Van Gogh etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Van Gogh etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Tarascon Yolunda Ressam, Van Gogh

Van Gogh, Tarascon Yolundaki Ressam adlı tablosunda kendisini, öğle vaktinin kuvvetli ışığının açık kahverengi toprağa düşürdüğü büyük mavi-siyah gölgesinin eşliğinde resmetmiştir. Theo’ya yazdığı ve tablosunu irdelediği mektubunda gölgeden hiç bahsetmez: Tablosu hakkında, “kutular, çubuklar ve bir tuvali yüklenmiş bir halde, gün ışığı altında Tarascon yoluna koyulmuş olan kendimi betimlediğim kabataslak bir çizim” der. Gelecek kuşakların gözünde bu, genelde hayatın ve özelde de ressamın hayatının metaforik bir imgesi olmuştur. Wilhelm Uhde’nin monografisinin (Phaidon, 1936) ilk sayfasında yer alan renkli reprodüksiyonunda, kendimizi altın bir efsanenin içinde buluruz:

Vincent Van Gogh adı bir dizi harika resmi akla getirir, fakat aynı zamanda da yükünü taşıdığı ve onu sonunda Golgotha’ya ulaştıracak acılarla dolu bir hayatı çağrıştırır. Onun hikâyesi (...) güneşi gördüğü güne ve güneş altındaki hayatın gizemini tanıyana kadar, niçin özlem ve acı çektiğini bilmeden, karanlık bir hapishanenin duvarları arasında dövünüp duran yalnız bir kalbin masalıdır. Güneşi gördüğü gün, kalbi güneşe doğru uçar ve ışınları arasında eriyip gider.


selfportrait-on-the-road-to-tarascon-the-painter-on-his-way-to-work-1888


Bize resimle ilgili mitlerin nasıl doğduğu hakkında pek çok şey anlatan bu satırların, en azından, Phaidon monografisinin reprodük­siyonuna bağlı olarak 1956 ve 1957 yılları arasında yaptığı altı çeşitleme serisinde Francis Bacon’u esinlemek gibi bir faydası olmuştu. Bacon, “yol üzerindeki (...) bir hayalete benzeyen bu tekinsiz figürü” tasvir etmek ve “yanan bir mumun kendi eriyen yağı içinde yok olması gibi” Van Gogh’un da kendi gölgesi içinde nasıl eridiğini göstermek istediğini iddia etmiş ve şu sonuca ulaşmıştı:

[Ölüm] [ressamları] gölgeleri gibi takip eder ve sanırım pek çok ressamın hayatın korunaksızlığının ve hiçliğinin bu denli farkında olmasının bir nedeni de budur.


Gölgenin Kısa Tarihi
kitabından

(bkz: Bacon - Van Gogh Çeşitlemeleri)

Rimbaud & Van Gogh

Rimbaud'nun çağdaşları olan öteki büyük kişileri - Nietzsche, Strindberg, Dostoyevski gibi insanları- düşündüğümde, onların yaşadığım ve bizim dahilerimizin vermek zorunda oldukları sınavları fazlasıyla gölgede bırakan korkuları düşündüğümde, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısının, tarihin en rezil dönemlerinden biri olduğuna inanmaya başlıyorum. Hepsi de gelecek uyarılarıyla dolu bu şehitlerden, trajedisi Rimbaud'ya en fazla benzeyeni Van Gogh'du. Rimbaud'dan bir yıl önce doğmuştu ve onunla yaklaşık aynı yaştayken, kendi eliyle öldü. Tıpkı Rimbaud gibi o da çelik bir irade, nerdeyse insanüstü bir cesaret, olağanüstü bir enerji ve kararlılık gösterdi; aşılamaz zorluklara karşı böyle mücadele edebilirdi. Fakat hayatının baharında mücadeleden bitkin düşmesiyle de Rimbaud'ya benziyor; böylece yeteneklerle doluyken kıyıma uğradı.

Serserilikleri, sürekli meslek değiştirmeleri, feleğin çemberinden geçmeleri, başarısızlıkları, ikisini de kuşatan acemilik bulutu -ikisinde de ortak olan tüm bu unsurlar onları talihsizliğe uğramış ikizler gibi öne çıkarıyorlar. Yaşamlarının yazgıları, modern çağlarda bildiğimiz en acıklıları arasındalar. Hiç kimse Van Gogh'un mektuplarını her defasında sarsılmadan okuyamaz. Ne ki ikisinin arasındaki büyük fark, Van Gogh'un yaşamından bir ışıklanışın doğmasında yatıyor. Van Gogh'un ölümünden az önce, hastası için derin bir anlayışı olan Dr. Gachet, Vincent'in kardeşi Theo'ya şunları yazdı: " Sanat aşkı sözcüğü yeterli değil, inanç'tan söz etmek gerekiyor. - Uğruna Vincent'in şehit düştüğü inançtan!" Rimbaud'da büsbütün eksik olduğu görülen unsur budur: tanrıya, insanlara veya sanat'a inanç. Bunun eksikliği de bu yaşamın böyle gri, ara sıra adeta kapkara görünmesine neden oluyor. Aynı şekilde ikisinin mizaçları da çok sayıda önemli ortaklıklar gösteriyor. Onları birleştiren en güçlü bağ, sanatlarının arılığı. Bu arılığın ölçütü, acının diliyle verilmiştir. Yüzyıl dönümünden bu yana böyle bir ruh ağrısı mümkün gibi görünmüyor. Mutlaka daha iyi olması gerekmeyen, fakat sanatçının onun içinde daha duyarsız, daha kayıtsız olacağı yeni bir iklimde bulunuyoruz. Şimdi birisi bu can çekişme biçimini yaşar ve onu betimlerse "Umutsuz romantik" olarak damgalanıyor. Bir insandan böylesi duyarlıklar beklenmiyor artık.

Selfportrait of Van Gogh (detail)
Van Gogh 1880'de kardeşine olayların can damarına dokunan ve insanın kanını oynatan mektuplarından birini yazdı. Bu mektup okunduğunda insanın aklına Rimbaud gelecektir. Mektuplarındaki ifadeler çoğu kez şaşırtıcı benzerlikler taşıyorlar. Hiç bir zaman birbirlerine, kendilerini haksız suçlamalara karşı savundukları zamandan daha yakın değiller. Bu durumda Van Gogh kendini haytalık suçlamasına karşı savunuyor. Aylaklığın iki çeşidini, kötü ve yararlı türlerini ayrıntılı olarak betimliyor. Mektup sözcüğün tam anlamıyla bu konu üzerine bir vaaz, ve tekrar  tekrar bu mektuba dönmekte yarar var. Bir paragrafta Rimbaud'nun sözcüklerinin yankısını işitiyoruz... "Şunu veya bunu yadsıdığıma inanma" diye yazıyor. "Ben kendi inançsızlığımda bir tür inananım; değiştirilmiş olmama rağmen, yine de aynı kalıyorum ve benim ıstırabım yalnızca şurdan kaynaklanıyor: ben aslında neye yarıyorum? kendime bir biçimde yardımcı ve faydalı olamaz mıyım? bu konuda daha fazlasını nasıl öğrenebilir ve şu veya bu konuda nasıl derinleşebilirdim? Görüyor musun, bu bana sürekli acı veriyor ve sonra insan utanç içine düştüğünü, şu veya bu çalışmaya katılmasının imkansızlığını hissediyor, mutlaka gerekli duyulan şu veya bu şey menzil dışında kalıyor. Bu yüzden hüzünlenmiyor değilim; sonra, arkadaşlıkların ve yüksek ciddi duygudaşlıkların yer alabilecekleri boşlukları hissediyorum ve sonra korkunç yılgınlığın bizzat zihinsel enerjiyi nasıl kemirdiğini hissediyorum ve kader, duygudaşlık güdülerinin önüne bir set çekmiş görünüyor, ve bir sıkıntı seli, beni boğmak için yükseldikçe yükseliyor. Sonra insan haykırıyor.  'Tanrım daha ne kadar sürecek?"

Sonra buradan tembelliği, karaktersizliği, doğasının seviyesizliği yüzünden aylak olan insanla, başka türden bir aylaklık içinde olan, iradesine karşı üşengeç olan, içinde büyük bir eylem arzusuyla yanıp tutuşan, herhangi bir şey yapması imkansız olduğu için bir aylak olan insanlar arasında ayrım yapmaya geçiyor. Altın kafesteki kuşu betimliyor. Sonra da şu dokunaklı, yürek paralayıcı, kahredici sözleri ekliyor: "Ve çoğu kez koşullar insanları bir şeyler yapmaktan alıkoyar; herhangi bir korkunç, korkunç, son derece korkunç bir kafesin içinde tutsaktırlar. Biliyorum, sonra kurtuluş da vardır. Haklı veya haksız yere bozulmuş iyi bir nam, utanç, koşulların zorlaması, şanssızlık- tüm bunlar bizi tutsaklaştırır. Bizi kapatan, etrafımıza duvar ören, bizi mezara gömmüşe benzeyen şeyin aslında ne olduğu her zaman söylenemeyebilir, fakat yine de birtakım bölmeleri, parmaklıkları, duvarları hissederiz. Tüm bunlar kurmaca'dan, fanteziden mi ibaret? Sanmıyorum. Ve sonra şu soru sorulur: Tanrım, bu uzun süre, her zaman, tüm sonsuzluk boyunca sürecek mi? İnsanı bu tutsaklıktan neyin kurtardığını biliyor musun? Buna her derin, ciddi duygudaşlığın gücü yeter. Arkadaş olmak, kardeş olmak, sevmek-, bu hapishaneyi tüm gücüyle, büyülü kuvvetiyle açar. Oysa buna sahip olmayan biri, hapishanede kalır. Duygudaşlığın tazelendiği yere yaşam gelir."


Peyzajlar - Vincent Van Gogh

En kibar ve kültürlü ortamlarda, en iyi çevrelerde, en rahat durumlarda bile kişi içinde Robinson Crusoe'nin esas özelliklerinden, doğaya bağlı münzevilikten bir şeyler taşımalı, yoksa kendi köklerini yitirir.
 

Deniz sarımtıraktı, özellikle kıyıya yakın yerlerde; ufukta ak bir ışık çizgisi, onun üstünde korkunç, karanlık, kurşuni bulutlar... Bunlardan eğik çizgiler halinde boşanıyordu yağmur. Rüzgar kayaların arasındaki küçük patikanın tozlarını denize doğru uçuruyor, yeni açmış akdiken çalılarını, kayaların şurasından burasından boy vermiş şebboyları, bir o yana bir bu yana sallıyordu... Sağ yanda, yemyeşil, taptaze mısır tarlaları, daha uzakta ise bir vakitler Albrecht Dürer'in çizdiklerine benzeyen bir kent görünümü vardı. Kuleleri, değirmenleri, kurşuni damları, Gotik üslubunda evleri olan bir kent.. Eteklerinde bir Liman, iki yanında setlerin denize doğru iyice uzandığı.. Denizi geçen pazar akşamı da gördüm, her şey karanlık ve gri idi.. sonra şafak sökmeye başladı.

Saat daha çok erkendi, ama tarlakuşunun biri ötmeye başlamıştı bile. Denizin yakınındaki bülbüller de.. Uzakta, deniz fenerinin, koruma gemisinin ışıkları parlıyordu. 






Sanat ne büyük zenginliklerle dolu; insan gördüklerini unutmadıkça hiçbir zaman verimli düşüncelerden uzak, gerçekten yalnız ya da tek başına kalamaz.


 İlkbahar, taze, körpe yeşil mısır yaprakları ve pembe elma çiçekleridir.
Güz, sarı yapraklarla menekşemsi tonların birbirine karşıtlığıdır.
Kış, beyaz kar üstüne çizilmiş siyah siluetlerdir.
Ama, eğer yaz, mısırların altınsı bronzundaki turuncu öğesinin mavilere karşıtlığı ise, o zaman insan, mevsimlerin kendine özgü havasını, tamamlayıcı renklerin her birinin birbiriyle olan karşıtlığını kullanarak anlatabilir. (kırmızı ile yeşil, mavi ile turuncu, sarı ile menekşe, ak ile kara)


Ah, Theo, tonlar ve renkler ne büyük şeyler! Bunları hissetmeyi öğrenemeyen biri ise gerçek yaşamdan ne kadar uzakta!






Kırsal yaşamın resmini yapmak, son derece huzur verici bir şey. Yani, resim yapmak bir tür sığınılacak yuvadır, demek istiyorum ve ressam olan kişi yuva özlemi çekmez.


İnsanı kendi içinde kapalı tutan, çevresine aşılmaz duvarlar ören, hatta, sanki toprağa gömen şey nedir, her zaman bilemeyebilir, ama yine de bir takım parmaklıkların, kapalı kapıların, duvarların varlığını hissederiz. Bütün bunlar hayali mi, kafamda uydurduğum fanteziler mi? Sanmıyorum. Sonra soruyorsun kendi kendine: "Tanrım! Daha çok sürecek mi bu? Hep mi böyle sürüp gidecek? Sonsuzluğa dek mi?" Kişiyi bu esaretten çekip kurtaran şey nedir bilir misin? Çok derin ve ciddi sevgi. Dost olmak, kardeş olmak, sevmek.. En üstün erk ile, sanki sihirli bir güçle hapishanenin kapısını açan bu işte.. Bu olmadı mı insan ömür boyu hapiste yaşıyor..

Duygu birliğinin yeniden doğduğu yerde yaşam yeniden başlar.

Sorrow (Van Gogh)


Bazı insanlara dokunaklı gelecek desenler yapmak istiyorum. "Sorrow" (Acı") küçük bir başlangıç. 'Meerdervort Caddesi', 'Rejswijk Çayırları', 'Balık Kurutma Yeri' gibi ufak peyzajlar da küçük bir başlangıç belki. Ama, bunlarda doğrudan doğruya yüreğimden kopup gelen bir şeyler var hiç değilse.

Figürde olsun peyzajda olsun, duygusal bir melankoliyi değil, gerçek ve derin acıyı anlatabilmek isterdim. 

Vincent

Kargalar (Artaud & Gogh)

Wheat Field with Crows
Ölümünden iki gün önce resmedilmiş kargalar, tıpkı öbür tualleri gibi, ona belirli bir ölüm sonrası ününün kapısını açmamışlardır, ama onlar resmedilmiş resme ya da daha doğrusu resmedilmemiş doğaya olanalı bir öte'nin, olanaklı bir sürekli gerçekliğin gizli kapısını açmaktadırlar - gizemli ve uğursuz bir öte'nin Van Gogh tarafından açılan kapısı arasından.

Olağan değildir görmek, bir insanın, karnında onu öldürmüş tüfek atışıyla, bir tual üstüne kargalar yığmasını, altında belki kurşuni mor olan, ama boş olduğu kesin, toprağın şarap tortusu renginin buğdayların pis sarısıyla çılgınca çarpıştığı bir ovayla.

Ama Van Gogh'tan başka hiçbir ressam onun gibi, kargalarını resmetmek için, akşamın inen ışığına yakalanmış karga kanatlarının bu yer mantarı siyahını, bu "zengin yemek" ve aynı anda sanki dışkısal gibi olan siyahını bulmayı başaramamıştır.

Ve neden yakınmakta aşağıda toprak, kanatları altında gösterişli kargaların, ki herhalde tek Van Gogh için gösterişli ve, diğer yandan, artık ona dokunmayacak bir acının şatafatlı habercisi?

Çünkü buraya kadar hiçkimse toprağı şu kirli çamaşır yapmamıştı, şarapla burulmuş ve bulanmış kana.

Wheat Field with Crows


Tablonun göğü çok alçaktır, ezik,
morumsu, yıldırımdan kenar yolları gibi.
Boşluğun alışılmamış karanlık püskülü, şimşek sonrası yükselen.
Van Gogh kargalarını, intihar etmiş insan dalağının siyah mikropları gibi üst kısmın birkaç metre yakınına ve sanki tualin altından gibi bırakmıştır,
siyah bıçak yarası boyunca çizginin, ondaki, zengin tüylerinin çırpışı yeryüzü fırtınasının çalkantısı üstünde yukarıdan bir soluk kesilmesinin tehditlerini dayandırmaktadır.

 Oysa bütün tablo zengindir.
Zengin, görkemli ve sakin, tablo.

Café Terrace at Night (Vincent Van Gogh)

1888


Kahvenin akşam üzeri dışarıdan görünüşü; terasında küçük figürler oturmuş içki içiyorlar. Koskoca sarı bir lamba terası, sokaktaki evleri ve kaldırımları aydınlatıyor ve ışığını parke taşlarına taşırarak onları pembemsi mor bir renge boyuyor. Sokaktaki evlerin ön yüzleri, yıldızlı mavi göğün altında koyu mavi ve morumsu. Önde yeşil bir ağaç var. İşte sana hiç siyah kullanmadan yapılmış bir gece resmi -yalnızca güzelim maviler, morlar ve yeşiller var bu resimde, Kahve de aydınlatılınca rengi kükürt sarısıyla limoniye dönüşüyor.

Vincent


Starry Night (Vincent Van Gogh)

Starry Night Over the Rhone

Bu akşam bomboş deniz kıyısı boyunca yürüyüşe çıktım. Neşeli değildi ama kederli de değildi, yalnızca çok çok güzeldi. Gökyüzünün derin mavisi üstünde benek benek bulutlar vardı -kimisi yoğun kobaltın temel mavisinden daha yoğun koyu bir mavi, kimisi de, Samanyolu'nun ak mavisini çağrıştıran daha açık maviydi. Bu mavi derinlikte yıldızlar ışıl ışıldı; yeşilimsi, sarı, beyaz, pembe, yıldızlar bizim orada olduğundan, hatta Paris'te olduğundan daha parlak, daha bir mücevher gibi yanıp sönüyorlardı; sanki opaller, zümrütler, yakutlar, safirler saçılmıştı gökyüzüne.

Vincent

Van Gogh (1991, Maurice Pialat)






Toplumun Bir Müntehiri "Van Gogh" (Antonin Artaud)


Yalnız başına intihar edilmez.
Kimse yalnız olmamıştır doğmak için.
Kimse de yalnız değildir ölmek için.
Ama intihar durumunda, doğaya karşı kendi hayatından kendini yoksun etme eylemine vücudu karar verdirmek için bir kötü varlıklar ordusu gereklidir.  
Ve inanıyorum ki son ölüm dakikasında, hep başka biri vardır, bizi kendi hayatımızdan yoksun bırakmak için.

İşte böylece Van Gogh kendini mahkum etti, çünkü yaşamayı bitirmişti ve, kardeşine mektuplarının sezinlettiği gibi, çünkü kardeşinin bir oğlunun doğumu karşısında,
kendini beslenmesi gereken fazladan bir ağız olarak hissetmişti.

Ama özellikle de Van Gogh sonunda kavuşmak istiyordu o sonsuzluğa, ona ki, söylediğine göre, bir yıldıza giden bir trene binilir gibi gidilir,
ve hayattan kurtulmaya iyice kara verildiği gün binilip gidilir.

Bazı bilinçler vardır ki, kimi günler, basit bir çelişki yüzünden kendilerini öldürebilirler, ve bunun için deli, kataloğa girmiş deli olmak gerekmez, tersine, sağlıklı olmak ve aklı kendi tarafında bulundurmak yeterlidir.

Ben, benzer durumda, çoğu kez başıma geldiği gibi, bana "Bay Artaud, sayıklıyorsunuz" denilmesini duymaya bir cinayet işlemeden artık dayanamam.
Ve Van Gogh, bunun kendisine denildiğini duydu.
Ve bu yüzden gerildi boğazına, onu öldürmüş olan bu kan düğümü.

Bedroom in Arles (Vincent)

1888


"Bu kez yalnızca benim yatak odam... Resme bakmak insan beynini ya da düş gücünü dinlendirmelidir..."

"Duvarlar soluk mor renkte. Düşeme kırmızı tuğladan yapılmış.

"Yatağın ve iskemlenin tahtası taze tereyağı sarısı, çarşaflar ve yastıklar çok açık limon yeşili

"Yatak örtüsü kızıl. Pencere yeşil.

"Tuvalet masası turuncu, leğen mavi.

"Kapılar leylak rengi.

" Ve hepsi bu - bu odada panjurları kapalı hiçbir şey yok...

"Eşyaların geniş çizgileri gene dokunulmazlığı olan bir dinlenme havası ifade etmeli. Duvarlarda bir iki tablo, bir ayna, bir havlu ve birkaç giysi.

"Dinlenmem için zorla yatırıldığım odadan alınmış bir intikam..."

Vincent

Selfportraits - Vincent Van Gogh


 27 Temmuz 1890. Auvers-sur-Oise kırları.
Kızgın bir güneş.
"İmkansız, imkansız" diye söylenir. Bir köylü duymuştur kendi kendisiyle konuşan bu garip ressamın son sözcüklerini. Nedir imkansız olan? Yaşam mı? Resim mi? Yoksa ikisi birden mi? Auvers şatosunun yakınlarında, cebinden tabancayı çıkarır, göğsüne, sol memesinin altına çevirir namluyu. Tetiğe basar. Sırtüstü düştüğünde, gökyüzü, güneşiyle birlikte üstüne düşüyordur. 
Son iki ayda (Haziran / Temmuz) yetmiş yağlı boya tablo gerçekleştirmiştir. Otuz-iki de desen. Otuz yedi yaşındadır. Kanayan yara. Gökyüzünü ve güneşi hiç bu kadar yakından görmemiştir. Gözlerini Kırpıştırır: renkler, renkler, renkler... Paramparça, sanki bir ışık yağmuru.
Bu ne biçim ölüm? diye düşünür. Gözlerini yumar. Kanayan kurşun yarası. Gözlerini yummasıyla birlikte daha yoğun bir renk, ışık yağmuru.
Nereye gidiyorum böyle? diye sorar kendi kendine. Nereden geldiklerini ve ne olduklarını bilen kişilerin, son soluklarında sordukları soru bu mudur?

(Yazı: Ferit Edgü)




Kuşkusuz hastalığının kalıtımsal olduğunu bilmiyordu. Bu nedenle kimseyi lanetlemiyordu. Kendini lanetliyordu. İşe yaramaz bir yaratıksın sen! Bir aşka bile yaramayan bir yaratık! Kendisini kendi eliyle dünyanın sınırlarına attığını, (hastalığıyla ve hastalığına karşın) nasıl olup da görmemişti? Nasıl olup da bambaşka bir yazgısı olduğunu, bambaşka bir duyarlılığı olduğunu, bambaşka bir aklı olduğunu, bambaşka bir sezişi olduğunu, bunların sonucunda bambaşka bir sanatı olduğunu nasıl olur da görmemiş, sezmemişti? Nasıl olur da inanmamıştı kendine? Hayır, tümüyle doğru değil bu dediklerim.

Biraz, bir başkası olduğunu sezmişti.
Biraz, değişik bir yapısı olduğunu sezmişti.
Biraz, yeni bir resim yarattığını sezmişti.
 Ama güven duygusu için hep başkalarına gereksinimi olmuştu. Resmini satmak, eleştirmenlerce alkışlanmak için değil. Yalnızca sezgilerinin, yaratılarının az buçuk doğrulanması için. Artaud'nun deyişiyle, "toplumun müntehiri" olduğunun bilincinde değildi. Çıkmaz sokakta kendi kendisiyle karşılaşan ve o şaşkınlıkta karşısındakine ateş açan, onu, yani kendini öldürendi. Bunalım. Daha önce yazdım: karşıtlıkların bunalımı. Hem yaşamın, hem ölümün. Hem yeteneğin, hem yeteneksizliğin. Ve düşlediklerini hiçbir zaman gerçekleştirememenin bunalımı. Bu bunalımı yaşayan bir sanatçı, hiç kuşkusuz, o çıkmaz sokakta, karşısına çıkan kendini öldürebilir. Oysa, onun yürüdüğü yol, hiç de çıkmaz sokak değildi. Ve karşıdan gelen de kendisi değildi. Çifte yanılgı. Oysa, bir intihar için tek bir yanılgı bile yeter.


The Potato Eaters (Vincent Van Gogh)

1885


Bakanlara, elleriyle önlerindeki kaba uzanıp gaz lambası ışığında patates yiyen bu insanların, toprağa da aynı ellerle uzandıklarını anlatabilmek için gerçekten çok çaba harcadım.
Bu resmin ardındaki düşünce, kol gücüyle çalışan bu insanların önlerindeki yemeği hak ettikleri, dürüstçe kazandıklarıdır. Köylüleri var olandan daha farklı bir ışık altında görmeyi yeğleyenler ise hiç umurumda değil.

Vincent

Study for a Portrait of Van Gogh - Francis Bacon






*

The Painter on the Road to Tarascon  - Vincent Van Gogh  1888

*

 “Vincent Van Gogh resmin en büyük dehalarından ve benim en büyük kahramanlarımdan biridir. Onun, nesnelerin gerçekliğinin muhteşem görüntüsünü abartısız resmetme yeteneği olduğunu düşünüyorum. Provence’da ve manzaralarını yaptığı Crau’da bunu çok açık bir şekilde gördüm. Tamamen çorak, düz ve çıplak arazilere sahip Crau’ya resimlerinde kendi tarzıyla inanılmaz bir canlılık ve gerçeklik kazandırdığını fark ettim.”

Francis Bacon