Gezgin'in anlaşılmasında önemli olan, Nietzsche'nin bu eseri yazdığı sırada Atinalı filozof Epikuros'la (İÖ 341 -270) giderek artan bir muhabbet ve yakınlık hissetmesidir. İnsanca, Pek İnsanca'da çok kısaca bahsedilen, Karışık Kanılar ve Özdeyişler'de sadece hürmet edilen Epikuros Gezgin'de yaşamış olan "en büyük adamlardan biri" haline gelmişti. Dönemin defterleri ve mektupları Epikuros'un "arınmış kahramanlığına" ve "mutluluk bahçesine" sıcak göndermelerle doludur. (Epikuros'un Atina'da takipçileriyle buluştuğu ve onlara ders verdiği bir bahçesi vardır. Bu yüzden onun okulu "Bahçe" diye bilinir.) Nietzsche dönemin mektuplarında ve defterlerinde kendisine "Epikuros bahçesini yenileme", Epikurosçular tarzında "filozofça" yaşama görevi verir.
Nietzsche her ne kadar Epikuros'a özellikle yakın olduğunu hissetse de, antik dünyanın başka filozoflarına karşıt olan Epikuros'a değil, genel olarak antik felsefenin temsilcisi olan Epikuros'a ilgi duyuyordu. Nietzsche'yi etkileyen fikirler antik filozoflar arasındaki farkları gösteren ayrıntılardan ziyade onları birleştiren fikirlerdi. Bu yüzden, antik felsefenin birbiri içinde erimesinden ya da homojenleşmesinden bahsedebiliriz. Daha İnsanca'da kinikler (modern anlamdaki 'kinikler' değil, aşırı stoacılar) ile Epikurosçular arasındaki farkın sadece "mizaç farkı" olduğunu yazar, Karışık Kanılar'da ise stoacı Epiktetos'la birlikte Epikuros'a, kaybolmuş tek bir "bilgeliğin" ambarı muamelesi yapar. Gezgin'de ise sofist Hippias'ın da bu tek bilgeliği paylaştığı söylenir, hatta Tragedyanın Doğuşu'nda yerin dibine sokulan Sokrates de Gezgin'de hayret verici bir şekilde rehabilite edilir:
İşler yolunda giderse, İncil'den ziyade Sokrates'in hatırlanmaya değer şeylerinin ahlak ve akla kılavuz olarak ele alınacağı bir zaman da gelecek ... türlü bilgece yaşam davranışlarının yolları Sokrates'e geri götürülüyor; aslında bu yollar, gerçekte değişik yaradılışların yaşam tutumlarıdır. Hepsi de usla, alışkanlıkla doğrulanıp belirlenerek bütün doruklarıyla yaşamdaki sevince, kişisel öze yöneltilmiştir.
* * *
Genel olarak antik felsefenin ve özel olarak Epikuros felsefesinin üç özelliği Gezgin'in anlaşılması için önemlidir. Birincisi, Pierre Hadot'nun harika Philosophy as a Way of Life'ının ( 1 995; La Philosophie comaniere de vivre, 2002; Yaşam Tarzı Olarak Felsefe) son zamanlarda bize hatırlattığı gibi, felsefenin nihai amacı ve meşruluğu antik dönemde teorik olmaktan ziyade pratikti. Felsefenin amacı özellikle kişinin "filozofça" yaşayarak eudaemonia'ya, yani mutluluğa nasıl ulaşabileceğini gösteren bir "bilgelik" yapısı vermekti. Bütün antik felsefe mutçuydu. Nietzsche'nin özel ilgi alanındaki Helen döneminde (İÖ 323'te İskender'in ölümü ile İÖ 146'da Roma'nın Yunanistan'ı ilhakı arası dönem) tüm farklı felsefe okulları, yani kinikler, stoacılar, Epikurosçular, şüpheciler ve diğerleri belli bir mutluluk tasavvuruna sahipti:
Mutluluğu her şeyden önce ataraksiya, bozulmaz sükunet, sakinlik, ruh huzuru olarak düşünüyorlardı. Daha da özel olarak -belki de dönemin düzensiz durumu sebebiyle- felsefe en iyi haliyle belirsiz ve genellikle düşman kader karşısında sükunetini koruma bilgeliğini keşfe yönelmişti: Terslikleri nasıl aşarız, ne olursa olsun ruhsal huzurumuzu nasıl koruruz?
Antik felsefenin ikinci önemli özelliği teorinin pratiğe, mutluluğa erişme amacına hizmet etmesidir. "Felsefe" sözcüğünün ta kendisi bunu gösterir: felsefe philo-theoria, teori sevgisi değil philosophia, bilgi-sevgisiydi (bana kalırsa bugün de öyle olması gerekir). Bunun anlamı felsefe ve amacı için teorinin gereksiz olduğu değildir kesinlikle. Örneğin Epikuros'a göre dünyamız, sonsuz boşlukta yaratılmış bir dizi dünyadan sadece birisiydi ve bu olgu üzerine tefekküre dalmak insani işlerin ruh huzurumuzu bozma yeteneğini azaltıyordu. Fakat bu durum insanın mutluluğu için muhtemel bir anlam taşımayan teorik soruların, uygun tabirle felsefenin bir parçası olmadığı anlamına gelir. Tüm antik filozofların üçüncü önemli ortak özelliği bir tür çileciliktir. Kişinin kaderi ne kadar kötü olursa olsun, mutluluğu garantilemek için tüm Helenistik filozoflar aynı stratejinin versiyonlarını önermişlerdir. Madem acı arzunun tatmin olmamasıdır, o halde (a) gereksiz olan (b) gerçekleşeceği belirsiz olan arzuların (mesela zenginlik, güç ya da şöhret arzusu) hepsinden vazgeçmek, en azından bunlara "yansız bakmak" önerilir.
Bu yüzden özellikle Epikuros, pozitivist dönemindeki Nietzsche gibi insanların en yüksek amaç olarak hazzın peşinde koştuğu ve koşması gerektiğini düşünmekle beraber, hazzın garantilendiği bir hayata ulaşmak için iki tür "tevazuyu" savunur (Lathe biosas! -Mütevazı yaşa!- sözünü Gezgin ile Gölgesi düstur edinmiştir). İnsan öncelikle duyusal iştahlarının tatmininde mütevazı olmalıdır: Nietzsche Epikuros'un tavsiyesini "duyusal hazlara sıklıkla dalmaktansa maneviyatın ve ruhun sevincini ara" diye tarif eder. İkincisi, insan toplumsal ihtirastan çekilme anlamında mütevazı olmalı, pazar yerinde aleni yaşamaktansa bir "bahçede" mahrem yaşam sürmelidir: "Bir bahçecik, birkaç incir, birazcık peynir, üç dört gönüldeş: işte Epikuros'un bolluğu ... " der Nietzsche. Epikuros huzurlu ve hoş yaşamak için bir nevi çileciliği savunsa da, onun keyifli bir yaşama ulaşma aracı olarak çileciliği -buna "mutçu çilecilik" de diyebiliriz- ile Schopenhauer'cı dünyayı inkarın ifadesi olarak çilecilik arasındaki ayrıma dikkat etmek önemlidir.
Bu "filozofça" yaşamı sürdürmek kolay değildir elbette, çünkü hem özdisiplin, tutkuların akılla disiplin altına alınması, hem de kendilikbilgisi, kişinin gerçekte hangi tutkuları ve arzuları olduğunun bilgisini gerektirir. Nietzsche'nin defterlerinde ifade ettiği kadarıyla, mutlu bir yaşam "alışkanlıklar yerine zeminler, dürtüler yerine niyetler" koymamızı gerektirir; bu hedeflere ulaşmak için de "inancın yerine bilgiyi" koymak gerekir.
* * *
Gezgin'in asıl arka planını oluşturan iki olgu arasındaki bağlantıyı görmek bu noktada mümkün hale gelir: Nietzsche'nin sağlık durumu ve Epikurosçu dönüş. Helenistik felsefenin mutçu olduğunu, terslikler karşısında sükunete ulaşmanın yollarını aradığını görmüştük. Ama Nietzsche'nin karşısına hep terslikler çıkıyordu: Gördüğümüz üzere, bedensel "ıstırabı" 1879'da en kötü noktaya ulaşmıştı. Bir başka deyişle, bedensel durumu, Yunan felsefesinin aşmak üzere tasarlandığı düşman kaderin ta kendisiydi. Bu da onu Epikuros terapisiyle tedavi edilecek örnek vaka haline getirmişti. Filologluğa başladığı günden beri beynine kazınan derin antik felsefe bilgisiyle, Epikuros gibi birine yüzünü çevirmesi neredeyse kaçınılmazdı. Nietzsche gençliğinde acının tesellisini dinde bulmuştu.
Wagnerci döneminde yarı-dinsel sanatta teselli bulmuştu; hatırladığı kadarıyla çokça "sanata ihtiyaç duyan" bir insandı. Ama 1879'da ne dinde ne de sanatta teselli bulabiliyordu. Üstelik çektiği acı on dokuzuncu yüzyıl tıbbının hafifletemediği bir şiddete ulaşmıştı. Demek ki dinin, sanatın ve tıbbın başarısız olduğu yerde manevi, felsefi "kendi kendine doktorluk" tek seçenek olarak kalmıştı.
Wagnerci döneminde yarı-dinsel sanatta teselli bulmuştu; hatırladığı kadarıyla çokça "sanata ihtiyaç duyan" bir insandı. Ama 1879'da ne dinde ne de sanatta teselli bulabiliyordu. Üstelik çektiği acı on dokuzuncu yüzyıl tıbbının hafifletemediği bir şiddete ulaşmıştı. Demek ki dinin, sanatın ve tıbbın başarısız olduğu yerde manevi, felsefi "kendi kendine doktorluk" tek seçenek olarak kalmıştı.
1879'daki defterleri Gezgin'in ortaya çıktığı dönemde halin böyle olduğunu gayet açıkça ortaya koyar. "Hıristiyanlığın tesellisi" artık "antikalaştığından", diye yazar, "antik felsefenin sunduğu teselli yolları bir kez daha yeni bir ışıltıyla öne çıktı" . Yine doğrudan kişisel bir tarzda -defterlerindeki bazı pasajlar felsefi düşünce taslaklarına benzediği gibi günlüğü de andırmaktadır- "tüm antik filozofların 'merhem' kutularına ve ilaç şişelerine ihtiyacım var" diye yazar; bu da onu kendisine yönelik bir buyruğa götürür: "Antik ol! "
Nietzsche sadece kendisi için kaygılanmamaktır elbette. Antik felsefenin üslubunu ve içeriğinin büyük bir kısmını kendini tedavi etme amacıyla benimsemesinin emsal olmasını amaçlamaktadır; başkaları da yaşadıkları özel terslik ne olursa olsun kendilerine terapiyi uygulayabilsinler diye onlarla iletişim kurmak istemektedir. Aksi takdirde defterlerinin mahremiyeti içinden Gezgin'in çıkmasının hiçbir anlamı olamaz.
11 Eylül'de Köselitz'e baskıya hazırlanacak el yazmasının yanında gönderdiği mektupta şöyle der:
35'inci yılımın sonuna geldim, ömrün yarısında "ölümle kuşatılmışım''. Sağlık
durumum yüzünden aniden ölme ihtimalini düşünmeliyim ... bu yüzden kendimi yaşlı
biri gibi hissediyorum, ama diğer yandan hayatımın eserini verdim ... Aslında hayata
dair gözlemlerimi şimdiden sınadım: Gelecekte çok kişi bunu yapacak. Uzayıp giden
ve acı veren sefalet ruhumu ürkütmedi, hatta hiç olmadığım kadar neşeli ve iyilik dolu
görünüyorum. Bu yeni duruma nasıl geldim? Birkaç istisnayla çoğu beni bezdiren insanlar
sayesinde değil. Bu yeni el yazmasını iyi oku, sevgili dostum, sonra da sefalet
ya da baskıdan izler görüp görmediğini sor kendine. Bence bulamayacaksın ve bu
da zayıflık ve tükenmişliğin değil, yeni bakış açısının gizli kuwetlerinin işaretidir.
Epikuros felsefesinin "gizilgüçlerini" kendisi üzerinde başarıyla "sınayan'', Eiser'e mektubunda tarif ettiği .... korkunç kaderine rağmen mutluluğa ulaşmış olan Nietzsche şimdi bu gizilgüçleri okurlarına iletmeyi istemektedir: "Acı çekenlerin Engadin'in dağ havasına geldiğini görüyorum," (yani St. Moritz sağlık merkezine) diye yazar. "Ben de hastalarımı kendi dağ havama gönderiyorum," diye devam eder, diğer bir deyişle onları Epikuros felsefesinin "destansı-idilik " havasına göndermektedir.
Gezgin ile Gölgesi
Gezgin ile Gölgesi'nin kendisine döndüğümüzde ve yukarıdaki arka plan üzerinden baktığımızda Epikuros felsefesinden ne kadar çok etkilendiğini gözden kaçırmak imkansızlaşır.
Her şeyden önce, Epikuros'ta felsefenin mutçuluk, kişisel özgürlük amacı taşımasının açıkça olumlandığını ve benimsendiğini görürüz. Bu kişisel yönelim Gezgin'i pozitivist öncellerinden ve olgunluk eserlerinden ayırır, zira bu eserler genellikle insanlığın refahıyla ilgilense de bireysel mutluluk tekniklerine ya çok az yer ayırır ya da hiç yer ayırmaz. Nietzsche şöyle der:
Aklımız başımızdaysa ilgilenmemiz gereken tek şey gönlümüzde sevince yer vermek
olmalı. Durun diye ekledi biri, akıl baştayken en iyisi bilge olmaya bakmalı.
Bir başka deyişle, mutluluk ağaçta yetişmediğine göre, philosophia, filozofun bilgeliğinin rehberliğinde geliştirilip yaygınlaştırılmalıdır. Üstelik ileride göreceğimiz gibi Nietzsche'nin mutluluk kavrayışı ile Epikurosçu ataraksiya özdeş değilse de, birinci ikinciyi en azından önemli bir unsur olarak içinde barındırır. Bu yüzden, evvelden gördüğümüz gibi, "gönüldeki sevinç", "kalbin yatışması'', "idilik ruh hali" ve "Epikuros'un mutluluk bahçesi"nin yanı sıra "ruhun teselli bulması " da mutlu kişiye uygulanabilir olması gereken sıfatlardır.
Felsefenin amacının mutluluğu artıracak bilgeliği sağlamak olması, Gezgin'e saf teorik felsefe paradigması açısından bakınca orada olmaması gereken içeriğin büyük bir kısmının varlığını açıklar. Yani eserin büyük bir kısmı büyük metafizik, epistemoloji, hatta etik sorularıyla alakasızdır, onun yerine gayet açık bir şekilde Lebensweisheit, "yaşambilgeliği" ya da bugün vereceğimiz adla
"yaşam koçluğu"yla ilgilidir.
"yaşam koçluğu"yla ilgilidir.
Nietzsche'nin yaşam koçu olarak öğütleri iki türlüdür: Kendinizle uğraşırken mutluluğunuzu nasıl artıracağınıza dair öğütler; başkalarıyla uğraşırken mutluluğunuzu nasıl artıracağınıza dair öğütler. Kişinin kendisiyle ilgili öğretisini şöyle belirtir: genellikle "en yakındaki"lere "iyi komşu" olmak, "her yanımda barışı" yaşamak ve "bana en yakın olanların hepsine iyi niyetle yaklaşmak "tır. Buradaki karşıtlık Hıristiyan metafiziğinin "en uzak şeyleri " olan cehennem, cennet, ölüm ve yargı konusundadır. "En yakın şeyler" beslenme ve sağlıkla ilgili olduğundan, Nietzsche'nin burada on dokuzuncu yüzyıl Alman materyalizminden etkilenmiş olması mümkündür ( 1866'da Friedrich Lange'nin Materyalizmin Tarihi'ni ,1866) okuyarak bu materyalizmle tanışmıştı). Alman materyalizminin ruhu Feuerbach'ın meşhur "insan ne yiyorsa odur", sözüyle özetlenebilir:
Daha tam bir ifadeyle, "insanların durumunu iyileştirmek istiyorsan onlara günaha karşı nutuk atacağına daha iyi yiyecek ver. İnsan ne yiyorsa odur."
Uzun yumurtaların daha lezzetli olduğunu, fırtınaların bağırsaklara iyi geldiğini, yemek zamanı odaklanarak konuşmanın ya da dinlemenin sindirime zarar verdiğini insanlar fark etmiyor, diye yakınır Nietzsche. İnsanlar bu mütevazı, gündelik şeylere dikkat etmiyorlar, halbuki bunlar birikince büyük önem kazanıyor, zira "hemen bütün fiziksel ve psikolojik kırılganlıklarımız" bu dikkat eksikliğinden kaynaklanıyor:
... Bir günü bölümlere ayırırken, sosyal ilişkilerde kime ne kadar zaman ayırmanın
daha keyifli olacağını saptarken ya da iş ve eğlence, buyurma ve itaat etme,
sanatı ve doğayı hissetme, yeme, uyuma ve düşünme anlarında ... bize neyin yararlı
ve neyin zararlı olduğunu bilmemek; gündelik olayların küçüğünü büyüğünden ayıramayıp
onlar üzerinde gözlem yapmada başarısız olmak -birçok insan için dünyayı
"gözyaşları vadisine" dönüştüren işte budur.
Defterlerinde "En Yakın Şeyler Öğretisi" başlığı altında "gün tasarımı (günü vakitlere bölüp kullanma), "yemek, arkadaşlık, doğa, yalnızlık, uyku, çalışma, eğitim ... hava ve atmosfer koşullarından yararlanma, sağlık, siyasetten uzak durma" diye ayırır. " Havanın kullanımı" Nietzsche'nin bir sonraki kitabı Tan Kızıllığı'ndaki bir sözle açıklanabilir belki; "ruh huzuru" evdeki ortamın havasına bağlıdır: Modern dünyanın karmaşıklıklarıyla uğraşılan telaşlı bir günün ardından, Alain de Botton'un Mutluluğun Mimarisi'nde (2007; The Architecture of Happiness, 2006) dediği gibi, insan belki de basit, ferah, serin ve sakinleştirici ev ortamına ihtiyaç duyuyordur belki de.
Nietzsche toplumun mayın tarlalarında dolaşıp başkalarıyla uğraşırken de kendisine ve bu arada bize bir dizi tavsiyede bulunur. Postacı insanın hayatına kabaca müdahalenin temsilcisi olduğundan, mektuplar sadece haftada bir kez açılmalı ve ardından banyo yapılmalıdır. (Bunun güncellenmiş versiyonu da sabah ilk iş e-postalara bakmaktan sakınmak, hatta başka insanlar gününe hakim olmasın diye birçok e-postayı silmek şeklindeki ofis bilgeliği olurdu.) Gerçek bir dinleyici olmaya çalışmak, yani kendi cevabını oluşturmaya çalışmak yerine söyleneni dinlemeye odaklanmak gerekir. Çok çalışıp eve eli boş dönmenin acısını duyanlardan uzak durulmalıdır. İnsan ödünç aldığı şeyi fazlasıyla iade etmelidir ki hem alacaklı kar ettiği için memnun kalsın hem de insan ilk başta borçlu olmanın aşağılanma hissinden kurtulabilsin (bu öneri Hesiodos'tandır). En cömert kişinin az önce çok onurlandırılmış ya da az önce karnını doyurmuş kişi olduğunu unutmamak gerekir...
* * *
Demek ki Gezgin için felsefenin amacı mutluluktur. Kitabın Epikuros felsefesini hem onaylayıp hem benimsediği ikinci alan da, iğnenin başında kaç melek dans eder türünde, hayatımızda hiçbir pratik anlamı olmayan soruları felsefeden kovmasıdır:
Geç antikçağın ruh yatıştırıcısı olan Epikuros, günümüzde bile hala çok ender rastlanan, maneviyatın sakinleştirilmesi için nihai ve en uçtaki kurumsal sorunların çözümünün hiç de gerekli olmadığı şeklindeki o harika kavrayışa sahipti. "Tanrı korkusu"yla inleyenlere, 'Tanrılar varsa bile biz onları ilgilendirmeyiz" demek yetiyordu ona: tanrılar var mı, yok mu gibi nihai bir soru hakkında verimsiz ve uzaktan tartışmalar yapmak yerine.
Epikuros'a göre, tanrılar var olsalar da insan işleriyle ilgilenemezler, çünkü ilgilenselerdi tanrı olma kavramının ta kendisine ait olan keyif hali bozulurdu. (Tanrılar asla korku filmine gitmez.) O halde ilahi gazaptan korkmamıza gerek yoktur: Tanrılar varsa bizimle ilgilenmezler, yoksalar zaten bizimle hiç ilgileri olmaz. Nietzsche'nin buradan çıkardığı ahlak dersi, cevapları hayatımızda bir değişikliğe yol açmayacak teorik sorulara karşı "kayıtsız" kalmamız gerektiğidir:
Ben şu soruları kastediyorum: İnsanın amacı nedir? İnsan Tanrı ile nasıl barışacak?
... ister idealist, ister maddeci, isterse gerçekçi olsunlar, felsefi dogmacıların
sorularına az da olsa biz de ilgi duyuyoruz. Onların her birinin ya da hepsinin amacı
bizi, tam ve mükemmel bir insan hayatı [için] inancın da, bilimin de gerekli olmadığı
hükmüne yönlendirmektir.
Nietzsche pasajın sonunda "en yakın" dünyanın, doğa dünyasının ötesinde bir "karanlıklar diyarı" olduğunu kabul eder, ama bununla kafamızı yormamız gerekmediğini söyler. Bir başka deyişle, Kant'ın iddia ettiği gibi, "en yakındaki" dünyanın salt "görüntü" olma ihtimalini, ötesinde çok farklı karakterde "kendinde" bir gerçeklik yatabileceğini bir kez daha kabul eder. Fakat Kant'ın bu görüşü doğru olsa bile hayatımızda kesinlikle bir fark yaratmayacağından, Arı Usun Eleştirisi'ni okumamıza gerek yoktur.
Fakat tıpkı Epikuros gibi Nietzsche de teorik bilginin kesinlikle felsefe için anlamsız olmadığını, ruh huzuruna giden önemli bir güzergah olabileceğini kabul eder. Bu yüzden, Epikuros'un zaman ve mekanın enginliğinde insani işlerin sönüp giden önemsizliği üzerinde tefekküre dalarak sükunete ulaşma öğüdüne paralel olarak, Nietzsche de insanlığın kendisine "varoluşun hedefi ve amacı" muamelesi yapmasına "alaycı bir kahkaha" atmayı öğütler. Bize gökbilimciler gibi olmayı önerir:
"Gerçekten de dünyadan uzak bir ufka sahip gökbilimciler, dünyadaki yaşam damlasının, muazzam varoluş ve yok oluş okyanusunun genel karakteri açısından bir önemi bulunmadığını ... anlatırlar. " Bu kadar uzun mesafeli bir görüş, geleneksel kendini-yüceltmenin bizi "kendini, orman varlığının hedefi ve ereği olarak gören karınca" gibi yaptığını anlamamızı sağlar. Nietzsche burada metafizik sonrası, pozitivist bir "ufkun" iyileştirici etkilerine işaret etmektedir: Dünyayı Tanrı'nın tetikte ve gazaplı gözlerinin önünde insan dramının oynandığı bir sahneden ibaret görme fikrinden vazgeçtiğimiz zaman, kendini-yücelten insanın "dünyanın komedyeni" olduğunu, Sartre'ın Tragedyanın Doğuşu'ndan devraldığı dille, "absürd" olduğunu görebiliriz. Bu da dertlerimizi küçültmemize ve ataraksiyaya ulaşmamıza yardımcı olur.
"Gerçekten de dünyadan uzak bir ufka sahip gökbilimciler, dünyadaki yaşam damlasının, muazzam varoluş ve yok oluş okyanusunun genel karakteri açısından bir önemi bulunmadığını ... anlatırlar. " Bu kadar uzun mesafeli bir görüş, geleneksel kendini-yüceltmenin bizi "kendini, orman varlığının hedefi ve ereği olarak gören karınca" gibi yaptığını anlamamızı sağlar. Nietzsche burada metafizik sonrası, pozitivist bir "ufkun" iyileştirici etkilerine işaret etmektedir: Dünyayı Tanrı'nın tetikte ve gazaplı gözlerinin önünde insan dramının oynandığı bir sahneden ibaret görme fikrinden vazgeçtiğimiz zaman, kendini-yücelten insanın "dünyanın komedyeni" olduğunu, Sartre'ın Tragedyanın Doğuşu'ndan devraldığı dille, "absürd" olduğunu görebiliriz. Bu da dertlerimizi küçültmemize ve ataraksiyaya ulaşmamıza yardımcı olur.
İnsani işlerde "gökbilimcinin" ufkuna erişmek gelip giden bir şeydir elbette. Dolayısıyla, sükuneti korumak için bir nevi tefekkür pratiği ya da manevi alıştırma olarak sürekli tekrarlanması gerekli olacaktır; Nietzsche buna manevi "jimnastik" adını verir. Bir diğer alıştırma da ölüm üzerine tefekkürdür. Ölümün kaçınılmazlığı dolayısıyla, der Nietzsche, "her yaşama biraz daha tatlı, güzel kokulu, hoppalık [leichtsinn -kelimesi kelimesine 'zihin hafifliği'] damlaları karıştırılmış olmalı " . Yine bu da bana Sartre'daki "absürdlüğün" iyileştirme amacıyla kullanılması gibi görünüyor: Ölümün tüm projelerimizi kaçınılmaz olarak kesintiye uğratacağını, engin oluş okyanusunda salt bir "dalga " olduğumuzu ve yakında yok olacağımızı bilmek takıntıyı -mesela ofis politikalarına kafayı takmaya yatkınlığımızı- yenmelidir. Manevi sağlık, absürdü ve dolayısıyla bir nevi stoacı mesafeyi daima aklımızda tutmamızı gerektirir, demektedir Nietzsche.
Ruhun sükunetine sadece tek kaynaktan tehdit gelir elbette: arzu ve heyecan, "tutkular" . O halde hem Epikuros'a hem Nietzsche'ye göre dinginlik özdisiplin gerektirir, akıl "tutkuları yenmelidir" , kişi ruhunu disiplin altına alıp rasyonel bir hayat planına sağlam bir şekilde tutunmalıdır.
Daha önce gördüğümüz gibi, Epikuros gerçekleşeceği belirsiz tüm "gereksiz" arzuların yarı-çileci elenmesini savunmaktadır, Nietzsche de öyle: Zorunlu ihtiyaçların [insani ihtiyaçların] yetersiz düzeyde de olsa elden geldiğince kendi kendine giderilmesi, ruhsal ve kişisel özgürlüğe giden yoldur. Kişinin ihtiyaçlarını başkalarının karşılamasına izin vermesi ise ... onu özgür olmamaya alıştırır. Sofist Hippias içine ve dışına giydiği her şeyi kendi elleriyle yaptı; bu davranışıyla, en yüksek düzeydeki özgürlüğe giden yolu tarif etmiştir.
Kendine hakim olmak, söylenmesi yapılmasından daha kolay bir şeydir elbette. Bu yüzden, Nietzsche "gökbilimcinin" bakış açısını benimseyip ölümlülük üzerine tefekküre dalmak gibi manevi alıştırmaların yanı sıra düzenli olarak nefsine hakim olma pratikleri tavsiye eder:
En gerekli jimnastik. - Küçük çapta kendine hakim olmanın eksikliği yüzünden, büyük çapta kendine hakim olma yeteneği ufalanır. Hiç olmazsa bir kez küçük bir şeyden yoksun kalınmayan her gün, kötü kullanılmıştır ve sonraki gün için tehlikedir:
Kişi kendinin efendisi olma keyfini sürmek istiyorsa bu jimnastik kaçınılmazdır.
Kendini tanımadan kendine hakim olmak mümkün değildir elbette; bu yüzden doğru "psikolojik gözlem", Gezgin'de de en az pozitivist öncellerindeki kadar büyük değer taşır. Fakat Nietzsche'nin böyle gözlemlerin değerini açıklamasında artık belirleyici bir adım atılarak "reelcilik (reealism) " fesatlığından, Ree'nin insan doğasına yönelik "küçültücü" "horgörüsü ve alaycılığından", ayrıca kayıtsız şartsız "bilimsel" hakikat peşinde koşmayı kendi başına bir amaç sayan "maço" fikirden uzaklaşılmıştır. Ahlakın "açımlanması" -bunu yapanlar asla küçük bir azınlıktan fazlası olmamalıdır- başlı başına bir amaç olduğu için ya da "karayı [ya da turnayı gözünden) vurmanın" sadistçe neşesi için onaylanamaz, "ancak daha iyi bilgi, yargı ve hayat uğruna " onaylanabilir.
Ruhun görünürdeki büyüklüğünün ardında "kendilerininkine benzeyen bir değersizlik" olduğunu göstermek isteyen "önemsiz" ve kinik ahlakçıların aksine (bu noktada insan Lou Salome araya girmeseydi bile Nietzsche ile Ree arasındaki kopuşun kaçınılmaz olduğunu görebiliyor), kendisi gibi ahlakçılar ruhun "yüce ve saf" hallerinin, "hakikaten iyi erkek ve kadınların" "varlığını reddetmez", ama kökenlerini ve karmaşıklıklarını sergileyerek bu halleri "açıklamaya" çalışır. Bir başka deyişle, Nietzsche'nin insani üstünlüğe dair "psikolojik gözlemlerinin" amacı gerçeği açığa çıkarmaktan çok, derinlemesine-psikolojik analiz yapmaktır.
Ruhun görünürdeki büyüklüğünün ardında "kendilerininkine benzeyen bir değersizlik" olduğunu göstermek isteyen "önemsiz" ve kinik ahlakçıların aksine (bu noktada insan Lou Salome araya girmeseydi bile Nietzsche ile Ree arasındaki kopuşun kaçınılmaz olduğunu görebiliyor), kendisi gibi ahlakçılar ruhun "yüce ve saf" hallerinin, "hakikaten iyi erkek ve kadınların" "varlığını reddetmez", ama kökenlerini ve karmaşıklıklarını sergileyerek bu halleri "açıklamaya" çalışır. Bir başka deyişle, Nietzsche'nin insani üstünlüğe dair "psikolojik gözlemlerinin" amacı gerçeği açığa çıkarmaktan çok, derinlemesine-psikolojik analiz yapmaktır.
Bu analizler önemlidir, çünkü tutkularımızı işleyip onlara hakim olmamız, böylece iyi ve mutlu ruh durumlarına ulaşmamız için her türlü sahte duygusallığı aşmamız, bu durumların gerçekte ne olduğunu net olarak anlamamız önemlidir. Tüm antik filozofların ısrarla belirttiği gibi, ancak insan "kendini tanıyorsa" iyi ya da mutlu olmayı umabilir.
***
Felsefesi Epikuros'unkinin bire bir tekrarı olsaydı Nietzsche, Nietzsche olmazdı elbette. Epikurosçu "mütevazı yaşam" buyruğundan ayrıldığı önemli bir nokta, kültürün yenilenmesi kaygısı, yeni bir toplum inşa etme misyonudur -bu inşa doğrudan siyasi eylemle değil küçük çaplı "manevi liderliğin" sessizce kullanılmasıyla gerçekleşecekti. Bildiğimiz gibi, Nietzsche'nin tasavvur ettiği mutluluğun temel öğelerinden biri hayatı birleştirici bir "görev", hayatı tanımlayan bir anlamdır ve kültürel yenilenme de -bütün kitaplarını yazdığı süre boyunca- onun kendi yaşam-görevidir. Geniş anlamda siyasi olan bu ihtirasın haşmeti Epikurosçu dikkat çekmeme öğüdünün, Epikuros'un siyasetten "içeriye göç" tavsiyesinin tam tersi gibi görünüyor bana . .. Nietzsche şöyle der:
Tutkularına egemen olan insan, dünyanın en verimli toprağını ele geçirmiştir:
ormanın ve bataklıkların sahibi olmuş bir kolonyalist gibi. Bastırılmış tutkuların toprağına iyi tinsel yapıtların tohumunu ekmek de sıradaki en acil görevdir. Tutkulara
egemen olmak yalnızca bir araçtır, hedef değil; böyle düşünülmezse, boş kalan
verimli toprakta her türlü yabani ot ve diken hemen bitiverir ve çok geçmeden her
zamankinden daha çok delicelerle dolar üzeri.
Bana kalırsa bu bir Epikuros eleştirisidir: Tutkulara felsefenin verdiği kılavuzlar doğrultusunda rasyonel hakimiyeti araçtan ziyade amaç olarak gören Epikuros'tur. Mutluluğun kendisi dışında bir "hedef" gerektirdiğini göremeyen odur. Mutluluk, Epikurosçu ataraksiya ötesinde bir şey olmalıdır; hayatı tanımlayacak bir görev gerektirir. Hatta hayatı tanımlayan bir görev yoksa ataraksiya da olamaz. Nietzsche'nin kendi görevi de yeni bir kültür inşa etmekti.
*
kitap: Julian Young / Nietzsche
ve bir de şu cümle var altını çizdiğim:
"Sağlık hiçbir zaman mağlup olmamış bir bakış açısıdır."
ve buradan Camus'un Sisifos Söyleni'ndeki bir cümlesine parantez:
"Erken ölüm tek kazanamamaktır."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder