Evet’e giden yolum. — Bugüne kadar anladığım ve yaşadığım haliyle felsefe varoluşun en tiksindirici ve en dile düşmüşü tarafları için bile gönüllü bir aramadır. Buzlar ve ıssız yerler arasında yaptığım yolculuklardan edindiğim uzun yılların deneyimlerinden bugüne kadar felsefileştirilmiş her şeyi farklı görmeyi öğrendim: felsefenin gizli tarihi, büyük unvanlarının psikolojisi, gözlerimin önünde aydınlandı. Bir tin ne kadar gerçeğe tahammül edebilir, bir tin ne kadar gerçeğe cesaret eder?"—benim için bu, değerin gerçek standardı haline geldi. —her edinilen bilgi, cesaretin, kendine karşı katılığın, kendine karşı açıklığın bir sonucudur— Benim yaşadığım gibi deneysel bir felsefe, deneysel olarak en temel nihilizmin ihtimallerini bile önceden tahmin etmektedir; ama bu, bir inkâr, bir Hayır, bir inkâr istenci gördüğünde durmak zorunda olduğu anlamına gelmez. Aksine onu aşıp, karşıtına gitmek ister—dünyanın olduğu gibi kesintisiz, istisnasız veya seçimsiz bir Dionyssos tarzı onayına gitmek ister—ebedi devridaimi ister:— aynı şeyleri karışıklıkların aynı mantığını ve mantıksızlığını. Bir filozofun erişebileceği en yüksek derece: varoluşla Dionyssos tarzı bir bağıntı halinde olmaktır—bunu için benim formülüm, amor fatidir.
Nıetzsche, bu terimi Şen Bilim’de tanıtmıştır:
Amor fati: Kader sevgisi. "bundan sonra sevgim bu olsun."
(1888)
Ve temelde hâlâ ne kadar çok ideal mümkündür!-- İşte size beş haftada bir vahşi ve yalnız bir yürüyüş sırasında, günahkar mutluluğun gök mavisi bir anında tesadüfen rastladığım küçük bir ideal. Hayatını hassas ve absürd şeylerin arasında geçirmek; gerçekliğe bir yabancı; yarı sanatçı, yarı kuş ve metafizikçi; şimdinin dışında ve o zaman da ayakuçlarıyla iyi bir dansçı şeklinde kabul etmek üzere, gerçekliği hiç dikkate almayan biri; daima birkaç mutluluk ışınıyla gıdıklanan; çok canlı ve neşeli ve sefaletle bile cesaretlenen— çünkü sefalet mutlu insanı esirger, en kutsal şeye bile biraz espri katan: bu, anlaşılacağı üzere, ağır ve yüz librelik bir tinin idealidir
—yerçekimi tininin.
***
İlk soru, hiçbir şekilde kendimizden memnun olduğumuz değil, herhangi bir şeyden memnun olup olmadığımızla ilgilidir. Tek bir anı onayladığımızda, sadece kendimizi değil, varoluşumuzu da onaylamış oluyoruz. Çünkü hiçbir şey, ne bizde, ne de başka bir şeylerde kendi kendine yeten ve ruhumuz mutlulukla titrediğinde ve bir kez olsun bir harp teli gibi ses çıkardığında, bu tek olayı yaratmak ebediyetin tamamının kullanılması gerekmiştir—ve bu tek onaylama anında ebediyetin tamamı iyi, kurtulmuş, haklı çıkartılmış ve onaylanmış kabul edilir.
***
Ayın zamanda içgüdümün Schopenhauer’in tam tersi yönde işlediğini fark ettim: yaşamın savunmasına karşı işlediğini, hatta en korkunç en hırslı ve en yalancı şekline karşı; bunun için '‘Dionyssos tarzı formülüm vardı.
"Kendi içinde bir şeylerin” ister istemez iyi, kutsanmış, gerçek ve bir olduğu kuramına karşı. Schopenhauer’in “kendi içindeliği istenç olarak yorumlaması önemli bir adımdı; ne var ki bu istenci nasıl tanrılaştıracağını bilmiyordu: ahlaklı Hıristiyan idealinde takılı kaldı. Schopenhauer, Hıristiyan değerlerinin egemenliğine öylesine tabiydi ki, kendi içindeki bir şey artık onun için Tanrı” olmaktan çıktığında, onu kötü aptal ve tamamen ayıplanacak bir şey olarak görmek zorunda kaldı. Farklı olmanın, hatta Tanrı olmanın bile sonsuz çeşitlilikte yolları olabileceğini kavrayamadı.
***
İnsan ovalarının buğusu ve pisliğinin üzerinde, sayıca az da olsa (çünkü seçkin olan her şey, doğasından dolayı nadirdir) daha yüksek daha parlak bir insanlığın mevcut olduğunu bilmek benim için bir ferahlamadır: birileri, aşağıdaki insandan daha yetenekli veya daha erdemli veya daha kahramanca ya da daha fazla sevdiği için değil— daha soğuk, daha akıllı, daha uzak görüşlü ve daha yalnız olduğu için; yalnızlığa bir mutluluk, bir imtiyaz, aslında varoluşun bir koşulu olarak tahammül, tercih ve talep ettiği için; bulutların ve yıldırımların arasında sanki kendi türü arasında yaşıyormuş gibi ama aynı şekilde güneş ışınları, çiy taneleri, kar taneleri ve ister istemez yükseklerden gelen ve hareket ettiğinde ebediyen sadece yukardan aşağı doğru hareket eden her şeyin arasında yaşadığı için buraya aittir.
***
Sadece tek bir dünya vardır ve bu dünya sahte, zalim, çelişkili, baştan çıkarıcı ve anlamsızdır. Bu şekilde oluşan bir dünya gerçek dünyadır. Bu gerçekliği fethetmek için yalanlara ihtiyaç duymaktayız, yani yaşamak için bu “gerçeğe” ihtiyaç duymaktayız— Yalanların yaşamak için gerekli olması, varoluş karakterinin korkunç ve kuşkulu bir parçasıdır.
Ve temelde hâlâ ne kadar çok ideal mümkündür!-- İşte size beş haftada bir vahşi ve yalnız bir yürüyüş sırasında, günahkar mutluluğun gök mavisi bir anında tesadüfen rastladığım küçük bir ideal. Hayatını hassas ve absürd şeylerin arasında geçirmek; gerçekliğe bir yabancı; yarı sanatçı, yarı kuş ve metafizikçi; şimdinin dışında ve o zaman da ayakuçlarıyla iyi bir dansçı şeklinde kabul etmek üzere, gerçekliği hiç dikkate almayan biri; daima birkaç mutluluk ışınıyla gıdıklanan; çok canlı ve neşeli ve sefaletle bile cesaretlenen— çünkü sefalet mutlu insanı esirger, en kutsal şeye bile biraz espri katan: bu, anlaşılacağı üzere, ağır ve yüz librelik bir tinin idealidir
—yerçekimi tininin.
***
İlk soru, hiçbir şekilde kendimizden memnun olduğumuz değil, herhangi bir şeyden memnun olup olmadığımızla ilgilidir. Tek bir anı onayladığımızda, sadece kendimizi değil, varoluşumuzu da onaylamış oluyoruz. Çünkü hiçbir şey, ne bizde, ne de başka bir şeylerde kendi kendine yeten ve ruhumuz mutlulukla titrediğinde ve bir kez olsun bir harp teli gibi ses çıkardığında, bu tek olayı yaratmak ebediyetin tamamının kullanılması gerekmiştir—ve bu tek onaylama anında ebediyetin tamamı iyi, kurtulmuş, haklı çıkartılmış ve onaylanmış kabul edilir.
***
Ayın zamanda içgüdümün Schopenhauer’in tam tersi yönde işlediğini fark ettim: yaşamın savunmasına karşı işlediğini, hatta en korkunç en hırslı ve en yalancı şekline karşı; bunun için '‘Dionyssos tarzı formülüm vardı.
"Kendi içinde bir şeylerin” ister istemez iyi, kutsanmış, gerçek ve bir olduğu kuramına karşı. Schopenhauer’in “kendi içindeliği istenç olarak yorumlaması önemli bir adımdı; ne var ki bu istenci nasıl tanrılaştıracağını bilmiyordu: ahlaklı Hıristiyan idealinde takılı kaldı. Schopenhauer, Hıristiyan değerlerinin egemenliğine öylesine tabiydi ki, kendi içindeki bir şey artık onun için Tanrı” olmaktan çıktığında, onu kötü aptal ve tamamen ayıplanacak bir şey olarak görmek zorunda kaldı. Farklı olmanın, hatta Tanrı olmanın bile sonsuz çeşitlilikte yolları olabileceğini kavrayamadı.
***
İnsan ovalarının buğusu ve pisliğinin üzerinde, sayıca az da olsa (çünkü seçkin olan her şey, doğasından dolayı nadirdir) daha yüksek daha parlak bir insanlığın mevcut olduğunu bilmek benim için bir ferahlamadır: birileri, aşağıdaki insandan daha yetenekli veya daha erdemli veya daha kahramanca ya da daha fazla sevdiği için değil— daha soğuk, daha akıllı, daha uzak görüşlü ve daha yalnız olduğu için; yalnızlığa bir mutluluk, bir imtiyaz, aslında varoluşun bir koşulu olarak tahammül, tercih ve talep ettiği için; bulutların ve yıldırımların arasında sanki kendi türü arasında yaşıyormuş gibi ama aynı şekilde güneş ışınları, çiy taneleri, kar taneleri ve ister istemez yükseklerden gelen ve hareket ettiğinde ebediyen sadece yukardan aşağı doğru hareket eden her şeyin arasında yaşadığı için buraya aittir.
***
Sadece tek bir dünya vardır ve bu dünya sahte, zalim, çelişkili, baştan çıkarıcı ve anlamsızdır. Bu şekilde oluşan bir dünya gerçek dünyadır. Bu gerçekliği fethetmek için yalanlara ihtiyaç duymaktayız, yani yaşamak için bu “gerçeğe” ihtiyaç duymaktayız— Yalanların yaşamak için gerekli olması, varoluş karakterinin korkunç ve kuşkulu bir parçasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder