Sanat niçin vardır? Sanata kim ihtiyaç duyar? Esasen sanata ihtiyaç duyan herhangi bir kimse var mı? Bütün bunlar, yalnızca sanatçıların değil, sanatı kabullenen, daha doğrusu günümüzde kullanılan deyimiyle ‘tüketen’ (ne yazık ki tüketen deyimi, 20.yüzyıldaki sanat-kitle ilişkisinin özünü belirtmekte, dahası adeta teşhir etmektedir) her insanın cevabını aradığı sorulardır.
Genel anlamda sanat nedir? İyi midir, kötü mü? Tanrı vergisi midir? Yoksa şeytancılık aracı mı? İnsanın gücünden mi doğar, yoksa zayıflığından mı? İnsanların birlikteliğinin bir güvencesi ve toplumsal uyumun bir göstergesi midir? İşlevi bu mudur?
Herkes bu soruyla ilgili ve dediğimiz gibi, sanatla uğraşan her insan bu soruya cevaplar arıyor. Aleksander Blok "Şair kargaşadan uyum yaratır," demiştir... Puşkin, şairi peygamberlik yeteneğiyle donatır... Her sanatçı, diğer sanatçılar için bağlayıcı olmayan, kendine özgü yasalarla tanımlanır.
Ne olursa olsun, yalnızca bir meta olarak 'tüketilmek' istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç şüphesiz kendine ve çevresine, hayatın ve insan varlığının anlamını açıklamak, yani insanoğluna gezegenimizdeki varoluş sebebini ve amacını göstermek olmalıdır. Hatta belki de hiç açıklamaya bile gerek kalmadan onları bu soruyla karşı karşıya getirmelidir.
Sanat ilan-ı aşk gibi bir şeydir. İnsanın diğer insanlara bağımlılığının bir itirafıdır.
Sanatın köklü bir iletişim işlevi vardır. Sanat bir üst-dildir, insanlar da bu dilin yardımıyla kendileri hakkında bilgi verip başkalarının deneyimlerini benimseyerek birbirlerine ulaşmaya çalışırlar. Ama gene bu da herhangi bir pratik fayda sağlama adına değil, faydacılığın tam zıddı olan özveride kendini bulan sevgi adına gerçekleştirilir. Bir sanatçının yalnızca ‘kendini gerçekleştirme’ gibi bir nedenle yaratmaya kalkışabileceğine inanasım gelmiyor. Karşılıklı anlaşmaya dayanmayan bir kendini gerçekleştirme son derece anlamsızdır. Başkalarıyla arasında manen bir bağ oluşturma uğruna kendini gerçekleştirmeyi istemekse hiç yarar sağlamadığı gibi aksine, insandan çok özveri bekleyen, son derece eziyetli bir iştir. Ama kendi sesine kulak veriyor olmak bütün bu eziyete değmez mi acaba?
Sanatçı, zamanı ve dünyayı eksiksiz kavrayan bir kişi olduğundan, gerçekle ilişkilerini tam olarak yansıtamayan ve dile getiremeyen insanların sesi olur. Bu anlamda sanatçı gerçekten de halkın sesinin ta kendisidir.
Sanatçı ve halk birbirlerini karşılıklı koşullandırır. Sanatçı kendine sadık ve günlük değer yargılarından uzak kaldığı sürece, halkın hem algılama düzeyini yaratır hem de bunu yükseltir. Bu yolla artan toplumsal bilinçse, yeni sanatçıların doğmasına yol açacak o toplumsal enerjiyi biriktirir.
Şuna inanıyorum ki, kendi düşüncelerini gerçekleştirme arayışı içinde olan sanatçı, eserleriyle ilgilenecek birinin mutlaka var olduğu inancını taşımasa bu işe hiç kalkışmazdı.
Marx şöyle demişti: " Sanatın tadına ancak sanatsal zevkleri gelişmiş bir insan varabilir." Sanatçı 'anlaşılır' olma peşinde koşmayı düşünemez. Bu, en az anlaşılmaz olmayı istemek kadar saçmadır.
Sanatçı, eseri ve onu algılayanlar birbirinden ayrılmaz bir bütün oluştururlar, tek bir kan dolaşım sistemiyle birbirine bağlı tek bir organizma. Bu organizmanın parçaları arasında bir uyumsuzluk baş gösterdiğinde uzman ellerin tedavisine gerek duyulur ve dikkatle kendini gözlemlemeye...
Şu çok açık hakikati burada tekrar vurgulamakta yarar görüyorum. Ticari filmlerde ve sıradan televizyon yapımlarında tutturulan ortalama ölçü, izleyicinin gerçek sanatla iletişim kurma imkanlarını büsbütün yok ederek beğenilerini bağışlanamaz ölçülerle mahvetmektedir.
Az veya çok, ama kendine ait bir seyirci kitlesine sahip olma hakkı, sanatçı bireyselliğinin normal bir varolma koşuludur...
Sanat insanın mantığına değil, duygularına seslenir.
Sanat varlığımızın anlamını simgeselleştirir.
Sanat her zaman, ruhunu boğmakla tehdit ettiği maddeye karşı mücadelesinde insanın en güçlü silahı olmuştur. Sanatın, Hristiyanlığın neredeyse iki bin yılı bulan varlığı boyunca uzun süre, dini düşünceler ve görevler doğrultusunda gelişmesi hiç de rastlantı değildi. Sanat, yalnızca varlığıyla bile uyumsuz insanda uyum düşüncesini yaratır.
Sanat, insanın uyuma duyduğu ihtiyacı dile getirmiştir, özlemini çektiği maddeyle ruh arasındaki dengeyi benliğinde yaşatmak için insanın, gerekirse kendisiyle bile mücadele etmeye hazır olduğunu göstermiştir.
Sanatçı, insanlığın manevi içgüdüsünün temsilcisidir.
Gerçek bir sanatçı, ancak kendisi için hayati bir zorunluluksa yaratma hakkına sahiptir, bu uğraş kendisi için salt rastlantısal bir yan uğraş değil, yeniden üretilen ben'in yegane var oluş biçimiyse...