Les Amours İmaginers (2010, Xavier Dolan)





Mantığın ötesindeki tek gerçek aşk'tır
Alfred de Musset


Lautreamont & Rimbaud

Rimbaud'nun hiç tanımadığı, kendisiyle hemen hemen aynı dönemde yazan ve daha çok Lautreamont olarak bilinen Isidore Ducasse, Les Chants de Maldoror'u (Maldoror'un Şarkıları) yazarak Un Saiso en enfer'den (Cehennemde Bir Mevsim) önce davranan bir yapıt ortaya koymuştu. Lautreamont'unki belki de daha büyük bir başarıydı, çünkü onun yapıtının özgünlüğü ve bilinçdışını amansızca infilak ettirmesi başka yapıtlardan çok onu Freud/Jung ve üstgerçekçilerin öncüsü durumuna getiriyor.

Rimbaud'yu tanıdığımız kadar tanımıyoruz Lautreamont'u -1870'de, yirmi dört yaşındayken tam olarak açığa kavuşmamış koşullarda öldü. Maldoror'un yabanıllığı, imgelerin göz alıcılığı, yapıtın sayfalarını dolduran sanrılı hayvan öyküleri, on dokuzuncu yüzyıl insanının kendini üzerinde güvenlikte varsaydığı köprünün her kalasına saldırışındaki şiddet onun kitabını ötekininkine göre daha yıkıcı kılıyor. Lautreamont'tan bir dize okumak onun o sayfaya bir molotof kokteyli attığını ve giysileri tutuşmuş halde olay yerinden tüydüğünü görmek gibi bir şeydir. Lautreamont hem kendisini hem öznesini öldürür: Rimbaud'nun katiller çağı bilmeden yirminci yüzyılın imgelemsel ve askeri kırımlarından önce davranan iki ateşleyici yapıtın varlık bulmasına yol açan o tuhaf ortak yaşarlıktan söz eder. Rimbaud on yedi, Lautreamont ise yirmi yaşında nükleerin nabzını dinliyordu. Bizi bekleyen beyaz kış onlar için cayır cayır yanan bir yazdı. Rastlaşmış olsalardı aralarında hiçbir yakınlık, kardeşlik doğmayacaktı. Rimbaud, Lautreamont'dan çalmış olabilir: Maldoror'un Şarkıları'nın ilk ve tam baskısı 1869'da, Brüksel'de Lacroix,Verboeckhoven tarafından yapılmıştı. Bir yıl sonra Lautreamont öldü. Ölüsü Fauourg Montmartre Sokağı 7 numaralı otel odasında bulundu, vefat belgesine ölüm nedeni olarak hiçbir şey yazılmadı. (sans autres renseignements) Paris'in Prusya kuşatması altında bulunduğu yılın kışıydı: Lautreamont açlıktan, hastalıktan ölmüş olabilir; kendini öldürmüş ya da biri tarafından öldürülmüş olabilir. Geriye nereneyse hiçbir kanıt bırakmadı. Maldoror ile Poises bize armağan ettiği iki yapıt. Rimbaud gibi Lautreamont da iç mekana sığınmıştı. Montevideoa'da doğan ve diplomat babasının eziyetlerine katlanan Lautreamont (annesinin intihar etmiş olma olasılığı var) eğitim görmek üzere Tarbes'e gönderildi, daha sonra da Paris'e geçti. Maldoror'un ilk Chant'ı 1868'de yayınlanmış, ertesi yıl ikinci kez de Evariste Carrance'ın Parfumes de l'ame seçkisinde yer almıştı. Rimbaud'yu sayıklamaya götüren Baudelaire'in şiiri değil, daha çok Maldoror'dur. Onda kendisininkinden daha amansız bir duyarlılık, sarsıcılığının sınırı olmayan bir şiir vardı. Rimbaud'nun şiiri yazınsal beğeni tarafından daha kolay kabul gördüyse bunun nedeni gelenek düşmanlığının berininkine göre daha az azgın olmasıydı.   

 Gerçekten de Lautreamont'un keşfedilmesi için üst gerçekçilere mi gerek vardı? Şiir istediği kadar az sayıda basılmış olsun doğru ellere geçmenin yolunu bulur. Müstehcenliğe onca meraklı olan Verlaine acaba Les Chant'ı biliyor olamaz mıydı ve kitap böylece Rimbaud'nun eline geçmiş olamaz mıydı - o da kendisinin fırtınalı ve patlayıcı bir iç evreni bulguladığı sıraya denk gelen bu şeyden hiç kapak açmamış olamaz mıydı? Rimbaud ile Lautreamont zaman ve mekan engelini yıkıp geçmişler, kökü ortak bilinçdışına dayanan felaketli parçalanmaya ve volkanik püskürmeye parmak basmışlardı, ivme kazanan o lav dalgası, hızlandırıcı bir kasırga gibi yirminci yüzyıla çarparak kırılacaktı.

Jeremy Reed
Rimbaud - Sayıklamalar
sf. 20 -22 

The Mystery of Picasso

 The Mystery of Picasso, 1956
 Henri-Georges Clouzot

"Sarhoş Kayık" şiirini yazarken Rimbaud'nun zihninde neler gerçekleştiğini bilmek için neler vermezdik. Jupiter Senfonisini bestelerken, Mozart'ın aklındakileri... Yaratıcı kişiye bu tehlikeli macerada yol gösteren gizli mekanizmayı bilmek, Tanrıya şükür, şiir ve müzik için imkansız olan resim için mümkün. Bir ressamın zihninde neler olduğunu bilmek için, sadece onun ellerini takip etmeliyiz. Ressamın tuhaf macerasına şahit olacaksınız. Gergin ipte dengeli bir şekilde yürüyorken, kayarken. Bir kavis onu sağa götürüyor, Bir nokta onu sola itiyor. Eğer toparlayamazsa, herşey boşa gider, herşey yok olur. Ressam, beyaz tualdeki karanlık üzerinde el yordamıyla ilerleyen kör bir zihin gibidir. Gittikçe belirginleşen ışık aslında, ressamın paradokssal bir biçimde siyahlardan biriktirerek yarattığı ışıktır. İlk defa, bu dahi kör adamın günlük ve gizli draması... bir seyirci karşısında oynanacak. Pablo Picasso, bugünü sizin karşınızda ve sizinle yaşamayı kabul ettiği için.




Yalnız İnsan

    Yaşamda kimse paylaşmayacak -paylaşamayacak-
    Senin tutkularını.
    Onları hep, yaşayıp, yaşayıp, unutacaksın.
    Yalnız, yaşayacaksın.
    Yalnız yaşayacaksın.

Oruç Aruoba

Peyzajlar - Vincent Van Gogh

En kibar ve kültürlü ortamlarda, en iyi çevrelerde, en rahat durumlarda bile kişi içinde Robinson Crusoe'nin esas özelliklerinden, doğaya bağlı münzevilikten bir şeyler taşımalı, yoksa kendi köklerini yitirir.
 

Deniz sarımtıraktı, özellikle kıyıya yakın yerlerde; ufukta ak bir ışık çizgisi, onun üstünde korkunç, karanlık, kurşuni bulutlar... Bunlardan eğik çizgiler halinde boşanıyordu yağmur. Rüzgar kayaların arasındaki küçük patikanın tozlarını denize doğru uçuruyor, yeni açmış akdiken çalılarını, kayaların şurasından burasından boy vermiş şebboyları, bir o yana bir bu yana sallıyordu... Sağ yanda, yemyeşil, taptaze mısır tarlaları, daha uzakta ise bir vakitler Albrecht Dürer'in çizdiklerine benzeyen bir kent görünümü vardı. Kuleleri, değirmenleri, kurşuni damları, Gotik üslubunda evleri olan bir kent.. Eteklerinde bir Liman, iki yanında setlerin denize doğru iyice uzandığı.. Denizi geçen pazar akşamı da gördüm, her şey karanlık ve gri idi.. sonra şafak sökmeye başladı.

Saat daha çok erkendi, ama tarlakuşunun biri ötmeye başlamıştı bile. Denizin yakınındaki bülbüller de.. Uzakta, deniz fenerinin, koruma gemisinin ışıkları parlıyordu. 






Sanat ne büyük zenginliklerle dolu; insan gördüklerini unutmadıkça hiçbir zaman verimli düşüncelerden uzak, gerçekten yalnız ya da tek başına kalamaz.


 İlkbahar, taze, körpe yeşil mısır yaprakları ve pembe elma çiçekleridir.
Güz, sarı yapraklarla menekşemsi tonların birbirine karşıtlığıdır.
Kış, beyaz kar üstüne çizilmiş siyah siluetlerdir.
Ama, eğer yaz, mısırların altınsı bronzundaki turuncu öğesinin mavilere karşıtlığı ise, o zaman insan, mevsimlerin kendine özgü havasını, tamamlayıcı renklerin her birinin birbiriyle olan karşıtlığını kullanarak anlatabilir. (kırmızı ile yeşil, mavi ile turuncu, sarı ile menekşe, ak ile kara)


Ah, Theo, tonlar ve renkler ne büyük şeyler! Bunları hissetmeyi öğrenemeyen biri ise gerçek yaşamdan ne kadar uzakta!






Kırsal yaşamın resmini yapmak, son derece huzur verici bir şey. Yani, resim yapmak bir tür sığınılacak yuvadır, demek istiyorum ve ressam olan kişi yuva özlemi çekmez.


İnsanı kendi içinde kapalı tutan, çevresine aşılmaz duvarlar ören, hatta, sanki toprağa gömen şey nedir, her zaman bilemeyebilir, ama yine de bir takım parmaklıkların, kapalı kapıların, duvarların varlığını hissederiz. Bütün bunlar hayali mi, kafamda uydurduğum fanteziler mi? Sanmıyorum. Sonra soruyorsun kendi kendine: "Tanrım! Daha çok sürecek mi bu? Hep mi böyle sürüp gidecek? Sonsuzluğa dek mi?" Kişiyi bu esaretten çekip kurtaran şey nedir bilir misin? Çok derin ve ciddi sevgi. Dost olmak, kardeş olmak, sevmek.. En üstün erk ile, sanki sihirli bir güçle hapishanenin kapısını açan bu işte.. Bu olmadı mı insan ömür boyu hapiste yaşıyor..

Duygu birliğinin yeniden doğduğu yerde yaşam yeniden başlar.

Sorrow (Van Gogh)


Bazı insanlara dokunaklı gelecek desenler yapmak istiyorum. "Sorrow" (Acı") küçük bir başlangıç. 'Meerdervort Caddesi', 'Rejswijk Çayırları', 'Balık Kurutma Yeri' gibi ufak peyzajlar da küçük bir başlangıç belki. Ama, bunlarda doğrudan doğruya yüreğimden kopup gelen bir şeyler var hiç değilse.

Figürde olsun peyzajda olsun, duygusal bir melankoliyi değil, gerçek ve derin acıyı anlatabilmek isterdim. 

Vincent

Kargalar (Artaud & Gogh)

Wheat Field with Crows
Ölümünden iki gün önce resmedilmiş kargalar, tıpkı öbür tualleri gibi, ona belirli bir ölüm sonrası ününün kapısını açmamışlardır, ama onlar resmedilmiş resme ya da daha doğrusu resmedilmemiş doğaya olanalı bir öte'nin, olanaklı bir sürekli gerçekliğin gizli kapısını açmaktadırlar - gizemli ve uğursuz bir öte'nin Van Gogh tarafından açılan kapısı arasından.

Olağan değildir görmek, bir insanın, karnında onu öldürmüş tüfek atışıyla, bir tual üstüne kargalar yığmasını, altında belki kurşuni mor olan, ama boş olduğu kesin, toprağın şarap tortusu renginin buğdayların pis sarısıyla çılgınca çarpıştığı bir ovayla.

Ama Van Gogh'tan başka hiçbir ressam onun gibi, kargalarını resmetmek için, akşamın inen ışığına yakalanmış karga kanatlarının bu yer mantarı siyahını, bu "zengin yemek" ve aynı anda sanki dışkısal gibi olan siyahını bulmayı başaramamıştır.

Ve neden yakınmakta aşağıda toprak, kanatları altında gösterişli kargaların, ki herhalde tek Van Gogh için gösterişli ve, diğer yandan, artık ona dokunmayacak bir acının şatafatlı habercisi?

Çünkü buraya kadar hiçkimse toprağı şu kirli çamaşır yapmamıştı, şarapla burulmuş ve bulanmış kana.

Wheat Field with Crows


Tablonun göğü çok alçaktır, ezik,
morumsu, yıldırımdan kenar yolları gibi.
Boşluğun alışılmamış karanlık püskülü, şimşek sonrası yükselen.
Van Gogh kargalarını, intihar etmiş insan dalağının siyah mikropları gibi üst kısmın birkaç metre yakınına ve sanki tualin altından gibi bırakmıştır,
siyah bıçak yarası boyunca çizginin, ondaki, zengin tüylerinin çırpışı yeryüzü fırtınasının çalkantısı üstünde yukarıdan bir soluk kesilmesinin tehditlerini dayandırmaktadır.

 Oysa bütün tablo zengindir.
Zengin, görkemli ve sakin, tablo.

Café Terrace at Night (Vincent Van Gogh)

1888


Kahvenin akşam üzeri dışarıdan görünüşü; terasında küçük figürler oturmuş içki içiyorlar. Koskoca sarı bir lamba terası, sokaktaki evleri ve kaldırımları aydınlatıyor ve ışığını parke taşlarına taşırarak onları pembemsi mor bir renge boyuyor. Sokaktaki evlerin ön yüzleri, yıldızlı mavi göğün altında koyu mavi ve morumsu. Önde yeşil bir ağaç var. İşte sana hiç siyah kullanmadan yapılmış bir gece resmi -yalnızca güzelim maviler, morlar ve yeşiller var bu resimde, Kahve de aydınlatılınca rengi kükürt sarısıyla limoniye dönüşüyor.

Vincent


Starry Night (Vincent Van Gogh)

Starry Night Over the Rhone

Bu akşam bomboş deniz kıyısı boyunca yürüyüşe çıktım. Neşeli değildi ama kederli de değildi, yalnızca çok çok güzeldi. Gökyüzünün derin mavisi üstünde benek benek bulutlar vardı -kimisi yoğun kobaltın temel mavisinden daha yoğun koyu bir mavi, kimisi de, Samanyolu'nun ak mavisini çağrıştıran daha açık maviydi. Bu mavi derinlikte yıldızlar ışıl ışıldı; yeşilimsi, sarı, beyaz, pembe, yıldızlar bizim orada olduğundan, hatta Paris'te olduğundan daha parlak, daha bir mücevher gibi yanıp sönüyorlardı; sanki opaller, zümrütler, yakutlar, safirler saçılmıştı gökyüzüne.

Vincent

Van Gogh (1991, Maurice Pialat)






Toplumun Bir Müntehiri "Van Gogh" (Antonin Artaud)


Yalnız başına intihar edilmez.
Kimse yalnız olmamıştır doğmak için.
Kimse de yalnız değildir ölmek için.
Ama intihar durumunda, doğaya karşı kendi hayatından kendini yoksun etme eylemine vücudu karar verdirmek için bir kötü varlıklar ordusu gereklidir.  
Ve inanıyorum ki son ölüm dakikasında, hep başka biri vardır, bizi kendi hayatımızdan yoksun bırakmak için.

İşte böylece Van Gogh kendini mahkum etti, çünkü yaşamayı bitirmişti ve, kardeşine mektuplarının sezinlettiği gibi, çünkü kardeşinin bir oğlunun doğumu karşısında,
kendini beslenmesi gereken fazladan bir ağız olarak hissetmişti.

Ama özellikle de Van Gogh sonunda kavuşmak istiyordu o sonsuzluğa, ona ki, söylediğine göre, bir yıldıza giden bir trene binilir gibi gidilir,
ve hayattan kurtulmaya iyice kara verildiği gün binilip gidilir.

Bazı bilinçler vardır ki, kimi günler, basit bir çelişki yüzünden kendilerini öldürebilirler, ve bunun için deli, kataloğa girmiş deli olmak gerekmez, tersine, sağlıklı olmak ve aklı kendi tarafında bulundurmak yeterlidir.

Ben, benzer durumda, çoğu kez başıma geldiği gibi, bana "Bay Artaud, sayıklıyorsunuz" denilmesini duymaya bir cinayet işlemeden artık dayanamam.
Ve Van Gogh, bunun kendisine denildiğini duydu.
Ve bu yüzden gerildi boğazına, onu öldürmüş olan bu kan düğümü.

Bedroom in Arles (Vincent)

1888


"Bu kez yalnızca benim yatak odam... Resme bakmak insan beynini ya da düş gücünü dinlendirmelidir..."

"Duvarlar soluk mor renkte. Düşeme kırmızı tuğladan yapılmış.

"Yatağın ve iskemlenin tahtası taze tereyağı sarısı, çarşaflar ve yastıklar çok açık limon yeşili

"Yatak örtüsü kızıl. Pencere yeşil.

"Tuvalet masası turuncu, leğen mavi.

"Kapılar leylak rengi.

" Ve hepsi bu - bu odada panjurları kapalı hiçbir şey yok...

"Eşyaların geniş çizgileri gene dokunulmazlığı olan bir dinlenme havası ifade etmeli. Duvarlarda bir iki tablo, bir ayna, bir havlu ve birkaç giysi.

"Dinlenmem için zorla yatırıldığım odadan alınmış bir intikam..."

Vincent

Selfportraits - Vincent Van Gogh


 27 Temmuz 1890. Auvers-sur-Oise kırları.
Kızgın bir güneş.
"İmkansız, imkansız" diye söylenir. Bir köylü duymuştur kendi kendisiyle konuşan bu garip ressamın son sözcüklerini. Nedir imkansız olan? Yaşam mı? Resim mi? Yoksa ikisi birden mi? Auvers şatosunun yakınlarında, cebinden tabancayı çıkarır, göğsüne, sol memesinin altına çevirir namluyu. Tetiğe basar. Sırtüstü düştüğünde, gökyüzü, güneşiyle birlikte üstüne düşüyordur. 
Son iki ayda (Haziran / Temmuz) yetmiş yağlı boya tablo gerçekleştirmiştir. Otuz-iki de desen. Otuz yedi yaşındadır. Kanayan yara. Gökyüzünü ve güneşi hiç bu kadar yakından görmemiştir. Gözlerini Kırpıştırır: renkler, renkler, renkler... Paramparça, sanki bir ışık yağmuru.
Bu ne biçim ölüm? diye düşünür. Gözlerini yumar. Kanayan kurşun yarası. Gözlerini yummasıyla birlikte daha yoğun bir renk, ışık yağmuru.
Nereye gidiyorum böyle? diye sorar kendi kendine. Nereden geldiklerini ve ne olduklarını bilen kişilerin, son soluklarında sordukları soru bu mudur?

(Yazı: Ferit Edgü)




Kuşkusuz hastalığının kalıtımsal olduğunu bilmiyordu. Bu nedenle kimseyi lanetlemiyordu. Kendini lanetliyordu. İşe yaramaz bir yaratıksın sen! Bir aşka bile yaramayan bir yaratık! Kendisini kendi eliyle dünyanın sınırlarına attığını, (hastalığıyla ve hastalığına karşın) nasıl olup da görmemişti? Nasıl olup da bambaşka bir yazgısı olduğunu, bambaşka bir duyarlılığı olduğunu, bambaşka bir aklı olduğunu, bambaşka bir sezişi olduğunu, bunların sonucunda bambaşka bir sanatı olduğunu nasıl olur da görmemiş, sezmemişti? Nasıl olur da inanmamıştı kendine? Hayır, tümüyle doğru değil bu dediklerim.

Biraz, bir başkası olduğunu sezmişti.
Biraz, değişik bir yapısı olduğunu sezmişti.
Biraz, yeni bir resim yarattığını sezmişti.
 Ama güven duygusu için hep başkalarına gereksinimi olmuştu. Resmini satmak, eleştirmenlerce alkışlanmak için değil. Yalnızca sezgilerinin, yaratılarının az buçuk doğrulanması için. Artaud'nun deyişiyle, "toplumun müntehiri" olduğunun bilincinde değildi. Çıkmaz sokakta kendi kendisiyle karşılaşan ve o şaşkınlıkta karşısındakine ateş açan, onu, yani kendini öldürendi. Bunalım. Daha önce yazdım: karşıtlıkların bunalımı. Hem yaşamın, hem ölümün. Hem yeteneğin, hem yeteneksizliğin. Ve düşlediklerini hiçbir zaman gerçekleştirememenin bunalımı. Bu bunalımı yaşayan bir sanatçı, hiç kuşkusuz, o çıkmaz sokakta, karşısına çıkan kendini öldürebilir. Oysa, onun yürüdüğü yol, hiç de çıkmaz sokak değildi. Ve karşıdan gelen de kendisi değildi. Çifte yanılgı. Oysa, bir intihar için tek bir yanılgı bile yeter.


The Potato Eaters (Vincent Van Gogh)

1885


Bakanlara, elleriyle önlerindeki kaba uzanıp gaz lambası ışığında patates yiyen bu insanların, toprağa da aynı ellerle uzandıklarını anlatabilmek için gerçekten çok çaba harcadım.
Bu resmin ardındaki düşünce, kol gücüyle çalışan bu insanların önlerindeki yemeği hak ettikleri, dürüstçe kazandıklarıdır. Köylüleri var olandan daha farklı bir ışık altında görmeyi yeğleyenler ise hiç umurumda değil.

Vincent

"Şiir" - Fernando Pessoa

 Ben felsefeden esinlenmiş bir şairdim, yoksa şiirsel yetilere sahip bir filozof değil. Şeylerdeki güzelliğe tutkuyla hayrandım; ayırt edilemeyenin ve minnacık ayrıntının içinde, evrenin şiirsel ruhunu algılıyordum.

Şiir her şeyde vardır... yeryüzünde ve denizde, göllerde ve nehir kıyılarında. Şehirlerde de şiire rastlanır - hiç inkar etmeye kalkmayın; benim için bu, oturduğum yerde bile aşikardır: bu masada, bu kağıt parçasında, bu mürekkep hokkasında; sokaktaki arabaların sarsıntısında, sokağın karşı tarafında, bir kasap dükkanının tabelasını boyayan işçinin küçücük, kaba ve gülünç hareketlerinin her birinde.

Benim içsel duyum beş duyuma öylesine hakimdir ki yaşamın nesnelerini başkalarından farklı gördüğüme eminim. Bir kapının anahtarı, duvardaki bir çivi, bir kedinin bıyıkları gibi gülünç şeylerde bile benim için son derece zengin bir anlam vardır -ya da vardı. Hiç tınmadan sokaktan geçen sıradan bir tavukla civcivlerinde bir tür tinsel tamlık bulurum. Sandalağacının kokusunda, bir çöp yığınının üzerine atılmış konserve kutularında, yol kenarındaki kanala düşmüş bir kibrit kutusunda, rüzgarlı bir günde uçuşan ve birbiri peşi sıra sokağa düşen, pis iki kağıt parçasında insani korkulardan daha derin bir anlam buluyorum.

Çünkü şiir uyuşukluktur; gökten düşen ve düşüşünün tamamen bilincindeki, gördükleri karşısında serseme dönmüş bir varlığın göz kamaşmasıdır. Tıpkı nesnelerin ruhunu tanımış ve bu geçmiş ilmi hatırlamaya çalışan, onları farklı veçhede, başka biçim ve durumlarda tanımış olduğunu hatırlayan, başka da bir şey hatırlamayan bir varlık gibi...


 Sessiz gölcüğü düşünüyorum
Suyu meltemle dalgalanan.
Ben mi her şeyi düşünüyorum,
Yoksa her şey mi unutmuş beni?

Gölcük bana hiçbir şey anlatmıyor.
Meltemi hissedemiyorum.
Mutlu muyum bilmiyorum,
Hatta mutlu olmak istiyor muyum.

Siz ey uyuyan sudaki
Gülümseyen kararsız dalgacıklar,
Ne demeye biricik hayatımı
Sadece düşlerden oluşturdum ki?

(4 Ağustos 1930)



     

Irving Penn'den Woody Allen


Bozkırkurdu (sf.66)

İntihar aptalca, ödlekçe ve sefil bir eylemmiş, övülmeyecek, yüz kızartıcı bir çıkış yoluymuş, varsın olsun; bu acılar değirmeninde öğütülmekten insanı kurtaracak en aşağılık çare bile yürekten özlenmeye değerdi, büyüklük ve kahramanlık oyununa yer yoktu bu konuda; geçici, küçük bir acı ile akıl almayacak kadar yakıp kavurucu, sonsuz acı arasında kısaca bir seçme yapmam gerekiyordu. Öylesine eziyetli, öylesine kaçık yaşamımda sık sık o soylu Don Kişot gibi davrandım, onuru rahatlığa, kahramanlığı mantığa üstün tuttum. Yeter artık, bitsin bu!

sf. 66


...ölmek için verdiğim karar belli bir saatte yaşanmış bir kapristen kaynaklanmıyordu; zaman içinde olgunlaşmış, elle tutulur bir meyveydi, yavaş yavaş gelişip büyümüş, bir ağırlık kazanmıştı, yazgının rüzgarında hafifçe sallanıyordu, rüzgarın bir sonraki darbesinde düşecekti ağaçtan.


Düş kırıklığına uğramış, yürüdüm; nereye gittiğimi bilmiyordum, ne bir hedef vardı önümde, ne uğrunda çaba harcayacağım bir şey ne de bir ödev. İğrençti tadı yaşamın, içimde epeydir biriken tiksintinin doruk noktasına ulaştığını duyumsuyordum, yaşam beni içinden kusup atmıştı. Hışımla bozbulanık kent içinde seğirtiyordum, sanki her şey balçık ve cenaze alayı kokuyordu. Yo, benim mezarımın başında cüppeleri ve duygusal "Hristiyan kardeşler" sözleriyle o leş kargalarından hiçbiri bulunmayacaktı! Ah, nereye baksam, düşüncelerimi nereye yöneltsem, hiçbir yerde beni bekleyen bir sevinç, bana yollanmış bir çağrı, beni kendine çekecek bir şey göremiyordum. Her şeye kokuşmuş bir yıpranmışlığın, kokuşmuş yarı memnunlukların havası sinmişti; her şey eskimiş, sararıp solmuştu, gri peltemsi, tükenmiş durumdaydı her şey. Aziz tanrım, nasıl gerçekleşebildi bu? Nasıl bu hallere düştüm ben? Kanatlanmış uçan benim gibi bir genç, bir yazar, sanat perilerinin dostu, dünyayı gezip dolaşmış bir kişi, benim gibi ateşli bir idealist? Nasıl da bu feci durum usuldan usuldan, sinsice gelip çullandı üzerime, bu tutukluk, kendime ve herkese karşı bu nefret, tüm duygulardaki bu tıkanıklık, bu koyu, lanet olası bezginlik, yürekteki boşluğun ve umarsızlığın bu pis cehennemi? 


sf. 70


...yüreğime korku salan hayalet bana daha çok yaklaşmıştı, onu daha açık seçik görmeye başlamıştım. Eve dönüştü bu hayalet, evdeki odama dönüştü, sesimi çıkarmadan umarsızlığa katlanmaktı! Pek çok saat sağda solda dolaştımsa da, hayaletin elinden yine de kurtaramadım kendimi; kapıma dönüşün, üzeri kitaplarla dolu masama, sevgilimin resmi asılı divana dönüşün elinden, usturayı kayışa çekip gırtlağımı keseceğim anın elinden kurtaramadım.