aralarında mücadele etmeye de bırakabilir. Bütün bunları
yapmakta serbestiz: Ama bunların bizim için serbest olduğunu kaç kişi biliyor? Çoğunluk
kendine, gelişmesi tamamlanmış gerçekler gibi inanmıyor mu? En büyük filozoflar
karakterin değişmezliği öğretisi ile damgalarını bu önyargıya basmadılar mı?"
***
Nietzsche "kendi üzerinde çalışmanın", kişinin doğasında bulunan ama dışavurmayı istemediği veçheleri budamasının altı kipini tespit eder: insan bir güdünün tatminini en sonunda güdü kayboluncaya kadar reddedebilir (örneğin sigarayı bırakabilir), bu veçhesinin dışavurumunu belli zaman ve yerlerle sınırlayabilir (antik ve modern karnavallar), güdüsünü bulantı yaratacak kadar çok dışa vurabilir (Nietzsche bunun riskli olduğuna dikkat çeker, çünkü böyle jokeyler çoğunlukla boynunu kırar), güdüyü acı verici bir düşünceyle ilişkilendirir, mesela Hıristiyanlar kötülük fikriyle cinselliği ilişkilendirir (kaçınma terapisi), sürekli tatmin veren rakip bir güdü geliştirebilir, son olarak da çileciler gibi bütün beden sistemini zayıflatarak, o güdünün tüm diğer güdülerle beraber şiddetini kaybetmesini sağlar. Bunlar kendini yetiştirme teknikleridir. Daha ileri bir teknik tavsiyesi de (bunlar Nietzsche'nin bir sonraki kitabı olan Şen Bilim'de daha çok öne çıkar) sanatçıları örnek almaktır; kişinin bilhassa "zayıflıkları" -yani benliğin ana planına uymayan güdüleri- bağlamında kendi karakterini nasıl işleyeceğini sanatçılardan öğrenmesi gerekir. Onlardan kurtulamıyorsak -illaki bazı giderilemez güdüler vardır, der Nietzsche, onları "sanatçılar gibi kullanmayı" öğrenmeliyiz. Örneğin Beethoven'ı inceleyip, onun kendi doğasındaki "kaba, inatçı, sabırsız" unsurları kullanarak bizi erdemlerine "kurt gibi acıktırmasını" taklit etmeyi öğrenmeliyiz. Zayıflıkları kullanmanın başka bir stratejik yolu da, karakterimizi insanileştirmektir: Kendimizi fazlasıyla kusursuz, fazlasıyla yaklaşılamaz hale getirmemek için küçük bir "budalalığımızın" olabileceğini belirtir Nietzsche.
Peki, bu tür tekniklerle nasıl baş edeceğiz? Bu teknikleri kullanırken hangi ilkelere uyacağız? En genel ilke, insanın hayatını tek bir tanımlayıcı güdü etrafında örgütlemesinin ideal olduğudur. Gezgin ile Gölgesi'nde belirtildiği gibi (Cezanne'ın ressamlara daima doğada bir "küp, koni ve küre" keşfetme talimatını yansıtır şekilde), manzaralar "tüm çeşitlilikleri altında basit bir geometrik şekle" sahip değillerse hoşumuza gitmezler. Nietzsche'ye göre aynı şey insanlar için de geçerlidir. Haz verici bir karakterin ve hayatın "matematiksel bir tabanı" olacaktır.
***
Benlik basitçe keşfettiğimiz bir şey değildir. Benliğin yaratılması gerekir: en baştan yaratılmaz, basitçe sahip olduğumuzu keşfettiğimiz dürtüler kümesinin "heykel gibi biçimlendirilmesi", "budanması", "düzenlenmesi", "bahçe gibi güzelleştirilmesi "yle yaratılmalıdır. Bu yüzden, mutlu olmak için ilk önce ne olacaksak o hale gelmek için "heykeltıraşlık" yapmalıyız. Tan Kızıllığı'nda kendi heykelini biçimlendirmekle ilgili bazı tavsiyeler görmüştük. Şen Bilim'de daha ayrıntılı bir anlatı vardır. Bu eserin yaptığı katkının özünde kişinin kendi hayatını sanat eseri haline getirmesi fikri vardır.
Kendimizi heykel gibi biçimlendirerek sahici kişiler olabilmemiz için, diye yazar Nietzsche, "sanatçıları örnek almalı" ama onlardan daha bilgece davranmalıyız. Zira "sanatın bitip hayatın başladığı yerde onların hassas güçleri genellikle durur" -büyük sanatçıların berbat hayatlar yaşaması tipiktir- " kendi hayatlarımızın şairleri olmak isteriz" . Sanatçılardan, "özellikle de tiyatro sanatçılarından" öğrenmemiz gereken şey, "her gün rastladığımız sıradan insanda gizli olan kahramanı" tanımak için kendimizi "basitleştirilmiş ve yüceleştirilmiş gibi" görmektir. Maharetli bir romancı ya da oyun yazarı eserin "kahramanı" olan karakterin (Elizabeth Bennett, V. Henry) tutarlı ve inanılır bir portresini çıkaracak şekilde olayları nasıl seçiyor ve sergiliyorsa, biz de olmaya karar verdiğimiz "kahramanı" ortaya çıkaracak şekilde kendi hayatımızın hikayesini kendimize anlatmalıyız. Bunu yapmak için kendimizi "geçmiş ve bütün bir şeymiş gibi belli bir mesafeden" nasıl gözlemleyeceğimizi sanatçılardan öğrenmeliyiz, aksi takdirde "ön plandan başka bir şey" olmayız.
Çoğunlukla kendi yaşamımıza o kadar "yakınızdır" ki ağaçlara bakmaktan ormanı göremeyiz. Bilhassa bu telaşlı modernlikte hayatlarımız bir olaydan ötekine savrulup durur -geçen hafta müdürün masasında olması gereken rapor, eşle kahvaltıda kavga, çocuğun okuldaki kötü davranışı, bankada karşılıksız çıkan çek, akşam yemeği için gereken alışveriş, daima geç kalınan tren. Sonuçta bunlar kapsayıcı bir teması olmayan olaylar silsilesinden ibarettir. Tutarlı bir benlik haline gelmek için daha az eyleme ve daha çok düşünmeye ihtiyaç vardır: bir süre için, en azından vita contemplativa'ya {düşünsel hayat) ihtiyaç duyarız. Nietzsche'nin düşüncesinin daha kolay kavranması için somut bir örnek verebiliriz. Başarılı bir Paris bankeri, ama aynı zamanda ressam olan Gauguin'i düşünelim. Hayatı genel tutarlılıktan yoksun, acı verici ve karmakarışık bir olaylar yığınıdır. Hayatının "kahramanının" kim olacağına karar vermek için kendini tüm olaylardan uzaklaştırmalı, "[kendini] sahneye koyma' sanatını öğrenmeli", kendi hayat hikayesine karar vermelidir. Örnekleme bakımından sadeleştirirsek iki seçeneği vardır. Birinci hikayeye göre yetenekli bir ressamdır. Burjuva konforuna ve kısıtlamalarına korkakça sarıldığından şu ana kadar gerçekten istediği yaşamı sürdürememiş, Nietzsche'nin "neysen o ol " buyruğuna uyamamıştır. İkinci hikayede {gerçek hayatta reddettiği hikaye elbette) ise mali piyasaları zekice yönlendirmekte, küçük ama dikkatleri çekmemiş bir şekilde yetenekli olduğu ressamlığın bohem hayatına romantik bir arzu duyarak kendine acı çektirmektedir. Her iki hikayede de Gauguin'in hayatına nasıl devam ettiğinin anlatıldığına dikkat edin. Bu hikayelerden herhangi birine kendini adaması tutarlı ve belirleyici bir eyleme yol açacaktır. Seçim yapamamasının sonucu ise koşulların kurbanı olarak kalması demektir; otantik, somut bir insan yerine salt olayların geçtiği yer olarak kalacaktır.
Edebi bir "kahraman" olmak her şey değildir elbette. Leydi Macbeth, III. Richard ve Kral Lear hep merkezi karakterler olma bakımından "kahramandır", fakat amaç mutlu bir kişi olmaksa, tutarlı bir benlik olmaktan fazlası gereklidir. İnsan anlatmaya karar verdiği hayattan, olmaya karar verdiği kişiden haşlanmalıdır.
" Hoşlanmak" Nietzsche için çok zayıf bir sözcüktür elbette. Ona göre mutluluk idealini tam olarak yaşamak için kişi hayatını sevmelidir, vecit içinde sevmelidir, hatta hayatın her şeyini sevmelidir. Nietzsche'nin 1882'nin Yeni Yıl'ındaki kararı, Şen Bilim'in IV. Kitap'ının da başlangıcıdır:
Şeylerde neyin güzellik için zorunlu olduğunu görmeyi, giderek daha çok öğrenmek
istiyorum. Amor fati [kader sevgisi]: bundan böyle benim sevgim bu olsun! Çirkinliğe
karşı savaş açmak istemem ... Başımı çevirip uzağa bakmak tek yadsımam olsun! ... günün birinde sadece Evet-diyen olmak isterim!.
İnsanın hayatındaki tüm olgular geçmişte kaldıkları için değiştirilemez olmaları bakımından "zorunlu"ysa, ideal mutluluk kişinin yaptığı ve başına gelen her şeyi mutlak olarak sevmesinden ibarettir. Bunun anlamı da -tek bir "olumsuzlama" bile amor fati'nin başarısızlığı olacağından- tek kelimeyle, kişinin "bengi dönüşü" sevebilmesi gerektiğidir. Diyelim ki, der Nietzsche, bir " iblis" kulağınıza fısıldıyor:
Şimdi yaşadığın ve geçmişte yaşamış olduğun bu hayatı yine ve sayısız kez tekrar yaşamak zorundasın; üstelik yeni hiçbir şey olmayacak, hayatındaki her acı ve her sevinç, her düşünce ve iç geçirme, ağza alınmayacak kadar küçük ya da büyük her şey sana geri dönecek -hatta şu örümcek, ağaçların arasındaki ay ışığı, hatta bu an ve ben, "kendinizi yere atıp dişlerinizi gıcırdatır ve iblisi lanetler misiniz", yoksa tersine şöyle diyebilir misiniz: "Sen bir tanrısın ve bugüne dek daha ilahi bir şey duymadım."
Ancak bu ikinci cevabı verebilirseniz, Nietzsche'nin sıkı kriterine göre mutluluk idealine uygun olabilirsiniz. Peki, insanlar hayatlarındaki her şeyi nasıl sevecekler? Çoğumuz genel olarak hayatlarımızı bir kez daha yaşamak isteriz kesinlikle, ama ikinci hayatımızdan çıkarmak isteyeceğimiz anlar -evladın ölümü, evliliğin bitmesi, bir saat boyunca ders verdikten sonra pantolon fermuarının açık olduğunu fark etmek- hepimizin aklına gelecektir. Hepimiz ikinci hayatımızda sansürlemek, "iptal etmek" isteyeceğimiz şeyler hatırlarız muhakkak, değil mi?
Nietzsche, (kendisi gibi) "doğaçlama ustası" piyanistlerden öğrenmemiz gereken şeyin başka ellerde kötü bir hata olabilecek bir şeyi bütünün güzelliğine dahil edebilme yeteneği olduğunu söyler. Yani hatalarımızı yeni zaruretler karşısında değiştirme esnekliğine sahip olmalıyız. Yani hayatımızın herhangi bir noktasında "olayları yorumlama ve düzenleme becerimizi" kullanmak zorundayız. Adeta içlerinden geçen "takdirişahsi"yi keşfedebilmek için hayatlarımızın "kahramanını" inşa etme yönündeki "edebi" becerimizi kullanabilmeliyiz. Şunu gösterebilmemiz gerekir:
başımıza gelen her şey [nasıl] daima en iyi sonuçlara yol açar. Her gün ve her
saat hayat bu önermeyi tekrar ve tekrar ispatlamaktan başka bir şey istemez gibidir;
ne olursa olsun -iyi ya da kötü hava, bir dostu kaybetmek, bir hastalık, iftira, bir
mektubun gelmemesi, bilek burkulması, dükkanda bir bakış, bir karşı-sav, bir kitabın
açılması, bir düş, bir sahtekar- o anda ya da çok yakında ıskalanmaması gereken
bir şey olduğunu gösterir.
Bir başka deyişle, hayat-anlatımızın sonsuza dek tekrarlanmasını isteyebileceğimiz
temel bir parçası gibi bir şeydir bu. Kişinin hayatını anlatırken hiçbir şeyi dışarıda bırakmak istememesi, söylemesi yapmaktan kolay bir şeydir elbette. Fakat Nietzsche'nin hemen herkesçe bilinen bir cümlesi -"beni öldürmeyen şey beni güçlendirir"- önemli bir tekniğe işaret eder:
Travmatik bir olayı "ders çıkarılacak" bir şeye ya da başka şekilde "büyüme" deneyimine çevirmemiz ya da çevireceğimize inanmamız gerekir. O halde Nietzsche'nin mutluluk ideali budur -bengi dönüşü arzulamak, yani amor fatidir. Hayatlarımızı bütünsel bir benlik haline getirmek için "heykeltıraş gibi biçimlendirme" girişimimize, başımıza gelen her şeyin -başımıza geldiğini hatırladığımız her şeyin- "en iyisi için" olması kılavuzluk etmelidir. Bu ideale çok azımız, hatta pek azımız uyabiliriz -Nietzsche'nin kendisi de uymuyordu, en azından 1882 Ocak'mda uymuyordu, çünkü amor fati sadece Yeni Yıl' da aldığı bir karardan ibaretti.
Fakat bu, idealin eleştirisi değildir: İnsanların hemen her zaman bir şeyi ıskalaması idealin doğasında vardır. Nietzsche'nin düşüncesi büyük ihtimalle, hayatımızın sindirilmemiş travmaları olan dönemleri ne kadar azsa ideale o kadar yaklaşacağımız, o kadar mutlu olacağımız şeklindeydi.
***
"İnsanların arasında ... bir savaş ya da mezbaha alanındaymışçasına dolanıyorum ".
Her yerde sadece "parçalar, organlar ve korkunç rastlantılar -ama ortada insanlar yok! ". "Parça, bilmece ve ürkütücü bir rastlantı olan ne varsa " hepsini toplayıp bir bütünde birleştirmeli ... şiirselleştirmeliyiz." "Geriye dönmeyi istemeyi" öğrenmeliyiz ki "geçmişteki" her şeyi "ama ben istiyorum böyle olmasını " der gibi canlandırabilelim.
"Geriye dönmeyi istemenin" ne olduğu Şen Bilim'de zaten anlatılmıştı:
Kişinin hayatının "olup biten her şey hayra geçmiş", kişinin hayatının Bildungsroman'ından [gelişimsel roman] "eksik olmaması gereken" bir parçaymış gibi anlatması; kişinin idealindeki kişi haline gelme hedefine doğru manevi gelişiminin hikayesi. Kişinin hayatını bu şekilde anlatınca ona birlik verilmiş, daha önceki tüm anlamsız "rastlantı" olanların hepsi "birleşip tek" olmuştur. Görünüşteki rastlantılar "takdirişahsi" nin parçası olurlar. Otantik " benlerde" rastlantı diye bir şey yoktur. Geri kalanı için her şey rastlantıdır.
***
Nietzsche'nin bireysel ruh sağlığı ideali, başka insanların çoğuna "korkunç ve sorgulanabilir" görünen şeyleri "aşma" vesilesi olarak buyur edecek ölçüde, üstelik bu aşma meselesini gerçekleştirebileceğine asaletle güvenecek kadar bol güç istencine sahip bir kişide bulunur.
Nietzsche'nin kendisinin de kabul ettiği gibi, bu ideal olağanüstü yüksektedir: Ancak bir "Dionysosçu tanrı ya da [üst]insan" bu ideale tam anlamıyla ulaşabilir. Gelgelelim, burada megalomanlığın kıyısına gelinmiş görünse de, ben çok tanıdık deneyimlere dayanıldığını düşünüyorum . "Moralimiz bozukken" her şey imkansız, çok zor görünür, sanki tüm dünya bize karşıdır. "Romantik" bir tarzda, başka bir yerde olmayı dileriz. Ama "moralimiz düzeldiğinde" hiçbir şey çok zor görünmez, dünya ayaklarımızın altındadır. Enerji ve güvenle dolduğumuzu hissederiz, "korkunç ve sorgulanabilir" olanı aşma gücümüzün olduğuna inanırız. Ve böylece ( "pozitif düşünme gücüyle" [başka bir alt-Nietzsche kavramı] dolu olarak) dağcının dağın meydan okumasını karşıladığı tarzda yolumuza çıkan gerilim unsurlarını buyur ederiz. Ayrıca sadece doğrudan bizim kontrolümüzde olan meselelerde değil, genel olarak dünya konusunda da böyle hissederiz: Şu ya da bu yolla her şey uzun vadede en iyi şekilde sonuçlanacaktır. Nietzsche'nin manevi sağlık idealinde bu " Dionysosçu" vecit hali sadece anlık bir durum değil, kalıcı bir haldir:
İnsanların çoğu birkaç saniye ya da en fazla çeyrek saat sürmeyen yüksek morale
inanmaz ... ama yüksek morali olduğunu hisseden bir insan olmak -tek bir yüksek
moralin cisimleşmesi olmak- şimdiye dek bir düşten ibaretti ... henüz tarih de bize
kesin örnekler sunmamıştır. Gelgelelim, tarih bir gün böyle insanların doğuşuna şahit
olabilir; bu insanlar merdivenlerden çıkar gibi sürekli yükselme [hissi yaşayabilir] ...
aynı zamanda bulutların üstünde durma duygusuna [sahip olabilir].
Sağlık idealine ulaşmanın ölçütü de bengi dönüşü isteyebilmek, ilahi bütünselliğin nasıl esas unsurlarından biri olduğunu görerek "korkunç ve sorgulanabilir" olanı "kurtarmaktır" Kusursuz ruh sağlığı, bildiğimiz gibi, "bütün oyun ve performansın" en küçük ayrıntısına bile "Da capo! " Encore! (bir daha! bir daha ! ) diyebilmektir.
***
Kişinin kendisi olmasının koşulu, kim olduğunu hiç mi hiç bilmemesidir. Bu açıdan
bakıldığında, yaşamda yanlış adım atma da dahil, ara sıra yan ya da yanlış yollara sapma, bir işi erteleme ... asıl işten uzaklaşıp boş işlere yönelme ... bütün bunların kendilerine göre bir anlamı, bir değeri vardır.
Kişinin adeta kim olmadığını keşfederek kendini keşfetmesi için, "bilincin yüzeyini ... her türlü büyük buyruktan" ve "büyük sözden ... uzak tutmalıdır", yoksa "kendini çok erken anlayacaktır"; kendini tanımlaması hastalığa dönüşecek ve yıpranmış, büsbütün yararsız bir yörüngeye girecektir. "Daha yüce" bir tip haline gelmek, yeni ve eşsiz bir şey olmak için insan bir taraftan bir tür pasifliği koruma zorunluluğu içindeyken, "bu arada" hayatının "anlamı" olan "örgütleyip yönetme fikri" "gönlünde büyümeye devam eder" . Çok geçmeden bu fikir "ona buyurmaya başlar ve onu yan yollardan, yanlış yollardan yavaş yavaş çekip çıkarır.
"Tek kelimeyle, "kendini-aramak", deneme ve muhtemelen pek çok yanılma sürecinde kendini yaratmaktan ziyade bulma meselesidir; bu, mermerin içinde "uyuyan" figürü yaratmaktan ziyade onu "bulan" heykeltıraşın durumuna benzer. Özellikle de insan akla dayalı bir hayat yaşıyorsa, Zerdüşt benzeri bir kitap, yaratma değil, bir algılama [bir "vahiy"] meselesidir; bir şeyin birdenbire görülür, duyulur olması anlamına gelen vahiy ... onu duyarsınız; aramadığınız bir şeyi, kimden geldiğini sormaksızın alırsınız; bir şimşek gibi çakan, kaçınılmaz bir düşünce ... Hiçbir şeyi asla ben seçmedim ... Hepsi de irademin dışında olan şeyler ... Her şey kendiliğinden gelip sundu kendini. İnsanın "benliğinin" ve "kaderinin" hataları yoluyla belirmesine izin verme fikri eserin anlatı yapısını da gösterir, bu anlatı da kaçınılmaz olarak Wagner'e odaklanmıştır. Nietzsche hayatının "en yakın ve derin" ilişkisinin Richard Wagner'le olduğunu söyler. "İnsanlarla kurduğum öbür ilişkilere metelik vermiyorum, ama Tribschen'de geçirdiğim günleri, her ne pahasına olursa olsun yaşamımdan silmek istemem. " ..
İnsanın "kendisi" olması, yabancı etkilere direnmekten ziyade içsel dünyayı düzene sokma meselesidir.
*
notlar:
Julian Young / Nietzsche
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder