Resim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Resim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çiçek Açmış Delikanlılar



Peki jeunes hommes enfleur'ün [çiçek açmış delikanlılar] oluşturduğu bu çelengi nasıl ele alacağız? Ben gayet çekinerek de olsa, bu delikanlıların, panellerde cisimleştirilen tensel aşkın çok daha ötesinde bir aşk biçimini simgelediklerini iddia ediyorum. Homoseksüel aşkın Hıristiyan inancındaki aşkla çok derinden ilişkili olduğunu iddia etmek büyük ihtimalle pek hoş karşılanmayacaktır; tabii Platon'daki anlamıyla iki erkek arasında yaşanan aşkın üremeyle hiçbir ilgisi olamayacağını ve aşkın daha yüksek bir ahlaki zeminde paylaşılmasına imkan tanıdığını saymazsak. Antikitede arkadaşlığın (Aristoteles de bu mefhum üzerinde etraflıca durmuştur) yalnızca aynı cinsiyetten
iki kişi arasında mümkün olduğu düşünülürdü. Bunun bugün anladığımız anlamıyla sefahat alemlerini çağrıştıran homoseksüel cinselliğiyle pek az ilgisi vardır ve aynı zamanda unutmamak gerekir ki, Floransa kültürünün hümanistleri sapına kadar Platoncudur - ve tavan sonuç olarak aslında onlar için resimlenmiştir. Bu hikaye, cinsel ihtirasın doruk noktasına ulaşmasını, aşkınlaşmasını anlatıyor ve İsa'nın insanoğluna duyduğu türden bir aşkı yüceltiyordu; böyle bir aşk içinde de üremenin yeri yoktur. Öyleyse Platonculuğun sonuçta yorumun parçası olduğu ortaya çıkar, ama tamamen bambaşka yollarla: Sıradan bir kir tabakası -yanlışlıkla anlam zannedilen madde aracılığıyla değil. Bir filozof olarak, zihni beyinle açıklamanın mümkün olmaması gibi, Sistina tavanını da fırça darbeleriyle açıklamanın mümkün olmadığını kanıtlayan -yani Eliminativistlerin (Dışlayıcı Maddecilerin) de Colalucci kadar yanıldığını gösteren- bir sav çok hoşuma giderdi. Benzeşmenin kabul edilmesi bile müthiş olurdu - bundan sonraki adımın ne olduğunu bilmesek bile.

Arthur Danto




Dürer'in Düşü

Pentecote gecesinin çarşambayı perşembeye bağlayan (7-8 Haziran 1525) gecesinde, düşümde, taslaktaki manzarayı gördüm: Gökten inen sayısız hortum... İlk hortum dört fersah öteye indi: Çıkardığı sarsıntı ve gümbürtü korkunçtu, bütün bölge sular altında kaldı. Korkumdan uyanmışım. Ardından, şiddet ve miktarlarıyla dehşet saçan başka hortumlar inmeye başladı, kimi daha yakına, kimi daha uzağa. Hortumların hepsi de ağır ağır iner gibiydi, öylesine yüksekten geliyorlardı. Fakat ilk hortum yere yaklaştığında, inişi birden o kadar hızlandı ve bu inişi öylesine şiddetli bir gümbürtü, öylesine şiddetli bir kasırga izledi ki, bütün vücudumla titreyerek uyandım ve epey uzunca bir süre kendime gelemedim. Sonra, yataktan kalkınca, yukarıda görülen resmi yaptım. Tanrı ne yaparsa iyi yapar.


DÜRER’İN BİR DÜŞÜ ÜZERİNE

M. Yourcenar


Geçmişten elimizde kalan pek az gerçek düş var; düşü gören kişinin uyanır uyanmaz kaydettiği düşler kastettiğim. Leonardo’nun defterlerine yazdığı o eşsiz düşler, büyük ölçüde, üstadın desen ve resimlerine benzer; ama bunlar gerçek anlamda birer düşten çok, uyanıklık durumunda ya da uyur uyanık bir halde sürdürülmüş birer düş deneyimi oldukları izlenimini bırakırlar insanda. Gerek Dante’nin Yeni Hayat’takı dokunaklı düşleri, gerek Jerome Cardan’ın ünlü alegorik düşleri, Ortaçağ’dan Rönesans’a çok sayıda şairle ressamın dostluk kurduğu, fakat çağdaş insanın pek yanaşamadığı, yanaşsa bile, hazırlıksız ve rehbersiz olduğundan yolunu şaşırdığı, düş, hayal ve visio intettectualis arasındaki o kaypak alanda yer alır.

Oysa elimizde bir XVI. yüzyıl adamının gördüğü düşün —ki sadece bir düş bu, başka bir şey değil— olağanüstü metni var, üstelik metnin yanına tanıklık kabilinden bir de taslak eklenmiş. Dürer’in güncesinde rastlıyoruz metne. İşte sanatçının uyandıktan az sonra aktardığı düşün dökümü:

Schiele

1911

Kendi görüntüsüne kafayı takmıştı... Zihinsel durumlarını göstermek, kendisini çirkinleştirmek, cinsel organlarına ve memelerine dikkat etmek, bunları yara gibi göstermek için çılgın ve gayri tabii renkler kullanıyordu. Çizim ya da resimlerinde kendi kendisini... bedensel olgular ve defalarca vurguladığı gibi bedenin (Schiele için) doyurulamayan gereksinimleri çerçevesinde işliyordu.

*
Janet Hobhouse


Jean-Leon Gerome / Yılan Terbiyecisi


Jean-Leon Gerome'un son derece fallus merkezli oryantalist imgesi Yılan Terbiyecisi, o zaman için, çocukların özellikle sorunlu bir şekilde cinselleştirilmesine, yani homoerotikleştirilmesine
gönderme yapıyor. Bir oğlan çocuğu dimdik -hatta, bacakları sıkıca birleştirildiği için dingil gibi- ayakta duruyor ve eril cinsel iktidarın en basmakalıp ruhsal fantezilerinden biri olan kocaman bir yılanı tutuyor: sütunlu formların, düz ve keskin çizgilerin hakim olduğu bir kompozisyonda gerçekleşiyor bu olay. Hepsi de erkek olan resimdeki figürlerin neredeyse tamamının elinde ya bir değnek ya bir kılıç var ya da üflemeli bir çalgı. Arkadaki duvarın ortasına ise erkek cinsel organlarının ana hatlarını çağrıştıracak şekilde bir kalkan ve mızrak yerleştiriyor Gerome: birlikte çizilen bu iki figür, resmin konusunu haykıran sözel olmayan bir etiket hizmeti görüyor
adeta.


 Bir istisna -ayaktaki oğlan- dışında erkeklerin tamamı koyu esmer tenli. Onlara göre açık renkli olan ve dolayısıyla da dikkatimizi çeken bu istisna, resimdeki figürler içinde tam anlamıyla cinselleştirilen tek figür. Oğlan cinsellik demek; ayrıca. duruşundaki ve tuttuğu yılandaki fallikliğe rağmen, kadınsılaştırılmış. Oğlanın kalçaları görsel bir fetiş haline getirilmiş. Resimde sağdan giren ışığı en iyi alan yer olan çocuğun kalçaları dikkatin odaklandığı ve gözlerin mıhlandığı yer hal ine geliyor.


Gerhard Richter / Sils

Sils-Maria, 12. April 1993






bkz:

Arkadya'da bile ben varım: Ölüm




Arkadyalı Çobanlar - Nicolas Poussin


Arkadyalı Çobanlar'ı ele aldığı bir incelemesinde Panofsky üçlü bir kanıtlama gerçekleştirdi: 1. Et in Arcadia ego ifadesi ilk kez Guercino'nun Poussin'in Roma'ya varışından çok kısa bir süre önce, 1621-1623 civarında resmettiği bir tabloda geçer. Bu tablo, bir kaya bloğu üzerinde ön plana yerleştirilmiş büyük bir kurukafa karsısında düşüncelere dalan iki çobanı gösterir.




2 . Doğru Latince dilbilgisine göre bu ifade, alışılageldiği gibi, "Ve ben de Arkadya'da yaşadım" olarak değil (dönemin kültürlü kişileri bunu biliyorlardı) , şöyle çevrilebilir: "Ve ben de buradayım,
Arkadya'da bile varım." Dolayısıyla konuşan kuru kafadır, ölümdür, yaşanacak en güzel yerde bile insanların kaderlerinden kaçamayacaklarını anımsatır.




3. Poussin'in muhtemelen 1629-1630 civarı yaptığı bu konudaki ilk tablosu Guercino'nunkinden oldukça doğrudan esinlenmiştir; kayadan oyulmuş bir lahdin üzerine kazınmış yazıt da başka bir
anlama sahip olamaz. Mezarın üzerine yerleştirilmiş kurukafa çok küçük ve zar zor görülebilir olsa 
da konuşan hala odur (ya da ölümün simgesi mezardır).


Guercino - Et in Arcadio Ego


Bununla birlikte Panofsky'ye göre Arkadyalı Çobanlar'ın beş ya da altı yıl sonra (Thuillier'ye göre 1638-1639 civarı) yaptığı ikinci versiyonu (Louvre'daki) Poussin'in ifadenin anlamını, XVII. yüzyılın
sonundan itibaren yaygın olarak kabul edilenle değiştirdiğini ve böylece tablosunu "ölümle çarpıcı bir karşılaşma yerine ölümlülük fikrinin nefes aldırmayan bir temaşasına" çevirdiğini düşündürür.


Nicolas Poussin, Et in Arcadia Ego, 1637-38 (Louvre)

Montaigne & Tasso

"O antik ve saf şiirin, hiçbir İtalyan ozanın uzun zamandır olamadığı şekilde, en akıllılarından, en beceriklilerinden ve en olgunlarından biri olandaki kıpırtıyı ve sevinci alıp götüren ne?"

Montaigne, melankolinin pençesine düşmüş Tasso'yu ziyaret eder. 

François Marius Granet (1775 - 1849) Montaigne visits Tasso in Prison



Michel de Montaigne Ferrara’da bulunduktan ve Sant’Anna tımarhanesinin sonsuz karanlığında Torquato Tasso’yu gördükten sonra, kendi duygulanım ve kaygısını yeniden dile getirir, deliliğin anlam ve anlamsızlığını yeniden ifade etmeye ve cevabı olmayan muammalara ilişkin bir şeyler anlamaya çalışır:

François Fleury-Richard (1777 - 1852) Montaigne and Tasso


"Sessizlik bile yalvarmayı
ve kendini duyurmayı bilir."

T. Tasso

David & Saul

David and Saul (Rembrandt)

O günden sonra, Tanrı’nın gönderdiği kötü ruh ne zaman Saul’un üzerine gelse, 
Davut liri alıp çalar, Saul rahatlayıp kendine gelirdi. Kötü ruh da ondan uzaklaşırdı
(Samuel, 16,23.1)



 Ressam Hugo van der Goes lanetli olduğunu, sonsuz bir lanete Uğradığını söylüyordu, kendini öldürmek istiyordu; Başrahip Thomas çağrıldı; onunla konuşup muayene ettikten sonra, hastanın Saul’un hastalığına tutulduğunu söyledi. Ardından Davut kitarasını çaldığında Saul’un rahatladığını hatırlayıp, Hugo’ya hemen bol bol müzik çalınmasını ve başka dinlendirici gösteriler düzenlenmesini istedi, bunlar aracılığıyla onun aklındaki çılgınlıkları kovmayı umuyordu.


*
ilgili okuma:


Melancholia / Giorgio de Chirico


1912


*
ilgili okumalar:

Goya

“Bir çığlıkla kollarını ileri atarak ölmekte olan adamın görüntüsü, Üç Mayıs diye adlandırdığımız kurşuna dizme sahnesi, bizzat ölümün görüntüsüdür, insan bunu asla bilemez, çünkü ölüm, meydana gelirken, kendinin bilincini ortadan kaldırır. Goya Üç Mayıs'ta ölümün bu anlık ışıltısını yakalar, ki bunun şimşek gibi parlaması ışığın parıltısını aşar: Bu ışıltıda yoğunluk görüntüyü imha eder. Resmin ifade gücü, hitabeti hiç bu kadar öteye gitmiş midir? Fakat bu çığlığın buradaki etkisi mutlak bir sessizliktir, daha doğmadan boğulmuş bir feryattır.”


Üç Mayıs 1808, Goya

‘Sanatların en özgürünün politik bir resimle zirveye erişmiş olması tuhaftır. [...] İspanyol halkının özgürlüğü için mücadelenin bir sanatçıyı esinin en üst derecesine ilk kez taşımadığı doğrudur. Dos de Mayos'ta kurşuna dizilenler, büyük bir çığlık atarak gözleri açık ölenler, kuşkusuz ki Goya’nın başyapıtıdır. Ve Prado Müzesindeki bu tuval, son faşist ‘mabedin’ tam kalbinde, Madrid’te, bütün zamanların ve bütün ülkelerin ‘direniş’ini yüceltmeye devam ediyor.”


İlgili okumalar:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/06/2-ve-3-mays-1808-goya.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2017/08/savasn-felaketleri-goya.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/01/massacre-in-korea-pablo-picasso.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/06/the-execution-1995-yue-minjun.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/04/goya.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/02/goya.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/04/3-mays-1808-goya.html

Caravaggio & Derek Jarman

                                                                                                                                                                                                                                                                                                Boy with a   Basket of  Fruit (1593,         Caravaggio)



               









             Bacchus (1596,  Caravaggio)

Amor Vincit Omnia (Caravaggio,1602)


"Amor Vincit Omnia" - Love Conquers All, by Caravaggio 1602




                                                                                            Caravaggio (1986, Derek Jarman)

















*

ilgili bağlantılar:

Medusa (Caravaggio, 1598)

Medusa, 1598



Caravaggio
 (Derek Jarman, 1986)

Arture'lerin Yaratıcısı

Yüksel Arslan’ın kendine yakın duyduğu yazarlar arasında Stirner, Nietzsche, Marquis de Sade, A. Jarry ve Rimbaud gibi burjuva dünyasının huzurunu kaçıran, uzlaşma tanımıyan davranışları yüzünden tek kalanlar geliyor. Psikoanalize karşı büyük bir ilgi duyuyor, yalnız bugün salgın halinde herkesin yüreğine işleyen kompleks korkusunu yersiz buluyor. Kompleksler hayvanda değil, insan varlığında ürüyorlar; onlarla hesaplaşma tek insanın işi olmalı, psikoanalizi bir “iman" haline getirmemeli. Sanat alanında manieristleri rönesans ustalarından çok seviyor. Bu sonuncular arasında yalnız Leonardo’yu -gene zamanının dışında kalan biri- ayırıyor. Leonardo'nun eserlerinden anatomi ve teknik buluşları ile ilgili olan desenleri onu çok etkiliyor. Sürrealist ressamlar arasında en çok sevdikleri: H. Bosch, Arcimboldo ve Max Ernst.

Etkiler, Yüksel’in etkisi altında kaldığı çağların ve mekânların, ayrıca kişilerin anlamlı portreleri yer alıyor. Hitit sanatından Mısır mumyalarına sıçrıyoruz. Geleneksel sanat ve halk sanatı örneklerinin etkilerini izliyoruz. İslâm sanatı yapımcılarının kullandığı araçlardan folklorik malzemeye uzanıyoruz. Kaçınılmaz bir biçimde Leonardo'nun portresi çıkıyor karşımıza. Van Gogh phallus'lu bir kulakla görünüyor, kesik kulak yerine. Bela Bartok “dâhiyane sadeliği” ile Arslan’ın ilgisini çekiyor. Rabelais’yi birkaç kez görüyoruz. Roland Topor’la bir Rabelais-Karagöz filmi yapmayı düşünüyorlar, ama gerçekleştiremiyorlar bunu. Ama Rabelais ile Karagözü bir arada gösteren tabloda profillerden biri Arslan'a, öbürü Topor'a benziyor. Aristophanes bir büst olarak kadınların arasında çıkıyor ortaya “barış” çağrısıyla. Nâzım Hikmet tablosunda ise bir avucun içinde koparılmış bir yürek atıyor. Başka bir yapıtta ise Nâzım binlerce insanın başında yürüyor. Kitleleri ardından sürüklüyor. Voltaire bir iskelet gibi, Mayakovski heyecanla bağırıyor. Belki söylev veriyor. Descartes “Düşünüyorum, öyleyse varım" der gibi. Gerard de Nerval ürkütüyor siyahlar içinde. Ezra Pound, dizide yer alan, Whitman’dan sonraki tek Amerikalı ozan, o da siyahlar içinde ve Canto'larının eşliğinde. Biri 19. yüzyılın, öbürü 20. yüzyılın lanetli ozanları. Henri Michaux karşımıza dalları Medusa başına benzeyen ağaçlar gibi çıkıyor.

 Burada da kalmıyor Yüksel Arslan, son yapıtlarını “İnsan" başlığı altında topluyor. Burada ise sanki bir bilim adamı titizliği ile çalışıyor, ruhsal özürlü insanları inceliyor. Eğri büğrü ellerin ve ayakların, acıyla burkulmuş gövdelerin çizimlerini buluyoruz. Yüksel Arslan böylece toplumsal hastalıklardan ruhsal ve kişisel hastalıklara atlıyor. İlgisi bütünüyle insanlığı kapsıyor.

Orhan Duru'nun
 yazısından

Walt Whitman / Thomas Eakins




Fotoğraflar ve resim: Thomas Eakins