Nietzsche'nin Devlet'i



SAVAŞLARDAN VAZGEÇEBİLİRSEK İYİ OLACAK. SİLAHLI AVRUPA BARIŞININ YILLIK MALİYETİ OLAN ON İKİ MİLYARI DAHA YARARLI BİÇİMDE KULLANMANIN YOLUNU BİLİYORUM.

 KISACASI: ESKİ TANRI ORTADAN KALDIRILDIĞINA GÖRE BEN HAZIRIM DÜNYAYI YÖNETMEYE.




Acımasızca, tereddütle ve alınyazısı kadar korkunç büyük görev ve soru yaklaşıyor, dünya bir bütün olarak nasıl yönetilecektir? Ve “insan" bir bütün olarak— ve artık bir halk, bir ırk olarak değil— hangi amaçla yetiştirilecek ve eğitilecektir? 

...

Bir halkın “hak, vizyon, liderlik yeteneği vs. azınlığa aittir” şeklinde hissetmesine göre oligarşik ya da demokratik bir hükümete sahip olacaktır.

Monarşi, mutlak şekilde üstün, bir lider, bir kurtarıcı, yarı Tanrı olan bir insana inancı temsil eder.


Aristokrasi, elit bir insanlığa ve daha yüce bir kasta inancı temsil eder.


Demokrasi, büyük insanlara ve elit bir topluma inançsızlığı temsil eder: “Herkes herkese eşittir” ‘Temelde hepimiz biriz ve hepimiz kendini arayan sığırlar ve avam takımıyız.”


...

OLdukça naif bir biçimde "iyiyi, gerçeği ve güzeli" hayal ettiği için sosyalizme (—anarşizm de aynı ideali arzular, ama daha şiddetli bir tarzda);

Sürü hayvanlarının efendi olmasını sağlayan araçlar olduğu için, parlamenter hükümete ve basına karşıyım.


...

Halkın silahlanması nihayetinde ayaktakımının silahlanmasıdır. 

***

 Nietzsche'nin bir taraftan "estetik faşizm" görüşü diyebileceğimiz bir düşünceye sahiptir. Az sayıdaki "Olimposlu insana " ait "sanat dünyası" "hayatı boyunca cefa çeken insanların sefaletini " gerektirir.  "Piramit şeklindeki" toplum köle için sömürü ve sefaletten başka bir anlama gelmez, ama bunun önemi yoktur, çünkü sadece dahinin hayatı değerlidir -doğa dahi sayesinde en yüce hedefine ulaşır ... Ama Nietzsche öte yandan şunu da kabul etmemizi ister: Üstüyle hukuki ve etik ilişkisi içsel bakımdan sağlam ve hassas olan ortaçağ sertini görmenin üzerimizde ne kadar yüceltici bir etkisi vardır; onun dar varoluşu tüm dış etkilerden korunmaktadır -ne kadar yüceltici ve ne kadar yüz kızartıcı.

Buna, "sadece-üstinsan-hesaba-katılır" görüşü diyorum. Pek çok yorumcu açısından Nietzsche'nin gençliğindeki eserlerden bazılarında ima edilir gibi olan bir düşünce değil, olgun felsefesinin bağrındaki bir düşüncedir bu. Ama ben böyle bir yorumu reddediyorum.

***

"İnsanlık tekil büyük adamların üretiminde sürekli çalışmalıdır -başka hiçbir görevi yoktur."

 "Büyüklüğü" insan ile hayvan arasındaki farkı azami ölçüde vurgulamak olarak tasavvur ettiğinden, "büyük" birey geistige [maneviyat sahibi entelektüel] bir kişi olmalıdır, bir başka deyişle aşağı yukarı filozof, sanatçı ya da aziz olmalıdır.) Bunun niçin başta gelen görevimiz olduğunu açıklarken de bu kez şatafatlı metafiziğe değil biyolojiye başvurur:

Hayvan ya da bitki dünyasından herhangi bir türün gözlemlenmesinden çıkarılabilecek
dersleri topluma ve toplumun hedeflerine uygulayası geliyor insanın: Türün tek
kaygısı en iyi tekil örnek, en alışılmadık olan, en güçlü, en karmaşık, en çok meyve
verendir -toplumun hedefi üzerine öğretilmiş hayaller bu kadar sert direniş göstermeseydi
insan bunu yapmayı çok isterdi! Tür sınırlarına ulaşıp daha yüksek bir tür olma
haddine geldiğinde, türün evrim hedefinin örneklerinin çokluğu ve refahı olmadığını
anlamakta hiç zorluk çekmememiz gerek aslında ... daha ziyade uygun koşulların
şurada burada ürettiği görünüşte dağınık ve rastlantısal olan varoluşlar hedeflenir.


O halde, diye bitirir Nietzsche, insanlık bu büyük insanların var olabileceği "uygun koşulları" aramalı ve yaratmalıdır. Geri kalanımıza gelince, "en nadir ve en değerli örneklerin iyiliği için" yaşarsak hayatlarımız "en yüksek değerine" ulaşır. Nietzsche burada (sosyal) Darwinciliğin bir versiyonuna başvurmaktadır. 1873 başında Darwin'in evrim teorisinin "doğru" olduğuna karar verdiğini hatırlayın. Özellikle de Darwinci dilde "rastlantısal mutasyonun" değerine başvurur. Evrim teorisine göre türlerden biri çevrenin mevcut durumuna daha iyi uyarlanmış bir mutasyon üretirse "daha yüksek" bir türe evrilir. Mutasyona uğramışlar başarılı olarak üreyip geri kalanlar öleceğinden, tür giderek evrimleşir ve mevcut çevrede yaşamaya daha iyi uyarlanmış yeni bir tür ortaya çıkar. İnsanlar ve insan toplumları tıpkı bitki ve hayvanlar gibi biyoloji alemine ait olduğundan, diye bitirir Nietzsche, aynı ilkeyi topluma uygulamalı ve "şans varoluşlarının", rastlantısal mutasyonların ortaya çıkmasını desteklemek için her şeyi yapmalıyız. (Bu görüş Wagner'le konuşurken geliştirilmiş olabilir, çünkü metafor biçiminde Die Meistersinger'de vardır: Hans Sachs tarafından eninde sonunda ikna edilen şarkıcı üstatlar Walhter'in ödül alan şarkısının vahşice yeniliğini kabul etmek zorundadır, Walhter'i loncaya almaya da mecburdurlar, çünkü hayatın kanunu budur: değiş ya da öl.)

Daha önce belirttiğim gibi, Nietzsche hakkındaki en yaygın yorum onun "aristokratik bireyci" olduğu yönündedir: Buna göre, sadece "büyük" birey, "üstinsan" değerlidir; geri kalanlarımız onun köleleri olmalıdır. Bu yüzden yukarıdaki savların hiçbirinde istisnai bireyin en büyük değere sahip olmadığına dikkat etmek önemlidir. Schopenhauer'cı sava göre büyük birey "İlkel Birlik"in kendini anlama ve dolayısıyla kendini dönüştürme aracıdır, bu yüzden de en büyük değer bir bütün olarak "varlığın" refahı türü bir şeydir. Darwinci savda da büyük birey sadece bir araç olarak değerlidir, bu sefer de bir bütün olarak toplumun "daha yüksek" bir duruma evrilmesinin aracıdır. Bu yüzden, üçüncü Bakış
büyük bireyin öneminin altına kalın bir çizgi çekse de, onu kendi başına bir amaç olarak sunmaz; hiçbir noktada, "sadece üstinsan değerlidir" doktrinini savunmaz. İleride göreceğimiz üzere, bu desen Nietzsche'nin olgunluk felsefesi boyunca devam eder. Büyük birey kritik önemdedir ama sadece bir araçtır.

O halde "tek görevimiz" "tekil büyük adamların ", "dahilerin" üretimini "desteklemektir". Geriye sadece, aramızdaki dahi olmayan bireylerin bunu nasıl yapacağı sorusu kalıyor. Hepimiz onun "geçinme zorunluluğundan kurtulmasını" sağlamak için köleliğe mi mahkumuz? Dahi olmayanların hepsi madenci ya da çorapçı mı olacak? Hiç de değil. "İkinci ve üçüncü dereceden yetenekliler" bile dahinin ortaya çıkışı için hem "içeriyi " hem "dışarıyı" hazırlama görevine katkıda bulunabilir. Muhtemelen buradaki anlayışa göre, genel kültür seviyesi ne kadar yüksekse, dahinin ortaya çıkması için koşullar o kadar olgunlaşmaktadır. Kendisi dahi olmayan ilham verici bir öğretmen dahilik gücü taşıyan birini gerçek bir dahiye çevirebilir. Fakat dördüncü dereceden yeteneklerin madencilik ya da çorapçılıktan başka bir şey yapamayacağını varsayabiliriz.

Nietzsche defterlerde çağdaş insanın ekonomik çıkarlar "makinesinde" bir dişliye indirgendiği yorumunu yaparken ( " Son İnsan" temasının bir yönü), "daha yüksek tipte" bir insan tasavvur etmenin hala mümkün olduğunu yazar. Ardından da ekler: "Gayet iyi bilindiği gibi bu tip için kullandığım kavram, metafor, 'üstinsan'dır." "Metafor" burada niye vurgulanmıştır? Bana kalırsa bunun sebebi Nietzsche'nin üstinsana insanlığın özel bir türü muamelesi yapılmasını reddetmek istemesidir: "üstinsan" denen şeyi "Neandertal insanı", "Kro-magnon insanı", "Aryan insan" gibi serilere aitmiş gibi düşünmemeliyiz .. . Özellikle de üstinsanı"tarihin sonu" (ya da Heidegger'in Nietzsche'yi yanlış okumasındaki gibi sarışın, mavi gözlü bir SS tank komutanı) olarak düşünmemeliyiz.


***

Yunanca kökeni bakımından "aristokrasi" basitçe "en iyilerin hükümdarlığı" anlamına gelir. Daha önce gördüğümüz üzere de, Platon için olduğu gibi Nietzsche için de hükmetmekte "en iyiler" (muzaffer) filozoflardır. "Yönetmek ve yasa çıkarmak" onların işidir. O halde Platon gibi Nietzsche de "filozof krala" inanmaktadır.

Filozofların (genellikle üniversitedeki bölümlerini yönetmekte bile pek becerikli değillerdir) dünyayı yönetmesi insana biraz saçma -Rohde'nin deyişiyle "çocukça"- gibi görünüyor. Fakat iki noktayı akılda tutmak gerek. Birincisi, ileri görüşlü filozoflar, az önce belirttiğimiz gibi, illaki kitap yazan, hatta kitap okuyan kişiler olmadığına göre, muzaffer filozoflar da değildir muhakkak. Napoleon ilk türden "filozofsa " kesinlikle ikinci türden filozof da olabilir. İkincisi, Deccal'ı tartıştığımız sırada açığa çıkacağı üzere, Platon gibi Nietzsche de filozof kralı, hükümetin yönetim işini yürüten kişi olarak düşünmez. Bu kişi evrak denizinde yüzecek biri değil, "büyük resmi" görecek bir yöneticidir. Yürütme kararlarını devreye sokmak yerine, cemaate manevi liderlik sunar -Wagner'in Bavyera kralına benimsemesini öğütlediği rol de budur. Bu noktada İran Cumhurbaşkanı ile ulusun "üst lideri" Ayetullah arasındaki ya da Çin öncesi Tibet hükümeti ile Dalai Lama arasındaki ilişkiyi Nietzsche'nin ideal modellerine yakın sayabiliriz. Söylendiğine göre Ayetullah Humeyni 1 920'lerde Kum'dayken Devlet'i okumuş ve İslam cumhuriyetinin yaratılmasında Platon'un filozof kral hayalinden esinlenmiştir.

Nietzsche'nin demokrasiye alternatifi aşağı yukarı fiilen "teokratik devlete" tekabül eden bir yönetim biçimidir. Bu öneri Batılı okurların gözünde siyaset teorisini çok çekici kılmasa da, bir noktayı açıklığa kavuşturur: Teokratik devletler fiilen var olduğuna göre, Nietzsche'nin "filozof kral" ideali konusunda ne düşünürseniz düşünün, uygulanma umudunun bulunmadığını söyleyemezsiniz. Demek ki Nietzsche filozof kralın manevi liderliğine inanıyor. Fakat gerçekte Platon'un Devlet'inde anlatılan ideal devlete yakınlığı bundan daha da fazladır. Zira o da Platon gibi herhangi bir sağlıklı toplumda "rütbe sıralamasının" sadece üç temel sınıftan oluşacağına inanır: manevi liderler; eğitimli ve özdisiplinli orta sınıf ( " daha yüce maneviyata" özenir ve günün birinde gelecekteki liderler onların arasından çıkacaktır [Platon'un "yardımcıları"]), son olarak da "sıradan insanlar, büyük çoğunluk" (Platon'un "zanaatçıları " ). Platon devlette "adaleti", herkesin cemaatteki kendi rolünü yerine getirmesi olarak tanımlar. Bu rol de insanların doğaları itibariyle uygun düştükleri sınıfa göre tanımlanır. Benzer şekilde, Nietzsche "erdemlerin katmanlaşması" adını verebileceğimiz teze inanır. Erdem özgül bir "durak" -ya da "rol"dür.  Alttaki tipler için erdem olan kişilik özellikleri filozofta ortaya çıktıklarında kötülük olabilirler. "Nefsine hakim olma ve mütevazı inziva ", takip etmek için doğanlarda övgüye değer olsa da, yönetmek için doğanlarda kötü özelliklerdir. Tersine, takip etmek için doğanlarda buyurma istenci kötü bir özelliktir.

 Bu yüzden Hıristiyan evrenselciliği, Nietzsche'nin Hıristiyan etiğine atfettiği "bir kişi için doğru olan herkes için doğrudur" görüşü aslında "ahlakdışıdır".



Nietzsche 1871 'de "Yunan Devleti"  başlığı altında şöyle yazar: "Platon'un kusursuz devleti . .. en heyecanlı hayranların düşündüğünden bile daha büyük bir şeydi, "tarihsel" eğitim almışların tepeden bakan bir sırıtışla antik dönemin bu meyvesini reddetmesinden hiç bahsetmiyorum bile. "  İyinin ve Kötünün Ôtesinde'de önerilen toplumdaki üçlü rütbe sıralaması 1871'de Platon'dan alınan sıralamayla aynı olduğundan, Nietzsche'nin toplumun yapısına dair görüşlerinin (ayrıca bu yapıyı yürürlüğe koymak için "demir yumruk "  kullanmanın gerekliliği) 1871 'den beri hiç değişmediğini söyleyebiliriz.

Tekrarlamak gerekirse, Nietzsche, '"insan' tipinin her yükselişi, şimdiye dek aristokratik toplumun işi olmuştur ... şu ya da bu anlamda köleliğe ihtiyaç duyar. " der.  Bu da bizi Tan Kızıllığı'nı tartışırken gündeme gelen "ahlak tanımazlık" meselesine geri götürüyor. Nietzsche polemiksel bakımdan değil, gerçekten bir "ahlak tanımaz" mıdır? Bana kalırsa buradaki mesele sadece daha yüce tiplerin refah hakkı olduğunu düşünüp düşünmediği, bir de alelade kitlelerin daha yüce tipler için bir destek sisteminden ibaret olduğunu düşünüp düşünmediğidir. Nietzsche "alttaki " tiplere salt araç gözüyle bakıyorsa, onlara insandan ziyade eşya muamelesi yapıyorsa, o zaman gerçekten ahlak tanımaz (ve ontolojik bakımdan kör) bir düşünürdür.

Bu konudaki kilit pasaj 258. Kesim'dir. Nietzsche burada, "yüce bir bulantıyla ayrıcalıklarını bir yana atan ve kendisini ahlaki [yani Hıristiyan] duygunun aşırılığına feda eden", bu yüzden "yozlaşan" devrim öncesi Fransız aristokrasisinin tersine, sağlıklı bir aristokrasinin "kendini bir krallığın ya da cemaatin işlevi olarak görmek yerine krallığın ya da cemaatin anlamı ve en yüksek düzeydeki gerekçesi olduğunu hissettiğini" söyler. Aristokrasi ancak bu sayede vicdanı sızlamadan şunu kabul edebilir:

Aristokrasi uğruna bastırılıp tamamlanmamış insanlara, kölelere, araçlara indirgenmesi
gereken sayısız insanın kurban edilmesi. Aristokrasinin temel inancı toplumun
toplum için var olamayacağı, ancak istisnai tipi ... daha yüksek varlık durumuna
yükseltecek altyapı ve çerçeve olabileceği şeklindedir ister istemez. Tıpkı güneşe
ulaşmaya çalışan Java tırmanıcı bitkisi sipo matadorun bir meşe ağacına kollarını
dolaması, bunu sık sık ve uzun süre yaparak nihayet meşenin en tepesinde ve onun
tarafından desteklenir bir halde belirmesinde olduğu gibi; bitki burada coşar, açık
havada ışığa kavuşmanın mutluluğunu sergiler.

"Ahlak tanımaz elitizm" suçlamasına en çok yol açan pasaj budur. Nietzsche buradan yola çıkılarak bin yılda bir gelen birkaç Goethe dışında hiçbir şeyi umursamamakla, özetle, "sadece üstinsan önemlidir" demekle suçlanır. P. Michaelis'in 1886'daki "Junker-felsefesi" eleştirisinden başlayarak genellikle Nietzsche bu tarzda yorumlanmıştır. Örneğin Bertrand Russell'a göre, Nietzsche için "sıradan insanların mutluluğu başlı başına (per se) iyinin bir parçası değildir", elit olmayanların "başına ne geldiğinin [ahlaki] önemi yoktur". Nüfuzlu filozof John Rawls'a göre ise Nietzsche Sokrates ve Goethe gibi tiplerden oluşan bir elite, filozoflara ve sanatçılara inanmaktadır, "alelade" insanların refahı için bağımsız bir kaygısı yoktur. Bunun estetik "kusursuzluk"  beğenisini "adalet" iddialarının üstüne yükselten ahlak tanımaz bir tavır olduğunu öne sürer Rawls. Ona göre, Nietzsche'nin gözünde Yunan felsefesi Yunan köleliğini meşrulaştırır.


Dönemin defterlerine şöyle bir baktığımızda bunu daha açık görüyoruz. Örneğin eski ahlak yerine "gerekenin", "değerlerin tersine çevrilmesi" olduğunu, böylece yönetici bir sınıf -yeryüzünün gelecekteki efendilerinin- yetiştirilmesini sağlayacak bir ahlak" üretileceğini okuyoruz defterlerde. Nietzsche Şen Bilim'de Avrupa'yı "yeryüzünün metresi" kılmak istediği için Napoleon'a hayranlığını ifade eder; bu hayranlık lnsanca, Pek İnsanca'ya kadar geri giden Avrupa kültürünün yerküreye hakim olması arzusunu da içermektedir. 1886-deki defterlerde Nietzsche'nin, bilim sayesinde insanın "doğayı köleleştirecek" düzeye gelmesine yetecek kadar bir " [örneğin nükleer] güç fazlalığına" erişileceği günlerin hayalini kurduğunu görüyoruz. Doğanın efendisi olmak insan doğasının da efendisi olmak anlamına geldiğinden, bir "efendi ırkının'', "yeryüzünün" gelecekteki "efendilerinin" düşünü kurar; bunlar "sürü" tiplerini "esnek araçlara" genel olarak insanlığı ise daha kusursuz, yani daha güçlü bir türe çevirecek "sanatçılar" olacaktır. İnsanca, Pek İnsanca'da soyarıtımına nasıl coşkuyla yaklaşıldığını hatırlayın.

Nietzsche'nin "tecavüz'', "ihlal " ve "efendilik" dili, Martin Heidegger'in modern teknoloji dünyasını anlatırken kullandığı dile çok benzer. Aradaki fark, Heidegger modernliğin sınırsız güç istencini reddederken, Nietzsche'nin aynı istenci en azından burada onaylamasıdır. İçinde yaşadığımız çağda biz de kendimizi Heidegger'in suçlamalarına hak verirken bulabiliriz pekala. Nietzsche'nin sınırsız güç istencini desteklemesini itici bulabilir, daha doğrusu bu desteğini güç zehirlenmesi sayabiliriz; uğursuz sonuçlarını -iklim değişiklikleri- şu anda yaşadığımızı düşünebiliriz. Fakat artık bununla yaşamak zorundayız. Nietzsche modern teknolojinin sonuçlarından pek çoğunu en azından kimi
zamanlar eleştirmiş olabilir, ama demiryollarının, elektriğin, telefonun, bürokratik devletin icat edildiği çağın modernist ruhunun içindeydi, bu öyle bir çağdı ki dünya teknolojinin bitip tükenmek bilmeyen istiridye yatağı gibi görünüyordu. Belki de onun adına söylenebilecek en iyi şey, bugün hayatta olsaydı sınırsız güç istencini kesinlikle "iyi" sayılan ama artık "kötü" olan şeyler sınıfına sokacağıdır.


Her sağlıklı toplumda, durumlarını karşılıklı belirlemiş, işlevlerine göre ayrışmış, farklı yönelimleri olan üç tip belirginleşir; her birinin kendi sağlık anlayışı koşulları, kendi çalışma alanı, kendi mükemmellik duygusu ve ustalık alanı vardır. İnsanları Manu değil, doğa şu şekilde üçe ayırır: baskın yanı maneviyatçılık olanlar, kas ve sinirlerinin gücüyle tanınanlar ve özellikleri bu ikisininkine benzemeyen sıradan insanlar.

Bu üç kastın en küçüğü, yönetenler kastıdır. "Bunlar kendileri istedikleri için değil, var oldukları için yönetirler; bu görevden kaçamazlar. " Sağlıklı bir toplumda doğal saygıyı yaratan doğal karizma sayesinde moral bulurlar, ne doğaları ne de çevrelerindekiler onlara yönetmeme şansı tanır. O halde burada "yönetme" ile ne kastediliyor? Ecce Homo'da Nietzsche Zerdüşt'te de yer alan şu güzel ve derin ifadeyi zikreder: "Güvercinin pençelerinde gelen düşüncelerdir dünyaya yön veren. "  Bu yüzden, yöneticilerin -İyinin ve Kötünün Ötesinde'deki "geleceğin filozoflarının"- sahip olduğu liderlik, karakter bakımından doğrudan siyasi değil manevidir. Nietzsche'nin "filozof-kralı" daha ziyade, önceden belirttiğim gibi, bir İslami cumhuriyetin "dini lideri" gibi bir manevi kraldır, bu yüzden gelecekte "siyaset kavramı ... manevi savaşla birbirine karışacaktır".

İkinci kast, manevi ve fiziksel bakımdan kuvvetli olanlardır. Bunlar manevi liderlerin "refakatçileri, sağ kolu ve en iyi öğrencileridir"; yasanın bekçiliğini yaptıkları gibi askerlik işinden de sorumludurlar. "Maneviyatçıların uygulayıcılarıdırlar", yönetimde "kaba" nitelikte ne iş varsa bunlar üstlenip yürütürler. Üçüncü kast, "el işleri, ticaret, tarım, bilim, sanatın büyük bir bölümü"nden sorumludur. Bu kast sayıca en kalabalık kesimi oluşturur. Bu nedenle, "yüksek bir kültür", "geniş tabanlı bir piramit şeklindedir". Bu izah 1872'de "Yunan Devleti" başlığı altında yazılanların tam bir tekrarıdır; bu tekrarlama, Nietzsche'nin kariyerinin sonundaki siyasi görüşlerinin başlangıçtakilerle aynı olduğunu gösterir. Platon'un Devlet'ine aşina olan herkes bu şemanın neredeyse intihal düzeyinde olduğunu düşünecektir. Kastların sayısı Platon'daki kastların sayısıyla aynı olmakla kalmaz, işlevleri bakımından da aynıdır. İnsanın miras aldığı toplumsal ayrıcalıktan ziyade doğası gereği kastlardan birine ait olduğu fikri, Platon'un ruhların altın, gümüş ya da bronz doğduğu şeklindeki "soylu yalanını" cisimleştirir. (Nietzsche'nin bakış açısından bunun gerçek bir "yalan" değil, doğal hakikatin metaforik bir ifadesi olduğuna dikkat edin.) Ayrıntılar bile Platon' dan alınmıştır: Liderler sırf istedikleri için değil zorunluluktan yönetirler ve birinci kast ile ikinci kast arasında doğal bir yakınlık vardır.

İki bin beş yüz yaşında bir belgeyi Batı'nın geleceğine yönelik bir şablon olarak seçmek bize olağanüstü görünüyor; Nietzsche'nin çağdaşlarının çoğuna da öyle görünmüş olmalı: Göreceğimiz üzere, bu yüzden kendini "tepeden bakan bir sırıtışla antik dönemin bu meyvesini reddeden, 'tarihsel' eğitim almışlar"a karşı savunmak zorunda hissetmiştir. Bizim anlamamız gereken nokta, yirminci yüzyılda dahi Alman Gymnasium'unun içine işlemiş olan, hatta onu tanımlayan Yunan hürmetiyle zihni biçimlenmiş olanlar için siyaset teorisinin (tıpkı geometri ve mantık gibi) Yunanlarda tamamlandığı fikri gayet normaldi. Martin Heidegger de aynı şeye inanıyordu.

Fakat Nietzsche saf intihal sunmamaktadır. Platon'a göre filozofların yönetici olmasının sebebi sadece onların "Formlar" bilgisine sahip olmasıydı: Adalet ve erdemin ebedi ve kusursuz paradigmaları üzerine bilgi, bilge bir yönetici olmanın öngereğiydi. Ama Nietzsche'nin bu "hakiki dünyayı " "masal" sayıp reddettiğini biliyoruz. Dolayısıyla, liderlik koşulu olarak başka bir şey önerir:

En üst kast -bunlara azınlıktakiler adını veriyorum-, yetkinlerin kastı olarak azınlıktakilerin ayrıcalıklı haklarına sahiptir: mutluluğu, güzelliği, iyiliği yeryüzünde [örnek olarak] temsil etmek, bu ayrıcalıklar arasındadır. Ancak en maneviyat sahibi insanların [ahlaki] güzelliğe sahip olmaları dikkate alınır: iyilik, yalnızca onların arasında zayıflık değildir ... Buna karşılık, onlarda en az hoş görülen şey, çirkin davranış ya da karamsar bir bakıştır ... Kızgınlık Çandala'nın ayrıcalığıdır; aynı şekilde, karamsarlık da. "Dünya mükemmeldir -böyle konuşur maneviyata sahip olanların içgüdüsü, evetleyen içgüdüsü.


Dünyayı "mükemmel" görmek tam da Goethe'de "mümkün inançların en yücesi"dir elbette, yani varlığın bütünselliğinde her şeyin bağışlanacağına ve kişinin bengi dönüşü benimseyeceğine inançtır. Bu da bengi dönüşü isteme testinin bir başka ve belki de en önemli veçhesini öne çıkarır.


Hem Nietzsche'nin hem de Platon'un yaptıkları gibi demokrasi reddedilirse, şayet diktatörlüğe dobraca inanılırsa, bu diktatörlüğün iyiliksever olmasının nasıl sağlanacağı sorusu ortaya çıkar. Platon'un cevabının Nietzsche için uygun olmadığını, çünkü Formların mit olduğunu görmüştük. Daha geniş anlamda, bana öyle geliyor ki, Nietzsche iyi politikada en temel şeyin herhangi bir türden bilişsel uzmanlık olduğuna inanmıyordu. Maneviyatçı yöneticilerin hakikaten "en tedbirli (yani ileri görüşlü ve önsezili) " olması gerekse de, en temel özellikleri gönlün kalitesidir. Bizim sahiden "iyi" liderlere, "iyiliği zayıflık olarak görmeyenlere", "ortalama insanlara kendilerine ya da eşitlerine davrandıklarından daha hassas davranan kişilere" ihtiyacımız vardır. Bu yüzden ideal lider Zerdüşt ya da Goethe gibi (ya da Wagner'in arzu ettiği şekilde Kral Ludwig gibi) biridir; dünyaya evrensel sevgiyle bakar ideal lider -yani bengi dönüşü isteyebilir. Bunu siyasete aktarırsak, bengi dönüşü istemek yöneticiliğe uygunluğun önemli bir kriteridir. Burada esasen Nietzsche'nin "erdem mutluluğun sonucudur" görüşünün farklı bir şekilde ifadesini görüyoruz. Bu doğruysa, ideal liderin üstün erdemi üstün mutluluk gerektirir o halde.

İnsan dünyaya evrensel sevgiyle bakabilir, ama yine de tamamen kendine has bir kişi olarak kalabilirmiş gibi görünebilir, ama öyle kalamaz. Sevgi eylemdir, Zerdüşt'ün durumunda olduğu gibi "taşmaya " ihtiyacı vardır. Bir bütün olarak cemaati (insanlığı) sevmek bir bütün olarak cemaat için eylemde bulunmayı gerektirir. Dolayısıyla ideal lider Roma'nın davasını kendi davaları, kendi yönelimleri, kendi övünçleri olarak gören, doğasında yararlılık, erkekçe-soyluluk olanlara" benzeyen biri olacaktır. Bu yüzden ideal lider için, hatta hakikaten sağlıklı herhangi bir kişi için, bir bütün olarak cemaatin (insanlığın) zenginliği hayati önem taşır. Sağlıklı kişi için, kişisel amaç toplumsal amaçtır.


Bugünün insanı - ben onun pis nefesinde boğuluyorum.
Bütün binyıların tımarhane dünyasında ilerliyorum.

Peki, ya "sıradan insanlar" ? "Nietzsche'nin Devlet'i" onlara "eşit haklar" vermediğine göre, liderlerin tüm iyilikseverlik iddialarına rağmen, sıradan insanlar bir ezilen köleler sınıfı oluşturmaz mı? Gördüğümüz gibi, Nietzsche Manu toplumunda ve Roma İmparatorluğu'ndaki en ölümcül tasarım hatasının "Çandala" sınıfı yaratılması olduğunu öne sürer: Her iki toplum da yabancılaşmış bir altsınıfın gelişmesine izin vermekle kendi çöküşlerinin tohumlarını ekmişlerdir. Bu yüzden Nietzsche'nin, kendi gelecekteki toplumunun bu tasarım hatasından muaf olduğunu gösterebilmesi gerekir.

Üç doğal kastın hepsi de kendine özgü bir mutluluğa sahiptir. Bir insanın eti diğerinin zehiridir, diye vurgular İyinin ve Kötünün Ôtesinde'de. Örneğin "sıradan insan" tipi liderliğin yükünün ve maneviyatçı tipin mutluluğu olan çileci yaşam tarzının altında "ezilecektir" : " Yükseklere doğru, yaşam gittikçe sertleşir -duygusuzluk artar, sorumluluklar vardır." Ortalama arzulara ve yeteneklere sahip sıradan kişi için "mutluluk sıradanlıktadır" . "Akıl sahibi bir makine", sistemin bir "çarkı" olarak doğan biri için mutluluk, bir çark (ya da dişli) gibi yaşamaktır. Burada sosyalizme başlıca itirazlardan birini görüyoruz -faydalı olduğunu iddia ettiği kişileri mutsuz etmektedir sosyalizm; "işçilerin içgüdülerini ve hazlarını baltalamakta, önemsiz varoluşlarıyla ilgili tevazu hislerini zayıflatmaktadır". "Adaletsizlik, asla eşit olmayan haklarla ilgili bir mesele değildir, 'eşit' hak talebinde bulunmakla ilgili bir meseledir," der Nietzsche. Burada, herkesin toplumda doğası gereği uygun olduğu mevkide kalması olarak adaleti açıklayan Platon'un tanımını tam manasıyla destekler.

...

*
Julian Young / Nietzsche

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder