Alberto Giacometti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Alberto Giacometti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Nesneler / Giacometti


 “Odamda bir gün sandalyenin üstündeki havluya bakakaldım, o an her nesnenin yalnız olduğuna ama onu bir başka nesnenin üstünde ağırlık yapmaktan alıkoyan bir ağırlığa -daha çok ağırlığın olmayışına- da sahip olduğuna dair bir izlenime kapıldım gerçekten. Havlu yalnızdı, öylesine yalnızdı ki havlu yer değiştirmeden, sandalyeyi oradan kaldırabileceğim kanısına kapıldım. Havlunun kendi yeri vardı, kendi ağırlığı ve kendi sessizliği. Dünya hafifti, hafif...”

Giacometti

Giacometti'nin Atölyesinde



Parmaklarımı, gözlerim kapalı, bir heykelin üstünde, gezindirdiğim anlardaki o çok tanıdık ve sürekli değişken sevinç.

Herhalde, bütün bronz heykeller parmaklara aynı huzuru verir diye geçirecek oluyorum içimden. Tıpatıp kopya edilmiş iki küçük Donatello heykeli olan bir arkadaşınım evinde, aynı deneyi tekrarlayacak oluyorum: Bronzdan ses çıkmıyor, dilsiz, ölü.

Giacometti, ya da körlere çalışan heykeltraş.

Ama bundan on yıl önce, elim, parmaklarım, avucum Giacometti'nin ayaklı lambalarında gezinirken de aynı zevki tatmıştım. Anlaşılan, Giacometti'nin gözleri değil, elleri yapıyor nesnelerini, figürlerini. Bunları hayal etmiyor o, hissediyor.

Jean Genet

Bir Giacometti Portresi / James Lord



Görünüş olarak sefil görünüyordu. Gerçek Giacometti işte bu diye düşündüm, kahvenin arka tarafında yapayalnız, dünyanın hayranlığına, onayına kayıtsız olarak hiçbir tesellinin beklenemeyeceği bir boşluğa gözlerini dikmiş olarak oturan; idealinin umutsuz bölünmüşlüğünden acı çeken, fakat bu umutsuzluğun, kendisini yaşadıkça onu aşmak için savaşıma mahkûm ettiği insan. Birçok ülkenin gazetelerinin ondan söz etmesi, dünyadaki müzelerin eserlerini sergilemesi, hiçbir zaman tanımayacağı insanların ona olan hayranlıkları ne kadar bir teselliydi? Bu bir hiçti, mutlak olarak hiç.

*
James Lord
Bir Giacometti Portresi


Giacometti / John Berger

Ölümünden bir hafta sonra Paris-Match dergisi Giacometti’nin dokuz ay önce çekilmiş oldukça çarpıcı bir fotoğrafını yayımladı. Resim Giacometti’yi Montparnasse’daki stüdyosuna yakın bir sokakta, yağmur altında, karşıdan karşıya geçerken gösteriyor. Yağmurluğunu giymiş, ama bir yandan da yukarı çekip başını örtmeye çalışıyor. Yağmurluğun altında, görünmeyen omuzları kalkık.

Resmin ilk etkisi, yayımlandığı zamanı düşünecek olursak, garip biçimde kalender bir adamı bize göstermesiyle ilgiliydi. Ütüsüz pantolonu, eskimiş papuçlarıyla yağmura karşı hiçbir savunması olmayan bir adam. İlgi alanlarının içine mevsimlerin girmediği biri.

Ama bu resmi bu kadar çarpıcı kılan özellik, resmin Giacometti’nin kişiliği hakkında başka ipuçları da vermesidir. Yağmurluk birinden ödünç alınmış gibi duruyor. Altında sanki pantolondan başka bir şey giyilmemiş. Giacometti bir şeylerden paçayı kurtarmış gibi duruyor. Trajik bir anlamda demek istemiyorum. Ama herhalde bu duruma alışmış olmak. “Nerdeyse bir papaz gibi” demek geliyor dilimin ucuna, çünkü başının üstüne çektiği yağmurluk tıpkı bir kukuleta gibi. Ama bu benzetme fazla abartılmamalı. Giacometti simgesel yoksulluğunu çoğu papazdan daha doğal bir biçimde taşımıştır.

Giacometti

"Tabii ki resim ve yontu yapıyorum; ve bunu kendimi bil­dim bileli, ilk kez desen çizişimden ya da resim yapışımdan bu yana, gerçekliği dişlemek için, kendimi savunmak için, kendi­mi beslemek için, semirmek için; kendimi daha iyi savunmak, daha iyi saldırmak, bir şeylere asılmak, her planda, her yönde olabildiğince ileri doğru yol almak üzere semirmek için, açlığa, soğuğa, Ölüme karşı kendimi korumak için, olabildiğince özgür olmak için; -bugün için bana en temiz görünen araçlarla- çev­remi saran şeyleri daha iyi görmeye, daha iyi anlamaya çalışmak için, olabildiğince daha özgür olmak, daha semirmiş hale gel­mek üzere daha iyi anlamak için, tüketmek, yaptığım şeyde kendimi olabildiğince daha çok tüketmek iyin, kendi serüveni­mi yaşamak, yeni dünyalar keşfetmek, kendi savaşımı vermek için yapıyorum; zevk için mi, sevinç duymak için mi yapıyorum bunu? Bu savaşı, kazanmanın ve yitirmenin zevkini duymak için yapıyorum."

A. Giacometti


Giacometti nasıl resim yapıyor: Yüzün farklı bölümleri arasında bir "düzey” —ya da plan— farkı gözetmeyi reddediyor. Aynı çizgi, ya da aynı çizgiler bütünü, yanak, göz ve kaş için kullanılabiliyor. Giacometti için, gözler mavi, yanaklar pembe, kaş, siyah ve kavisli değil: Yanak, göz ve kaşın oluşturduğu kesintisiz bir çizgi var. Yanakta burnun gölgesi yok, ya da olsa bile, yüzün bir bölümü olarak, yüzün şu ya da bu yerinde aynı derecede geçerli olan çizgi ve eğrilerle belirtilmesi gerekiyor bu gölgenin...
Jean Genet


*
ilgili okumalar:

Giacometti's Van Gogh

 1961

Giacometti bir sanat kitabının üstüne, Van Gogh'un bir otoportresinin yer aldığı sayfanın tam karşısına bir kopyasını çizmiş.




Bacon & Giacometti


Alberto Giacometti and Francis Bacon, 1965 
Graham Keene


1960'ların başlarında Bacon, Paris'teki bir gezi sırasında İsviçreli heykeltıraş ve ressam Giacometti ile bir kafede buluştu. Heykeltıraşa yaklaştı ve işine ne kadar hayran olduğunu söyledi. Bacon ayrıca, Giacometti’nin yaşam tarzını sevdi, Giacometti zenginliğine rağmen Montparnasse yakınlarındaki küçük, darmadağınık stüdyosunda çalışmaya devam ediyordu. Resmi onur ve başarıya olan ilgisizliği de Bacon'a hitap etti.  Yaşama ve sanata bakışları, stüdyosu ve yaşam tarzlarıyla iki sanatçı arasında paralellikler vardı. Onları Isabel Rawsthorne ile olan karşılıklı dostlukları da  bir araya getirmişti ama 1966'da Giacometti'nin ölümü yakın bir arkadaşlığın gelişmesini engelledi.


Giacometti


yürüyen adam:
 alberto giacometti

Olivier Cena

Yapıtını sevmeden önce sevdim onu; bir gün yapıtını seveceğimi bilmeden önce, hatta-günün birinde sanattan başlanacağını bilmeden önce sevdim. Hani şu ilk karşılaşmada binde bir ortaya çıkan yakınlaşma olur ya... O, beklediğimdi.

Giacometti. benim büyükbabama benziyor ya da  ben öyle sanıyorum. Kuşkusuz hiçbir zaman tanışamayacağım şu insanla aramda doğan dostluk ve benim uydurduğum gizli ahbaplık duygum buradan geliyor. Çalışma masamın tam karşısındaki duvarda asılı kaldı fotoğrafı. Yüzü daha içeri girerken gözüme takılıyor, yerime yerleşirken ona bakıyor ve çalışmaya başladığım andan itibaren sık sık "N'aber?" diyen bakışlar gönderiyordum ona. O ise sonsuza bakıp duruyordu.

Konuşuyordum onunla bazen. Sorular soruyordum ona, karşılaştığım geçici güçlükleri anlatıyor, yeni yazmış olduğum iki-üç cümleyi okuyordum. O ve ben, konuşuyordum. O, bir dost!

İlk gerçek karşılaşmamızı anımsıyorum: Jean-Marie Drot’nun Giacometti’yle Paris'te Hippolyte-Maindron Sokağı’ndaki atölyesinde söyleşi yaptığı bir televizyon yayınıydı. Darmadağınıklığı, tozu, bitmemiş heykelleri, taslak halindeki tabloları, sıvaları dökülmüş duvarları kaplayan hiyeroglifleri, loşluğu, sigarasını, dumanını, boya ve alçıya bulanmış gereçleri, eski bir kanepe üstüne saçılmış kitapları, alamadığım o ekşimsi kokuyu anımsıyorum-, çocuk gözlerim ekranda ressam Ali Baba’nın harika mağarasını tarıyor, her şeyi anımsıyorum.

Bir de elleri kalmış aklımda, elbette, ellerini de anımsıyorum: Kuşkusuz kamera ve mikrofon yüzünden çekingen, huzursuz, konuşurken hiç durmadan ovuşturuyor ellerini. Onları kafamda nasırlı, pütür pütür ve bazen de duyarlı hayal ediyorum: Masal devinin elleriyle melek elleri. Büyükbabamınkiler de öyle olmalıydı, hep aynı erkle donanmış, malzemeyi yoğuran ve Dünya’yı okşayan erkle.

İnsandan söz ediyorum, hep insandan söz ediyorum, ama tozlu atölyenin yarı aydınlığında, alçıyla kaplı ellerinde usul usul yapıtı beliriyor. Orda, gözleri ellerinin biçimlendirdiği çamuru dikkatle inceliyor. Yine aynı soru: Çalışan, gözlerin denetlediği el mi? Yoksa bakış mı ele yol gösteriyor? İmgeliyorum onu, gülümsüyor: 

"Heykel yapıyorsam hiçbir bey anlamadığımdandır. Şu işi bir güzel anlayabilmeyi ve ondan yakamı sonsuza kadar kurtarmayı çok isterdim."

Giacometti gülümseyince, derin çizgilerin belirginleştirdiği yüzü aydınlanıyor ve o an, bakışının derinliğinde yatan kara kaygı yok oluyor. Konuşuyor; halen kulaklarımda sesi, hoş, çekici, yumuşak ve buyurgan, kısık bir ses, eski bir porselen çanak gibi çizikli, 1891’de dünyaya ilk gözlerini açtığı Tessin Dağları gibi boğuk. Konuşuyor; yarı şarkı söyler, yarı tıslar gibi, o tuhaf İsviçre-İtalya aksanıyla, halen kulaklarımda. Anlatıyor:

 "Arıyorum, ama hiçbir zaman bulamayacağımı çok iyi biliyorum. Neye bakarsam bakayım, her şey beni aşıyor, hayrete düşürüyor. Çok karmaşık. O halde, gördüklerimizi biraz olsun kavramak için yalnızca kopya çalışmalı. Ama o şeye ne kadar yaklaşırsam, o benden o kadar uzaklaşıyor. Modelle aramdaki uzaklık hiç durmadan artıyor. Sonu gelmez bir arayış bu."

Ama ne görüyor Giacometti? Okuduğum bir yazıdan belleğimde tesadüfen kalmış bir cümleyi anımsıyorum: "Bakış ’ı yontmak için, gözü yontmak, yalnızca gözün biçimini yontmak yeterlidir" Fotoğraflarından Giacometti’nin gözünün biçimini inceledim hep. Düşmüş gözkapakları ve gözaltındaki torbacıklar ona hep düşünceli bir hava veriyor, yokluk belki de; aynı yokluk, annesinin bakışında da var. Ne görüyor Giacometti? Şimdi burada, onun yüzünde, heykellerinde beni altüst eden o şeyi okumaya çalışacağım.

Büyükbabam böylesine benzediğinde, yetişkin yüzünde, sonra da çocukluk yüzünde arıyorum bunu. 1909 tarihinde köyde çekilmiş, Giacometti kabilesini tanıtan eski bir aile fotoğrafı. Büyük oğlan Alberto sekiz yaşına gelmiş olmasına karşın bir kız gibi garip bir biçimde taranmış; Diego ondan bir yaş küçük, saçlar kısa, alın kaygılı; hüzünlü küçük kız kardeş Ottilia ve en küçükleri iki yaşındaki Bruno, baba Giovanni’nin dizleri üzerinde. Anne, Annetta, ötekilerin yanında durmasına karşın, ailenin öteki bireylerine yabancı gibi geliyor bana. Yalnızca Alberto’ya bakışmaları bağlıyor onu topluluğa. Gülümsüyor. Alberto ise ciddi.

Ne görüyor Giacometti? Fotoğrafçıya, bakışındaki tüm hüznü armağan eden Ottilia, birkaç yıl sonra, dünyaya bir çocuk getirirken ölecektir. Bruno mimar olacak, Diego mobilyalar üretecek, Alberto ise heykeller yapacaktır. Baba Giovanni, o yıllarda tanınmış küçük bir post-empressionisttir. Bruno’ya sevecenlikle bakıyor fotoğrafta. Büyük oğlunu heykeltraş olma yolunda yüreklendirecek, Bourdelle’in Grande Chaumiere’deki derslerini izlemesi için Paris’e gitmesini öğütleyecektir. Onu titiz ve zayıf biri olarak tasarlıyorum kafamda. Niye zayıf? Bilmiyorum.

Bu aile fotoğrafına bakarken aklıma yaşam öyküsünden birkaç küçük bölüm geliyor. Diego ve Alberto (fotoğrafta: Oğlan ve kız) hiç ayrılmayacaklar, Paris’te aynı atölyeyi paylaşacaklardır. 1949’da Alberto Annette’le evlenecektir. Fotoğraf Giacometti’lerin yaşadığı Stampa’da çekilmiştir. Ötekinden yana söylenecek bir şey var mı? Stampa aynı zamanda Annetta’nın kızlık soyadıdır; Birde şu var. Annetta'ya erkek kardeş gibi benziyor. Annesini ululaştırıyor ve tüm yaşamı boyunca aralıksız çiziyor onu. Annetta Ocak 1964’te ölür, Alberto ise Ocak 1966’da, Stampa’da küçük bir İsviçre mezarlığında aynı mezara gömülürler.


Halen heykelden ve resimden söz etmediğimi biliyorum. Annette’in portrelerinden 1961’de yapılmış olan birisini ele almak istiyorum örneğin. Sanrılı gözlerine iri, etobur dişlerin üzerindeki yarı aralık dudaklara bakıyorum ve Diego'nunkilerde ya da James Lord'unkilerde, Michel Leiris’inkilerdeki aynı sanrılı gözleri düşünüyorum. Aynı soru tekrar geliyor aklıma o zaman: Ne görüyor Giacometti?

Giocometti'nin Köpeği



Derin bir yalnızlık duygusu!..

 Sizi terkedip gitmeyen ve hep sizde kalan... Bir sokağın ortasında hızlı hızlı ilerlerken, insanların nefeslerinin bir vızıltı gibi suratınızı yalayıp geçtiği ve kendi yaralı yanlarına çekildikleri yalınlıkta... Ağır aksak bir tını gibi uzaklaşan bedenlerin ve tüm görüntüleri emen sihirli bir  aralıkta, bir köşebaşında boynunu bükmüş, sıska ve aylak bir köpek, ayak sesleriyle başınızı döven ve yalnızlığın paydasında bütünleştiğiniz Giacometti'nin köpeği... Her ne kadar başta, yoksullukla yalnızlığın göstergesi olması istenmişse de, bacak eğrisinin, belkemiği eğrisini karşıladığı düşünülürse, bu köpek  sanki uyumlu bir paraf gibi çizilmiş, ancak bu paraf en yüce yalnızlık övgüsü olmuş gene. Giacometti o köpeğin kendisi olduğunu söyler. Bir keresinde sokakta kendimi böyle gördüm der, köpek olarak!..

J.Genet

*

Giocometti'nin Kedisi ve Köpeği



   "Diego'nun kedisini sabahları kalkmadan önce, yatak odasını kat ederek yatağıma doğru gelirken o kadar çok görmüştüm ki, kafamda aynen yer etmiş. Bana düşen bütün iş onu yapmaktan ibaretti. Fakat benzerlik iddiasına bile ancak kafa kalkışabilir, çünkü onu yatağıma doğru gelirken hep başından ve önden gördüm."






   "Bir yerde görmüş olduğum bir Çin köpeği uzunca bir zaman belleğimde kalmıştı. Bir gün Vanves Sokağı boyunca yağmurda, kafamı eğmiş, duvarların kenarından, belki biraz da hüzünlü yürüyordum, tam o sırada kendimi bir köpek gibi hissettim. Böylece o heykeli yaptım. Fakat kesinlikle bir benzerlik değildir. Sadece üzgün burun benzerlikten bir iz taşır. Zaten gerçek benzerlik sadece insanların kendileridir. Onlara bakmaktan asla yorulmam. Louvre'a gittiğim zaman, resimler veya heykeller yerine insanlara bakacak olursam, sanat eserlerine artık asla bakamam ve oradan ayrılmak zorunda kalırım."

Giacometti & Genet

Yalnızlıkların En Yükseği




Alberto Giacometti'nin Atölyesi kitabını okumaya beni teşvik eden Genet'nin kendisi oldu. Marc Barbezat'nın kendi yayınevi L'Arbalete'de yayımladığı, Emest Scheidegger'in siyah Beyaz fotoğraflarıyla süslü, sade kapaklı bu küçük kitabı hemen sevdik. Dökme harflerle basılmış birinci baskısı neredeyse zanaatkâr işi objedir. Genet'nin evreninden çok Giacometti'ninkine benzemektedir. Kitabı açınca karşımıza Alberto'nun portresi çıkar hemen; bakışlarında dünyanın bütün hüznü görülür. Giacometti'nin işlerini çok az biliyordum. Birkaç heykelini görmüştüm; özellikle de Unesco'nun girişinde sergilenen Yürüyen Adam'ı. Bir de İtalya'da geçen çocukluğuna dair bir kitap okumuştum. Genet'nin eserindeki fotoğraflara baktığımda, kendimi hep tuhaf bir şekilde güvende hissediyorum.

Bu metinde başka bir Genet keşfettim; handiyse dinginleşmiş, Hırsızın Günlüğü'nden uzak biri. Ressamın ve heykeltıraşın kişiliğini kavrayışı çok kesindi. Alberto Giacometti'nin Atölyesi, onun eserleri arasında aynı yere koyduğum muhteşem bir metindir. Bu küçük kitabı neden yazdığını Genet'ye sordum.

"Çünkü Giacometti benim portremi yaptı, hatta iki portremi. Birini Abdullah'a verdim, o da sattı, çünkü geçirdiği kazadan sonra paraya ihtiyacı vardı; diğerinin nerede olduğunu hatırlamıyorum..."

"Hepsi bu mu?"

"Hayır, çünkü Giacometti bana toza bakmayı öğretti."

"Daha başka?"

"Çok yakışıklıydı, vahşi bir güzellik. Onu çok seviyordum, ama sık görüşmüyorduk. Onun atölyesine gidiyor, bir tabureye oturuyordum o da benimle gevezelik ederken resmimi çiziyordu. Zaten bütün bunları kitapta anlatıyorum."

"Evet elbette, ama nasıl geçiyordu?"

"Rahatsız küçük iskemlenin üzerinde kıçım acıyordu. Sigara içmemi engelliyordu; başımı oynatabilirdim, ama çok değil; zaten o konuşuyordu, çalışırken benimle konuşuyordu."

"Bir dost muydu, yoksa öylesine tanıdığın bir sanatçı mı yalnızca?"

"Hayır, hayır, dost. Çok farklıydık, ama bu adamı hakikatinden dolayı seviyordum. Sanatçılık oynamıyordu. Tuhaftır, geceleyin resim yapıyordu."

"Nelerden konuşuyordunuz?"

"Basit şeylerden, bir yüzün güzelliğinden, tütünden, gün ışığından... Yaptığı işi çok derinden bilen, asla yanılmayan biri izlenimi veriyordu bana, ama gene de hep dalgındı. Kitapta, Sartre'la kısa bir diyaloğu aktarıyorum. Giacometti'yi umutsuz bulduğunu söylemişti bana. Ben daha ziyade onun asla memnun olmadığını söyleyebilirim. Zaten, kendinden memnun bir sanatçıya sanatçı denir mi?"

GİACOMETTİ'NİN ATÖLYESİ - Jean Genet







Giacometti, “El”, Bronz, 1947
Giacometti'nin parmakları, sarmaşık budayan ya da aşılayan bahçıvanınkiler gibi aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı inip çıkıyor. Parmaklar, heykelin gövdesi üzerinde oynadıkça atölyenin dört bir köşesi çınlıyor, yaşıyor. Garip bir duyguya kapılıyorum, sanki eski, bitmiş heykeller, Giacometti, her ne kadar onlara el sürmeyecek olsa da, sırf kendilerine bir kardeş yaptığı için bozuluyor şekil değiştiriyor.    





Zemin kattaki bu atölye yıkıldı yıkılacak zaten. Atölye çürük ahşaptan gri tozdan,  heykeller alçıdan
ve üzerlerinde ipler, üstüpüler, bazen bir parça çelik tel görünüyor, griye boyanmış tuvaller, boyacı dükkanındaki rahatlığını yitirmişler, herşey lekeli, herşey ıskarta, herşey eğreti, yıkılıverecek, herşey dağılmak üzere, askıda, sallantıda: Ne var ki bütün bunlar sanki mutlak bir gerçeklik içinde yakalanmış gibi. Atölyeden sokağa çıktığımda, işte asıl o zaman etrafımda hiçbir şey gerçek değil artık. Söylesem mi acaba? Bu atölyede, bir adam usulca ölüyor , tükeniyor ve gözümüzün önünde başkalaşıma uğrayarak tanrıçalara dönüşüyor."







Heykellere dokunmaktan kendimi alamıyorum. Gözlerimi kaçırıyorum; elim, gezisini tek başına sürdürüyor: Boyun, kafa, ense, omuzlar... Duyumlarım parmak uçlarıma akıyor: Hiçbiri ötekine benzemiyor, o kadar ki, elim son derece zengin, canlı bir manzarada dolaşır gibi.

II.FREDERIC. (ola ki, Sihirli Flüt'ü ola ki dinlerken) Mozart'a
 - Ne kadar çok nota, ne kadar çok nota!
MOZART. - Efendim, tek fazlası yok.

Öyleyse parmaklarım Giacometti'ninkilerin yolundan gidiyor, ne var ki, onunkiler yaş alçı ya da toprakta kendilerine destek ararken, benimkiler adımlarını güvenle onun ayak izlerine basıyor. Ve nihayet! -elim yaşıyor, elim görüyor.

Güzelliği, -Giacometti heykellerinin, bana kalırsa, en uç uzaklıktan, en beri yakınlığa o sürekli, aralıksız gidip gelişten kaynaklanıyor: Bu gidip geliş bitmek bilmiyor; işte bunun için hareket edebiliyorlar diyebiliyoruz.



Jean Genet'nin Portresi





Antoine Bourseiller  - Giacometti'den bahsedebilir misiniz?

Jean Genet - Evet, çünkü portremi yapmak için kırk küsür gün beni üzerine oturttuğu mutfak iskemlesinin samanları hala kalçalarımda duruyor. Ne kımıldamama, ne sigara içmeme izin veriyordu. Sadece biraz başımı çevirmeme, ama sohbeti öyle güzeldi ki.

A.B. - En çok hayran olduğunuz insanlardan biri olduğunu söylemiştiniz, değil mi?

J.G. - Tek insan.

A.B. - Tek insan mı?

J.G.. - Evet, şöyle diyelim isterseniz, Yunanistan'a minnettarım çünkü bana bilmediğim iki şeyi öğretti: tebessüm ve kanmazlık. Alberto bana toza, bu tür şeylere duyarlı olmayı öğretti.

Az önce en rahat nefes aldığım ülkeyi andım: Yunanistan. En hayran olduğum insandan söz ettim size: Giacometti. Hayatım neredeyse sona eriyor. Yetmiş bir yaşındayım ve karşınızda bütün bunlardan, tarihimden, coğrafyamdan geriye kalan duruyor. Hepsi bu kadar. Pek bir şey değil.

Sartre'dan Giacometti



 Giacometti'nin figürleri tekbaşlarına, yalnızlar. Ama bir araya getirildiklerinde, nasıl oluyorsa işte, yalnızlıklarından kurtulup birleşerek, küçük ve büyülü bir topluluğa dönüşüveriyorlar.

" Masadan uzak bir açıklığa, odanın tabanına konmuş figürleri incelerken, çoktandır araştırmakta olduğum bir ilişki içinde iki gruba ayrıldıklarını keşfettim. En ufak bir değişiklik bile yapmada her iki grubu da altlıklarına yerleştirdim..."


İnsan kalabalığı, Giacometti'nin üzerinde çalıştığı konulardan biri. Bir meydanda birbirlerine bakmadan geçen insanlar. Umutsuz, yalnız, ama birlikte. Birbirlerini kaybeden, ama birbirlerini aramadıkça da asla birbirlerini kaybetmeyecek olan insanlar. bu tip grup heykellerinden biri üzerinde iyice düşünerek, kendi evrenini benden çok daha iyi tanılıyor Giacometti:

"...acımasız geçen yıllar boyunca iyice gözlemlenmiş bir orman parçası... birbirlerinin yolları üzerinde durarak konuşan insanlar gibi, kuru ve ince gövdeli ağaçlardan oluşan bir orman."




Giacometti'nin yaptığı vücutlarda başka bir şeylerin olduğu belli. Bir sürgün kampından, bir gençlik pınarından ya da bir iç bükey aynadan mı ortaya çıkarlar dersiniz? İlk bakışta sanırsınız ki, Puchenwald kampında bir deri bir kemi kalmış zavallılarla karşı karşıyayız. Ama hemen biraz sonra yanıldığımızı anlayıp bambaşka duygulara kapılırız. Onun incecik dal gibi yaratıkları sanki semaya doğru yükselmekteler; yeryüzünden cennete doğru uçan bir grup İsa ve Meryem ile karşı karşıyayız sanki. Dans etmekteler: Kendileri, dans zaten; aynen bize vaat edilen tanrısal vücutlar gibi, orta yoğunlukta bir maddeden yapılmışlar. Ve biz hala bu mistik yükselişe dalmış derin derin düşünürken, bu sıska vücutlar açılıp güzelleşirler. Gördüklerimiz sadece dünyevi çiçeklerdir.





Giacometti'nin tarih öncesi yüzüne şöyle bir göz atarsak, onun, kendini zamanın başlangıcına yerleştirme arzusunu ve gururunu hemen fark edebiliriz. Giacometti Kültür ile alay eder, dalgasını geçer; İlerleme'ye en azından - Güzel Sanatlar'daki bir ilerlemeye - pek değer vermez. Çağdaşlarından ya da Altamira ve Eyzies Mağaralarında yaşamış ola atalarından "daha ilerlemiş" olarak görmez kendini.





Bu yerinde duramayan fakat bir o kadar da kararlı sanat işçisi, kendi çalışmalarını hep yavaşlattığından dolayı, taşın dirençliliğinden pek hoşlanmaz. Bundan dolayı hafif ve aynı zamanda da her biçime sokulmaya en elverişli, gerektiğinde çabucak parçalanabilen ve bütün malzemeler içinde en uçarı-ruhsal malzemeyi seçer: Alçı. Parmak uçları zorlukla hisseder bu maddeyi. Alçı, sanatçının ulaşılmaz ve anlaşılmaz devinimlerine bir yanıttır. 

Atölyesine gelen birisi ilk olarak, uzun ve kırmızımsı iplere dolanarak onu yarı katı bir hale sokan beyaz nesnelerden yapılmış (alçı ve üstüpü karışımı) bu garip korkulukları fark edecektir hemen. Giacometti'nin deneyimleri, düşünceleri, ihtirasları ve düşleri, bir an için onun alçı adamlarına yönelerek onlara birer biçim verirler, sonra birlikte devam ederler. Sürekli olarak hep bir değişim içinde olan ve belli bir biçimi olmayan bu garip yaratıklardan her biri, Giacometti'nin başka bir yaşamı sanki.


Giacometti'nin Köpeği



"Bu ben. Bir gün sokakta kendimi böyle gördüm. Köpek olarak."

Alberto Giacometti





Şu gizli alan, varlıkların, -aynı zamanda şeylerin de- sığındığı şu yalnızlık, sokağa onca güzellik katan; diyelim otobüste oturuyorum; dışarıya bakmak yeter. Otobüsün kayar gibi indiği bir sokaktayız. Herhangi bir yüz ya da duruşa takılıp kalma ihtimalini ortadan kaldırmak için oldukça hızlı gidiyorum; hızım bakışımdan mütekabil bir hız bekliyor ; inanılır gibi değil; benim için süslenmiş, tek bir yüz, tek bir gövde, tek bir duruş yok: Hepsi çıplak. Kaydediyorum: Çok uzun boylu, çok zayıf, beli bükülmüş, göğsü içeri göçmüş bir adam: gözlüklü, uzun burunlu; ağır, hantal, hüzünlü yürüyen şişman bir ev kadını; hoş bir yaşlı denemeyecek yaşlı bir adam; yalnız bir ağaç, yanında bir yalnız ağaç daha, yanında bir tane daha...; bir memur, bir tane daha, yığınla memur, bütün şehir kambur yürüyen memurlarla dolu; varlıklarının, bakışımla kaydettiğim, bir dudak büküş, omuzlarda bir bezginlik gibi belli ayrıntılarında bütünleşen... duruşlarını tek tek, belki de gözüme aracın hızı yüzünden, o kadar çabuk çiziktiriyor, oluşturdukları kıvrımları o kadar çabuk yakalıyorum ki, her insan, bütün varlığının hücum ettiği, fakat kendisinin tam olarak idrak etmediği yarası eliyle yerleştirildiği yalnızlık sayesinde, varlığının en yeni, en benzersiz, -ama hep bir yara olarak kalan- yanıyla görünüyor gözüme. Gitgide, tek tek herkesin, her şeyin, plastik güzelliği çok gerilerde bırakan gerçeği içinde, Rembrandt'ın kaleminden çıktığı bir şehirden geçiyorum. Yalnızlıktan oluşma bir şehir nasıl da hayat dolu olurdu derken, otobüsün yoluna, bir meydandan geçen aşıklar çıkıyor: Birbirlerinin beline sarılmışlar; kız, şirin bir el hareketi yakıştırmış kendine: ufak elini, oğlanın blucin arka cebine sokup yerleştirmek türünden; ama ne var ki, bu sevimli ve süslü el hareketi, bir sayfa dolusu başyapıtı  bir çırpıda bayağılaştırıveriyor.

Yalnızlık, benim anladığım anlamıyla, acınacak bir durum değil, daha çok gizli bir krallık, derin bir iletişimsizlik, fakat el uzatılamaz eşsizlikte, az çok belirsiz bir anlama biçimidir.

Jean Genet
  

Herbert Matter'den 'Giacometti'

Alberto Giacometti, Paris, 1965,

Striding Man (1960, Alberto Giacometti)




 Giacometti'nin sessizi kutsayıcı harcının dönüştüğü yontular -daha ilk biçimle tanıştıklarında , ilk hiçlikten birliğe geçiş adımlarında dünyanın orta yerine savrulmuş birer telaş gibidir o mat lekeler.
Sonra, iyiden iyiye yeryüzüne çıkarır Giacometti onları. Odada, benzerlerinin kıyasıya acılı durgunluğundan ne kapmışsa kapmış, boşluğa bir ölçüsüzlük birimi olarak katılmıştır bu suret. Neyin tasarımıdır ki, o koyu giz yüklü ifade.

Dışarıda, Giacometti'nin herhalde titizlenerek seçtiği çıplak, dümdüz bir bozkır parçasında, boşluğa yontulmuş, Giacometti'nin sert, kalın elleriyle havaya oyulmuş ve sanki bir eriyik, uçucu bir töz iken özdeğin başka bir evresiyle birleşip başkalaşmış, taşlaşmış, bronzlaşmış duruyorlar.  

Enis Batur

Giacometti hakkında bir anekdot

 

 Yirmi yıl oluyor, İtalya Alanı'ndan geçtiği bir akşam, Giacometti araba altında kaldı.Yaralı, bacağı burkulmuş, yarı baygın durumdayken ilk duyduğu şey sevinçti: "En sonunda başıma bir şey geldi!" Köktenciliğini bilirim onun: daha beterini bekliyordu; başka türlüsünü istemeyecek kadar sevdiği yaşam, rastlantının budalaca hoyratlığıyla hırpalanıp kalmıştı: "Öyleyse", diyordu kendi kendine, "taşları yontmak için yaratılmadım, hatta yaşamak için bile yaratılmadım; bir hiç için yaratıldım."

 Onu coşturan şey, nedenlerin birdenbire maskesi düşen tehdit edici düzeni ile kent ışıklarına, insanlara, çamurlara batmış kendi vücuduna büyük bir yıkımın donduran bakışını çevirmekti. Hayranım bu her şeyi kabullenme isteğine. Eğer insan şaşırtmacaları severse, işte böyle özengenlere bu dünyanın kendileri için yaratılmadığını bulduran o şimşek gibi ender anlara varana dek sevmelidir.

 Jean Paul Sartre
Sözcükler sf. 180



Giacometti

Tabii ki resim ve yontu yapıyorum; ve bunu kendimi bil­dim bileli, ilk kez desen çizişimden ya da resim yapışımdan bu yana, gerçekliği dişlemek için, kendimi savunmak için, kendi­mi beslemek için, semirmek için; kendimi daha iyi savunmak, daha iyi saldırmak, bir şeylere asılmak, her planda, her yönde olabildiğince ileri doğru yol almak üzere semirmek için, açlığa, soğuğa, Ölüme karşı kendimi korumak için, olabildiğince özgür olmak için; -bugün için bana en temiz görünen araçlarla- çev­remi saran şeyleri daha iyi görmeye, daha iyi anlamaya çalışmak için, olabildiğince daha özgür olmak, daha semirmiş hale gel­mek üzere daha iyi anlamak için, tüketmek, yaptığım şeyde kendimi olabildiğince daha çok tüketmek iyin, kendi serüveni­mi yaşamak, yeni dünyalar keşfetmek, kendi savaşımı vermek için yapıyorum; zevk için mi, sevinç duymak için mi yapıyorum bunu? Bu savaşı, kazanmanın ve yitirmenin zevkini duymak için yapıyorum.