Niçin Bu Kadar İyi Bir Yürüyüşçüyüm / Nietzsche


                Mümkün mertebe az oturmalı; açık havada yürürken doğmayan, şenliğine kasların da katılmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli. Önyargıların hepsi bağırsaklardan gelir. Daha evvel de söylediğim gibi, Kutsal Tin’e karşı işlenen esas günah yerinden
                                                     kıpırdamamaktır.
                                     
Friedrich Nietzsche, Ecce Homo

fotoğraf: Enis Batur / Sils Maria


“KOPMAK ZORDUR,” der Nietzsche, “bir bağı ortadan kaldırmak acı vericidir. Fakat çok geçmeden yerine yeni bir kanat çıkar.” Nietzsche’nin hayatı böyle ayrılmalardan, kopmalardan ve tecritlerden oluşacaktı: dünyadan, toplumdan, yoldaşlardan, meslektaşlardan, kadınlardan, arkadaşlardan ve ana babadan. Fakat yalnızlığın içine salladığı her kürek özgürlüğünün biraz daha derinleşmesinin işaretiydi: Hesap vermek yok, engel oluşturacak uzlaşmalar yok, görüşü açık ve tarafsız.

    Nietzsche yorulmak nedir bilmeyen hatırı sayılır bir yürüyüşçüydü. Sık sık yürüyüşten bahsederdi. Açık havada yürüyüş yapmak, Nietzsche külliyatının doğal bileşeni, yazarlığının da değişmez refakatçisiydi.

     Yakasını bırakmayan korkunç bedensel acılarına derman olsun diye başladığı uzun yürüyüşler ve içine girdiği büyük yalnızlık Nietzsche’nin kaderini çizecektir. Bedelini saatler süren ıstırapla ödediği dünyevi uyarıcılardan, taleplerden ve tahrik unsurlarından kaçmak... Dikkatini şakaklarındaki çekiç darbelerinden uzaklaştırmak, onları dağıtmak ve unutmak için uzun uzun yürümek...

    Nietzsche yüksek dağların çetin arazi yapısının ya da Güney’in taşlı yollarının hoş kokan kuraklığının büyüsüne henüz kapılmamıştır. Daha çok göl kıyılarında (Carilvon Gersdorff’la birlikte Leman Gölü’nde günde altı saat) yürüyüp, ormanların gölgesine dalmaktadır (Kara Orman’ın güneyinde kalan Steinabad’daki köknar ormanları:

 “Ormanlarda bolca yürüyorum ve muazzam sohbetler yapıyorum kendimle”

    1877 Ağustos’unda Rosenlaui’de münzevi hayatı yaşadığı sırada şöyle yazar:

“Keşke bir yerlerde bunun gibi küçük bir evim olsaydı; günde altı-sekiz saat yürüyerek, eve döndüğümde sayfalara aktaracağım düşüncelerle doldururdum aklımı"

 Fakat hiçbiri sonuç vermez. Ağrılar çok şiddetlidir. Tek bir migren atağı onu günlerce yatağa bağlamaya yeter, acı dolu istifra krizleri yüzünden bütün gece gözüne uyku girmez. Gözleri ağrır, görme yetisi zayıflamaya başlar. 1879 Mayıs’ında üniversiteye istifa mektubunu sunar.

İstifasıyla birlikte yaşamının 1879 yazından 1889’un ilk günlerine dek süren on yıllık üçüncü perdesi açılır. Nietzsche bu dönemde gayet mütevazı bir hayat yaşamasına, küçük otellerde kalmasına, onu dağlardan denize denizden dağlara taşıyan tren yolculuklarına, bazen de Peter Gast’ı ziyaret etmek için Venedik’e gitmesine olanak veren üç küçük emekli maaşıyla geçinir. O eşsiz efsanevi yürüyüşçüye dönüşmesi de aynı döneme rastlar.

 Nietzsche yürür, başkaları nasıl çalışıyorsa o da öyle yürür. Yürürken çalışır.
    
Yukarı Engadin dağını daha ilk yazında keşfeder, ertesi sene de köyünü, Sils-Maria’yı bulur. Buraların havası temiz, rüzgarı sert, ışığı keskindir. Boğucu sıcaklardan nefret ettiği için, çöküşe kadar bütün yazları (Lou yılı dışında) burada geçirecektir. Arkadaşları Overbeck ve Köselitz’e tabiatını, parçasını keşfettiğini; annesine de “yarı kör olmuş ben, temenni edebileceğim en güzel yolları, kuvvet veren en iyi havayı buldum,” diye yazar (Temmuz 1879). Buranın doğasıyla “bir kan bağı, belki daha da fazlasının” olduğunu hissetmiştir.

    O ilk yazdan itibaren günde sekiz saat yalnız başına yürür ve Gezgin ve Gölgesi'ni yazar.

"Birkaç satır dışında hepsi yolda düşünüldü ve kurşun kalemle altı küçük deftere karalandı."

Nietzsche kışı başta Cenevre ve Rapallo Körfezi, sonra da Nice gibi Güney kentlerinde geçirir:

 (“Sabahları ortalama bir öğleden sonraları üç saat hızlı adımlarla hep aynı yolda yürüyorum. Bu yol tekrarları katlanılır kılacak kadar güzel,” Kasım 1888),

 Menton’a ise bir sefer gider:

Sekiz tane yürüyüş yolu buldum»” (Kasım 1884).

Tepeler yazı kürsüsü olur, denizse görkemli çatısı:

“Deniz ve alabildiğine gökyüzü! Bunca zaman ne diye işkence etmişim kendime! (Ocak 1881).

    Açık havada dünyaya ve insanlara yukarıdan bakarak yürürken yazar, hayal kurar, keşfeder, kendinden geçer, buldukları karşısında ürker, altüst olur ve aklına gelen fikirlere kapılır.

     "Duygularımın yoğunluğu beni aynı anda hem güldürüyor hem de ürpertiyor (birkaç sefer gözlerimin kızarmış olması gibi gülünç bir sebepten odamdan çıkamadım), neden mi? önceki gün uzun yürüyüşlerim sırasında çok ağladım, ama öyle içli gözyaşları değil, salına salına şarkılar söyleyerek sevinç gözyaşları döktüm, bugünün insanları karşısındaki ayrıcalığımı gösteren yeni bir bakış kazandım."

Nietzsche aralarında Tan Kızıllığı, Ahlakın Soy Kütüğü Üzerine, Şen Bilim, İyinin ve Kötünün ötesinde ve, unutmadan, Böyle Söyledi Zerdüşt'ün bulunduğu en önemli eserlerini bu on yıl zarfında yazar. Keşiş olur:

keşişe dönüşmüş buldum kendimi yeniden, günde on saat keşiş adımlan atıyorum,”
 (Temmuz 1880)

 münzevi» gezgin olur.

Yürüyüş burada Kant’taki gibi işe ara vermek ya da oturmaktan kamburu çıkmış, iki büklüm olmuş vücuda yapılan asgari bir temizlik değildir. Nietzsche çalışmak için yürümek zorundadır. Dinlenmenin, hatta refakatçisi olmanın bile ötesinde, Nietzsche’nin tam olarak parçasıdır yürüyüş.

    "Sadece kitaplar arasında düşünebilenlerden, aklını kitapların dürtüklemesini bekleyenlerden değiliz biz. Bizim ethosumuz açık havada, tercihen yolların bile tefekküre daldığı ıssız dağlarda veya deniz kıyılarında yürüyerek, sekerek, tırmanarak, dans ederek düşünmektir."




Onca insan kitaplarını sadece başka kitapları okuyarak yazmıştır; o kitapların pek çoğu havasız kütüphanelerin kokusunu taşır. Bir kitabı neye dayanarak değerlendiririz? Kokusuna göre (ileride göreceğimiz üzere, ritmine göre hatta). Kokusuna göre, zira bir dolu kitabın üstüne okuma salonlarının veya masalarının o küf kokusu sinmiştir. Havasız, ışıksız odalar... Rafların arasına doğru düzgün nüfuz edemeyen hava bir de küfle, usul usul çürüyen kağıtların kokusuyla ve mürekkepteki kimyasal değişimle ağırlaşır. Buraların havası zehir yüklüdür.

   Bazı kitaplarsa ferah havayı solur; dışarının zindeleştiren havasını, ulu dağların rüzgarını, göğe uzanan sarp kayalıkların zangırdatan buz gibi soluğunu ya da çamların arasından geçen Güney yollarının taze ve serin sabah esintisini. Bu kitaplar nefes alır. Mağrur, ölü bir bilgeliğe bulanıp ağırlaşmamışlardır:

"Yazarın fikirlerinin aklında nasıl belirdiğini; fikirlerin mi  mürekkep hokkasının başında, karnı sıkışmış, kafası sayfalara gömülmüş hâldeyken mi gelip gelmediğini çabucak anlarız ki bu durumda kitabıyla alakamızı da çabucak keseriz? Kasılmış bağırsaklar kendini hızla ele verme konusunda -bundan hiç şüpheniz olmasın- ağır havadan, alçak tavanlardan ve dar odalardan geri kalmaz."

          Farklı bir ışık arayışı da vardır. Kütüphaneler her daim çok karanlıktır. Yan yana dizili kim bilir kaç ciltten oluşmuş tepeler, yığınlar ve yüksek raflar; hepsi de ışığın içeri girmesini engellemek üzere bir araya gelmişlerdir.

  Bazı kitaplar dağların keskin ışığını veya denizin güneşli pırıltılarını yansıtır, özellikle de renkleri... Kütüphaneler de, orada yazılan kitaplar da gridir. Alıntılarla, referanslarla, dipnotlarla, sayısız çürütmelerle dolup taşarlar.

  Yazarın bedenini getirin aklınıza: ellerini, ayaklarını, omuzlarını, bacaklarını. Kitapları fizyolojinin ifadesi olarak düşünün. Pek çok kitapta oturup kalmış, kamburlaşmış, iki büklüm olmuş, masanın üstüne büzülmüş bir bedenin varlığını hissedebilirsiniz. Yürüyen bir beden kıvrımsızdır, yay gibi gergindir; güneşe maruz çiçek gibi, çıplak gövdesi, gergin bacakları, ince kollarıyla maruzdur engin boşluğa.

     "Bir kitabın, bir insanın veya bir müzik kompozisyonunun değerini anlamaya yönelik ilk sorumuz şudur: Yürüyebiliyor mu?"

Duvarların arasında hapsolmuş, sandalyelerine çakılıp kalmış yazarların kitapları hazmedilmeyecek kadar ağırdır. Masada duran diğer kitapların derlemelerinden doğarlar. Bu kitaplar semiz kazlara benzer: Alıntılarla beslenmiş, referanslarla doldurulmuş, dipnotlarla oldukları yere çökmüşlerdir. Gülle gibidirler, obezdirler, sıkıcıdırlar ve güçlükle, yavaş yavaş okunurlar. Satırların başka satırlarla karşılaştırılması ve başkalarının zaten etraflıca anlattıkları hakkında yazanların söylediği şeylerin tekrar edilmesiyle ortaya çıkan, başka kitaplardan oluşan kitaplardır bunlar. Doğrular, açıklığa kavuşturur ve düzeltirler; bir cümle bir paragrafa, koca bir bölüme dönüşür. Bir kitap, bir başka kitaptaki tek bir cümle üzerine yazılmış yüz kitabın yorumu olmuştur.

   Oysa eserini yürürken yaratan yazarın böyle prangaları yoktur; düşüncesi başka ciltlerin kölesi değildir, doğrulamalarla hantallaşmamış, başkalarının düşünceleriyle ağırlaşmamıştır. Başkalarının açıklamalarını ihtiva etmez; sadece düşünce, muhakeme ve karardan ibarettir. Hareketten, dürtüden doğan bir düşüncedir. Onda bedenin esnekliğini, enerjisini, dansın ritmini duyumsarız. Düşünce, kültür ve geleneğin yarattığı karmaşalardan, belirsizliklerden, engellerden ve kalıplardan azadedir, sadece şeyin kendisi hakkındadır. Ortaya uzun, kılı kırk yaran eleştirel bir yorum değil, hafif ama derin düşünceler çıkacaktır. Asıl zorluk işte budur: Düşünce ne kadar hafifse o kadar çok yükselir ve kanaatin, takdirin, yerleşik düşüncenin dipsiz bataklığından hızla uzaklaşarak derinleşir. Kütüphanelerde doğan kitaplarsa ağır ve sığdır ve birer kopya seviyesinde kalırlar ancak.

   Yürürken düşünmek, düşünürken yürümek; sonra da yazmayı kısa bir mola ânına indirgemek, yürüyen bedeni geniş, açık mekanları seyreylerken dinlenmeye bırakmak gibi...

   Bu durum bizi Nietzsche’nin ayağa düzdüğü methiyeye götürür: Sadece elimizle yazarız evet, ama “sadece ayağımızla” iyi yazarız. Ayak mükemmel, hatta belki de en sağlam tanıktır. Okurken öncelikle ayak “kulak kesiliyor” mu, buna dikkat etmemiz gerekir çünkü Nietzsche’ye göre ayak işitir. Zerdüşt'ün ikinci dans şarkısında okuruz bunu: “Ayak parmaklarım dinlemek için dikiliyorlar çünkü bir dansçının kulakları ayak  parmaklarındadır"; okurken keyiften titriyorsa, derhal dışarıya dansa davet edildiğindendir. Bir müzik eserinin kalitesini anlamak için ayağa güvenmelidir insan. Müzik eserini dinlerken ayak ritme uymak, zıplamak istiyorsa bu iyiye işarettir. Müzik hafifliğe davettir. Bu açıdan Wagner’in müziği ayağı bunalıma sokar; ayak paniğe kapılır, ne yapacağını şaşırır. Daha da fenası bitkinleşir, sürüklenmeye, bir o yana bir bu yana dönmeye başlar ve öfkelenir.

  Nietzsche’nin son metinlerinde dile getirdiği üzere, Wagner dinlerken dans etme isteği duymak mümkün değildir, çünkü müziğin girdabında, bulanık dalgalarında, dağınık arzularında boğulur insan.

       "Bu müzik etkisini hissettirmeye başlar başlamaz nefes almakta zorlanıyorum... ayağım sinirlenip başkaldırıyor. Tempo tutmak, dans etmek, uygun adım yürümek istiyor ayağım. İyi bir yürüyüşün... yarattığı esrimeyi bekliyor müzikten."


   Nietzsche gökyüzüyle, denizle, buzullarla yüz yüze olan hareket hâlindeki bedenin, tasavvurunda uyandırdığı her şeyi şurada burada karalayarak her gün yürüyordu. Ben bu yürüyüşlerin yukarı doğru yapıldığını düşünürüm hep. “Ben,” der Zerdüşt, "bir gezgin ve dağcıyım; düzlüklerden hoşlanmam ve görünüşe göre uzun süre kıpırdamadan oturamam. Beni bekleyen kader her neyse, yaşayacak daha neyim varsa, yürümek ve dağa tırmanmak olacak içinde: kişinin tecrübe edeceği şey nihayetinde hep kendidir.” Nietzsche için çıkmak, tırmanmak, yükselmek demektir yürümek.

   1876’da Sorrento’dayken günlük yürüyüşlerini kasabanın arkasında yükselen dağların patikalarında yapardı. Nice’ten yola çıkıp Eze adındaki küçük köye giden sarp patikayı tırmanmayı severdi; orada neredeyse tam tepesinden bakardı denize. Sils-Maria’dan yüksek vadilere çıkan yolları izlerdi. Rapallo’da Monte Allegro’ya (“bölgenin başlıca zirvesi”) tırmanırdı.

   Gerard de Nerval'e göre, ormanlardaki patikalar -düz labirentler- ve alçak düzlükler; “yürüyen bedeni” uysallığa, rehavete davet eder ve anılar sis gibi usul usul zuhur ederler. Nietzsche’de hava çok daha zinde, bilhassa keskin ve berraktır. Düşün zehir gibidir; beden hem uyanıktır hem de tir tir titrer. Dolayısıyla akla uyuşuk uyuşuk üşüşen anılar yerine, muhakeme söz konusudur: teşhisler; keşifler, ara cümleler; hükümler.

   Tırmanan beden güç harcar; sürekli baskı altındadır. İrdeleme hâlindeki düşüne yardım eder, biraz daha ileriye, biraz daha yükseğe iter onu. Enerjiyi heba ederek değil, enerjiyi harekete geçirerek ilerlemek, ayakları yere sağlam basıp bedeni yavaşça kaldırmak, sonra da dengeyi yeniden tutturmak önemlidir. Düşünde söz konusu olan, çok daha inanılmaz, duyulmamış, yeni bir fikre ulaşmaktır. Yani önemli olan irtifa kazanmaktır. Bazı düşünceler düzlüklerin ve kederli kıyıların altı bin adım yukarısında akla gelir sadece.

             “İnsanın ve zamanın altı bin adım ötesinde.” 

O gün Silvaplana gölü kıyısındaki ormanda yürüyordum; Surlei yakınlarındayken, piramit misali yükselen kocaman bir kaya kütlesinin yanında mola verdim, işte bu düşünce o an geldi aklıma"



       Dünyanın ayaklarının altında kıpırdandığını bilmek. Suave turba manga..... nasıl da güzeldir berrak, buz gibi havada durup, aşağılardaki uzak bir noktada çürüyen hareketsiz kalabalığı fark etmek... Ama hayır, Nietzsche’nin asil bakış açısında böylesine kibirli bir küçümseme olur mu hiç?

         Bunun da ötesinde, düşünmek için bağımsız bir bakış açısına, belli bir mesafede bulunmaya ve temiz havaya ihtiyaç vardır. Daha incelikli düşünmek serbestlik ister. O zaman ayrıntıların, tanımlamaların, kesinliklerin önemi kalmaz. Önemli olan, insanların alınyazısının gözler önüne serilmesidir. Yükseklerden bakılınca manzaradaki devinimler, tepelerin çizgileri görülebilir. Tarih de böyledir: antik dönem, Hıristiyanlık, modern çağ... Arketipler, kişilikler ve öz bağlamında ne üretmiştir bunlar? İnsan burnunu tarihlere, olaylara gömdüğü anda, her şey kişinin kendi özgünlüğünün içine sıkışır. Oysa kurgulamaya, mitlere, ortak kaderler inşa etmeye ihtiyaç vardır.

     Yaşlı uygarlığımıza karşı doğru düzgün bir bağımsız bakış açısı kazanabilmemiz için daha çok yol almamız gerek, yavaşça, ama hep daha yukarıya.

 Yolun kendisi kadar belirgin bir şey vardır, o da yerlerinde oturanların aptalca aldırışsızlığı değil, Nietzsche’nin her zaman kendi sorunu addettiği merhamettir (“Çocukluğumdan beri "acımak en büyük zaafım" lafını teyit edip durdum,” Eylül 1884).

İnsanların kendilerinden yoksun oldukları için ayinler ya da eğlencelerle oyalanmalarına, hüzünlü suretlere bürünmelerine, benzerleri tarafından onaylanma ihtiyaçlarına duyulan merhamettir bu. Halbuki yukarılardan, bağımsız bir bakış açısıyla bakıldığında insanı neyin hasta ettiği anlaşılır: yerleşik ahlakın zehri. Bu uzun mu uzun yürüyüşlerde bir yamaç aşıldığında yeni bir manzara belirir bir anda. Harcanan gücün, uzun tırmanışın ardından beden etrafına şöyle bir döner ve ayaklarının altına serili sonsuzluğu görür veya yolun kıvrılmasıyla birlikte bir dönüşüme şahit olur: Bir dağ dizisi, bir görkem vardır uzanmış bekleyen.

   Bir dolu özlü sözün kaynağı, perspektifteki bu ani değişikliklerin, beklenmedik anda başka bir şeyle karşılaşmanın, ve kişinin kendine özel yeni bir manzara keşfetmesinin yarattığı sevinçtir.

   Velhasıl Bengi Dönüş’ün yürüyüş deneyimine borcundan bahsetmek icap eder; tabii Nietzsche’nin uzun gezintilerini tanıdığı yollarda, tekrar tekrar yürümekten hoşlandığı yön tabelalı patikalarda yaptığım da göz önünde bulundurarak. İnsan görmeyi beklediği görüntünün ortaya çıkacağı dönemece ulaşmak için uzun uzun yürür, oraya vardığındaysa manzara hep titreşir. Bu titreşim yürüyenin bedeninde tekrar eder kendini. Akort edilmiş iki tel gibi titreşip duran, birbirlerinin titreşiminden beslenen iki mevcudiyetin ahengi sonsuz kez baştan tanışmak gibidir.

   Bengi Dönüş, bu iki olumlamanın tekrarının sürekli bir döngü içinde açıldıkça açılması, mevcudiyetlerin titreşiminin döngüsel dönüşümüdür. Yürüyenin manzaranın hareketsizliği karşısındaki hareketsizliği.... sonsuz değiş tokuş döngüselliğinin doğmasını sağlayan bu müşterek mevcudiyetin yoğunluğudur. Ben her zaman buradaydım, yarın da bu manzarayı seyrediyor olacağım.

Fakat Nietzsche 1880’lerin ortasında artık eskisi gibi yürüyemediğinden şikayet etmektedir. Sırtı ağrıdığı için koltukta uzun süre arkasına yaslanarak oturmak zorundadır. Yine de yürümekte ısrar eder; fakat yürüyüşleri kısalmıştır. Hatta zaman zaman yanına refakatçi de alır. “Sils’in keşişi” diye anılan adam kendisine hayran genç kadın muhafızlarla yürüyüşe çıkmaktadır artık: Eğitimci Olarak Shopenhauer’ı tercüme eden Helen Zimmern, ona yöredeki asillerin büyük desteğini sağlayan genç aristokrat Meta von Salis, öğrenci Resa von Shirnhofer ve felsefeye henüz uyanmış Helene Druscowitz...
    
Gezintiler eskisi gibi değildir, yalnızlık azalmıştır. Nietzsche etrafı kültürlü kadınlarla çevrili görgülü, nazik beyefendiyi oynamaktadır. Onları Bengi Dönüş aydınlanmasını yaşadığı kayaya götürüp Wagner’le arkadaşlığının sırlarını anlatır kederle.
    
Sonra ıstırap yavaş yavaş bir kez daha yakasına yapışır: 1886’dan itibaren, kronikleşen migren ağrılarından yakınmaya başlar. İstifra krizleri de yeniden baş gösterir. Her kısa gezintinin ardından kendine gelmek için birkaç güne ihtiyaç duymaktadır. Yürüyüş biraz uzun sürdüğünde, yorgunluğu günlerce devam etmektedir.

    Şehirlerden gittikçe daha çok tiksinir olmuştur; ona göre şehirler kirli ve pahalıdır. Kışın Nice’te kalırken, güneye bakan odaların fiyatını karşılayacak parası olmadığından soğuktan mustarip olur. Sils’te geçen yaz aylarında hayatı çok kötü bulur. Venedik de bunaltıcı gelir ona. Durumu kötüleşmektedir.

   Son bir dönüşüm vardır geçirilecek. Hayatının son perdesi bir yenilenme şarkısı, bir neşeye övgü olarak açılır.

   Torino’yu ilk 1888 Nisanında keşfeder. Bir çeşit aydınlanma yaşar: Şehir “hem ayaklara hem de gözlere” hitap eder “nasıl güzel kaldırımlar onlar Öyle!” Po kıyısında yaptığı uzun yürüyüşler aklını başından alır.

   Sils’te hiç olmadığı kadar korkunç geçen son bir yazın ardından (“dinmek bilmez ağrılar, hiç durmadan kusmak”) Eylül'de Torino’ya döner ve aynı mucizeyle karşılaşıp neşesi yerine gelir.

   Ani mutluluğu beraberinde muazzam bir sağlık getirir. Bütün rahatsızlıkları mucizevi bir şekilde yok olur. Bedenini artık sadece bir hafiflik, bir coşku olarak duyumsamaktadır. Hızlı ve verimli çalışır. Göz ağrıları geçer, midesi her şeyi kaldırır. Birkaç ay içinde yıldırım hızıyla bir sürü kitap yazar. Tutku dolu yürüyüşler yapıp, akşamları da “değerleri yeniden değerlendirecek” dört yapıtı için notlar biriktirir.

   Joseph Burkhardt 1889’un başlarında Nietzsche’den 6 Ocak tarihli bir mektup alır. Mektubu okuyunca telaşlanır çünkü bu sözler aklını kaçırmış birine, bir deliye aittir (“Neticede Basel’de hoca olmayı Tanrı olmaya yeğlerdim, ancak bencilliği, dünyayı yaratmaktan vazgeçme noktasına götürme konusunda şüpheye düştüm”).

   Ocak’ın o ilk haftasına ait diğer mektuplar da aynı durumu gözler önüne serer: Nietzsche mektupları Dionysos veya “Çarmıha Gerilen” diye imzalamıştır (“Bir kere keşfettin mi, kolayca bulursun artık beni; bundan sonraki zorluk beni kaybetmek olacaktır”).

   Burkhardt hemen Overbeck’e haber verip Overbeck de alelacele Torino’ya gider ve Nietzsche’yi Davide Fino’nun evindeki kiralık odasında bulur.

    Ev sahipleri şaşkındır çünkü Nietzsche iyice kontrolden çıkmıştır. Sahibinden dayak yiyen bir atın boynuna sarılıp uzun uzun ağlamıştır. Anlaşılmaz sözler geveleyerek etrafa bakmakta, geiıp geçenlere vaazlar vermekte, cenazelere gidip ölünün kendisi olduğunu söylemektedir:
   
 Overbeck odaya girdiğinde Nietzsche’yi bitkin bir halde büzüştüğü koltuğunda dehşetli gözlerle son kitabının baskısına bakarken bulur. Nietzsche gözlerini kaldırıp  eski dostunu görünce şaşkınlıkla ayağa fırlayıp boynuna sarılır. Onu tanımıştır. Ağlamaya başlar. “Sanki görüyordu,” diye yazar Overbeck daha sonra, “sanki ayaklarının altında açılan uçurumu görüyordu”

    Sonra tekrar koltuğuna oturup büzüşür. Artık ulaşılmazlık mevkiindedir; sanki prenstir de herkes ona saygı göstermelidir. Nietzsche tren istasyonuna gitmesi için ikna edilir, yolda avazı çıktığı kadar bağırır, çığlık çığlığa şarkılar söyler. Delirmiştir. Overbeck, Ekselanslarının, onuruna verilen bir resepsiyona katılması gerektiğini söyleyerek onu Basel’e götürmeyi başarır.

    Nietzsche, Basel kliniğine yatırılır fakat iyileşme belirtisi gösteremeden Jena’ya nakledilir. Sonunda annesi onu Naumburg’daki evlerine götürür ve ömrü yettiğince onunla sadakatle, sabırla ve sevgiyle ilgilenir. Yedi yıl boyunca onu yıkar, teselli eder, dolaştırır, gece gündüz başında bekler, ona bakar.

    Nietzsche gitgide sessizliğe gömülür, konuştuğundaysa tutarsız sözler sarf eder. Bölük pörçük cümleleri anlamsızdır. Düşünemez olmuştur artık. Yine de bazen piyanonun başına geçip doğaçlama yapar. Migren ağrıları ve gözlerindeki acı dinmiştir.
    
Annesi ona bir tek uzun yürüyüşlerin iyi geldiğini fark eder ama bu hiç de kolay değildir zira Nietzsche yoldan gelip geçenlere takılmakta, ortalık yerde böğürmektedir. Çok geçmeden annesi gezintileri kısa tutmaya başlar çünkü kırk dört yaşındaki oğlunun ayı gibi böğürmesinden veya rüzgara sövüp saymasından utanmaktadır. Arada bir akşamüstü etrafta kimseler yokken oğlunu dışarı çıkarır ki kimseyi rahatsız etmeden çığlık atabilsin.
   
Ancak kısa süre sonra bedeni Nietzsche’ye ihanet eden felç artık yavaş yavaş ele geçirir ve Nietzsche kendini tekerlekli sandalyede bulur. Saatler boyunca bir sağ bir sol eline veya bir şeyler mırıldanarak ters tuttuğu kitaplara bakan, insanlar etrafında dört dönerken o biçare hâlde sandalyesinde oturur. Yeniden bir çocuk olmuştur. Annesi onu tekerlekli sandalyeyle verandada dolaştırır. 1894’ün sonbaharıyla birlikte yakınları, yani annesi ve kız kardeşi hariç kimseyi tanımaz olur; tükenmiştir, gözlerini ellerine dikerek kımıldamadan oturur sadece. Binde bîr, “Her şeyin sonunda, ölüm”; “Atları ortalığa saçmıyorum”; “Işık kalmadı” gibi cümleler kurar.

   Çöküş yavaş ama kaçınılmazdır. Çukura kaçmış gözlerinin feri son sürat söner.

   Nietzsche 25 Ağustos 1900’de Weimar’da hayatını kaybeder.

  " Muhtemelen gelecekteki insanlar için bir kaçınılmazlık, onların kaçınılmazı olacağım - dolayısıyla bir gün dilsiz kalmam kesinlikle mümkün, hem de insanlığın hatırına!!!"


*
Yürümenin Felsefesi
Frederick Gross

1 yorum: