Gözün Hikayesi


Simone kıçıyla yumurta kırmak gibi tuhaf bir çılgınlığa kaptırdı kendini. Bu amaçla salondaki bir koltuğa tepesi üstü yerleşip, sırtını koltuğun arkasına dayıyor, bacaklarını bana doğru sarkıtıyordu, ben de otuz bir çekerek spermimi yüzüne fışkırtıyordum. Bu sırada yumurtayı kıç deliğinin tam üstüne koyuyordum. Derin yarığın içinde bu yumurtayı oynatmaktan zevk alıyordu. Spermim fışkırmaya başladığı sırada, kalçaları yumurtayı kırıyor, o da doyuma ulaşıyordu ve ben, yüzümü kıçına daldırarak, bu bol miktardaki pisliğe bulanıyordum.  

...bir süre sonra bana klozetin içine yumurta attırmaktan zevk almaya başladı; bunlar hemen batan katı yumurtalar ya da içi az boşaltılmış yumurtalardı. Oturup bu yumurtaları seyrediyordu. Onu klozetin üstüne oturtuyordum: Bacaklarının arasından kıçının altındaki yumurtalara bakıyordu; sonunda sifonu çekiyordum.

Bir başka oyun da bidenin kenarında bir yumurtayı kırıp, kırılan bu yumurtayı kıçının altında boşaltma oyunuydu. Kimi zaman o yumurtanın üstüne işiyor, kimi zaman da ben pantolonumu indirip bidenin dibindeki yumurtayı yutuyordum; yeniden sağlığına kavuştuğunda, bana önümde, sonra da Marcelle'in önünde aynı şeyi yapacağına söz verdi.

Aynı zamanda Marcelle'i, elbisesi üstünde, eteklerini sıyırmış durumda, ama ayakkabıları ayağında, yarı yarıya yumurta dolu bir banyoya yatırıp, yumurtalar kırıldıkça çişini yaptırmayı düşünüyorduk.

 Simone ayrıca benimle Marcelle'i çıplak, kıçı yukarıda, bacakları kıvrılmış, başı aşağıda olmak üzere kollarından tutacağımı düşlüyordu; kendisi de, üstünde sıcak suya batırılmış ve vücuduna yapışan ancak göğsünü açıkta bırakan bir bornozla beyaz bir sandalyenin üstüne çıkacaktı. Ben de göğüs uçlarını şimdi dolu, ama az önce ateşlenmiş bir ruhsatlı tabancanın namlusuna sokarak memelerini tahrik edecektim, tabancanın dolu oluşu önce bizi sarsacak, ama sonra namludan güzel bir barut kokusu alacaktık. Bu sırada Simone, Marcelle'in gri renkli anüsüne yüksekten bol bol taze krema dökecek, kendisi de bornozunun içine ya da, bornoz açılırsa, Marcelle'in sırtına ya da başına işeyecekti, öte yandan ben de aynı şeyi yapabilecektim. O zaman, boynum baldırları arasında sıkışmış olacağından, Marcelle de beni sulayabilecek, aynı zamanda çiş akıtan kamışımı ağzına alabilecekti.



Sodom'un 120 Günü



*Sodom'un 120 Günü Manuscripti
"Aslında bu kitap insan zihninin, olan düzeyinde olduğu tek kitaptır. Sodom'un 120 Günü'nün dili yavaş yaşayan, giderek çürüyen, -hayat verdiği canlıların tümüne eziyet edip ortadan kaldıran evrenin dilidir."

İnsan eğer duyarsız değilse, Sodom'un 120 Günü'nü hasta düşmeden bitiremez: En çok hasta olan, bu kitabı okurken duyguları en çok zayıflayandır. Kesilmiş parmaklar, oyulmuş gözler, sökülmüş tırnaklar, acı bileyen manevi dehşetin kol
gezdiği işkenceler, kurnazlığının ve zorbalığının
buyruklarına uyarak oğlunu öldüren anne, çığlıklar, leş kokulu kan ve daha pek çok şeyin yarattığı iç bulantısı. Hep aşar, boğar ve çok şiddetli bir acı gibi parçalayıcı -ve öldürücü- bir heyecan yaratır. Nasıl oldu da Sade, böyle bir şey yapmaya cüret etti? Daha da önemlisi, nasıl oldu da yapabildi? Bu sapkın sayfaların yazarı sorduğu soruların cevabını biliyor ve hayal edilebilecek en uzak yere gidiyordu: Saygı gösterilen her şeye hakaret ediyor, temiz olan her şeyi kirletiyor, iç açıcı olan her şeyi korkuya buluyordu. Aslında her birimiz onun hedefiyiz: Kendi içinde insancıllığa dair son kırıntıları, hatta kendisi için en sevgili, en kutsal olanı bir hakaret ya da bir yüz hastalığıyla yaralıyordu. Onları boş verseydi? Aslında bu kitap insan zihninin, olan düzeyinde olduğu tek kitaptır. Sodom'un 120 Günü'nün dili yavaş yaşayan, giderek çürüyen, -hayat verdiği canlıların tümüne eziyet edip ortadan kaldıran evrenin dilidir. Şehvetin içinde yitip gitmiş olan insan, olanla eşitlendiği bir zihin hareketi gerçekleştirir.

Bataille



* Sade'ın Bastille Ayaklanması sırasında kaybolan ve yaşamı
 boyunca 'kanlı gözyaşları' akıttığı eseri

Hans Bellmer - Study for “L’Histoire de l’oeil"






Justine ve Sade

Paulhan'a göre Sade'ın bütün sırrı mazoşist olmasında yatar. Paulhan şöyle yazar: Sayısız hovardanın masum kurbanı olan "Justine ondan başkası değildir." Her ne kadar sık sık sadik davranışlar gösterdiği bilinse de, Aix davasındaki tanıklıklar karşısındaki erdemsizliğin de ona cazip geldiğini ortaya koyarlar. Gerçekten de diğeri olmaksızın herhangi bir erdemsizlik tasarlamak imkansızdır. Gözleme dayanan psikanaliz bu gerçeği kabul etmektedir. Zaten eğer özne, kendini rekabet ortamına kaptırarak kendi kendini suçlamasaydı nesneyi ortadan kaldırmak hiçbir işe yaramazdı. Yani söz konusu olan denklik ve birliktir: Eros'un odasından başka bir şey olmayan ve potaya benzeyen bu dünyada herkes bağırıp çağırmalı, çığlıklar atarak zincirlerini koparmalıdır. Hayat gizlendiği noktada belirir. Bakışlarımızı ne yana çevirirsek çevirelim, var olan hep kendi bir şey olarak görünür. Ancak bu gerçeklik bize verildiğinde mutlaka bizimle eklemlenir de. Şeylerin esası olan arka yüzde öyle çok dehşet ve ağırlık vardır ki, her anlamda kırbaç darbeleriyle kovalanmadıkça ona ulaşmak imkansızdır. Sade'ın lanetli sırrı işte budur ve Sade, ancak hapishane koşullarında onu bütünüyle keşfedebilmiştir. Böylesi bir keşfin onu coşturduğunu da söyleyebilmeliyiz; O şeyleri doruk noktasına taşımadan durmaz (Sade'ın eserlerinden oluşan yapıya tek bir taş bile eklenemez); ama, aynı zamanda da korkar; O, yaşanmaz, imkansız olandan başka bir şey tasarlamaz (kahramanlarının hepsi iğrençtir). Paulhan şöyle der: "Justine, Sade'dan başkası değildir." Aynı şeyi başka kelimelerle söyleyelim: "Bilinç, ondan başkası değildir." Burada sözü edilen bilinç zihin açıklığıdır. Sade'a bakarak kim olduğumuzu anlayabiliriz. Belki de henüz bize ulaşmamış olan, ancak bize hükmeden bir gerçeklik daha vardır: Tutku, bizleri varlığın yok olduğu o tanrısal anla bütünleştirir. Eğer vasiyetiyle, sadakatinin son kanıtını da ortaya koymamış olsaydı, Sade'ın bu gerçekliği kısmen dile getirdiğini söyleyebilirdik: Bu gerçeklik mutlak sessizliktir -ve bugüne dek bu denli mükemmel biçimde kendini ona adayan çıkmamıştır.

Bataille

Teenage Lust (Larry Clark)





H


Hortense'ın gaddar davranışlarını ele veriyor her türlü canavarlık.
 Kösnül mekaniktir yalnızlığı, yorgunluğu sevdalı dinamik.

Birçok dönemde, bir çocukluğun gözetimi altında, zorlu sağlık bilgisiydi. O, bütün soyların. Kapısı yoksulluğa açık. Orada, ikiye bölünür, onun çilesinde ve eyleminde, günümüz insanlarının aktöre anlayışı. - Ey korkunç ürpertisi acemi aşkların, kanlı toprakta ve saydam hidrojende! bulun Hortense'ı.

(Rimbaud)




*1. "H" habitude (alışkanlık) sözcüğünün baş harfi.
Bu sözcüğün Rimbaud sözlüğündeki anlamı: Mastürbasyon, otuz bir çekme. Şiirin erotik yorumuna göre, şiirin sonundaki Hortense özel adı da "alışkanlık"ı simgeliyor.

2. Antoine  Adam'ın yorumuna göre "Kösnül mekanik" otuz bir çekme, "Sevdalı dinamik" ise kadınlarla ilişki anlamına geliyor.

3. O (Elle): Hortense

4. Saydam hidrojen: Rimbaud'nun clair (saydam, açık, parlak, duru) sözcüğü yerine kullandığı clarteux sözlüklerde bulunmayan yerel bir sözcük. Rimbaud "saydam oksijen"i "gaz" anlamında kullanıyor.



Sonnet du Trou du Cul (Verlaine & Rimbaud)


Rimbaud ve Verlaine'dan 
Kıç Deliği Sonesi

Karanlık ve buruşuk sanki mor bir karanfil gibi
Nefes alır, usulca sinmiş yosunların içinde,
Bembeyaz kıç yanaklarının yumuşak eğimiyle
Nakışlı kenarlarına kayan aşktan hala nemli

Sütlü gözyaşlarına benzeyen iplikler damladı
Ve vahşi rüzgar sürüyor onları katıp önüne
Küçük kırmızı toprak topaklarının üzerine
Eğimle kayarak içinde gözden kayboldukları

(Paul Verlaine)






Düşlerim hep onun deliğinden emerek beslendi;
İmrenen ve kıskanan ruhum bedensel çiftleşmeyi
Onu mis kokan damla taşı ve hicran kabı yaptı.

Baygın sesli deniz kabuğu, sevgi gösteren flüt bu,
Ballı cennet cevizli sucuğunun çıktığı boru
Dişi bir vaadedilmiş toprak, nemlerle sarılı.

(Arthur Rimbaud)

Home Made (Porn)


Yaşamlar

I

Ey o koca caddeleri kutsal ülkenin, taraçaları o tapınağın!

Bana atasözlerini açıklayan o Brahman’a ne oldu? O çağlardan, o yerlerden, hâlâ
o ihtiyar kadınları görüyorum! Gümüş saatleri, nehirlere karşı güneşi, dostun
omuzumdaki elini, sonra o baharat kokulu odalarda ayak üstü sevişmelerimizi
hatırlıyorum. – Düşüncemin yöresinde kızıl güvercinlerin uçuşu görülüyor. -
Buraya sürülmüş, bütün edebiyatların o ölümsüz oyunlarını oynayacak bir sahnem
oldu. Size o duyulmadık zenginlikleri bir bir göstereceğim. Bulduğunuz o
gömülerin tarihini inceliyorum. Sonrasını görüyorum! Kaos’leyin hor görülüyor
işte erdemliğim. Sizi bekleyen şaşkınlığın yanında nedir ki benim yokluğum?

II

GELMİŞ geçmiş bütün bulmanların üstünde bir bulmanım ben; aşkın anahtarları gibi
bir şeyler bulmuş bir ezgici hem de. Şimdilerde, tok bir gökyüzüyle cılız bir
toprağın ağası olan ben, o dilenci çocuklukla çömezlikle ya da o takunyalarla
gelişle, tartışmalarla, o beş altı kezlik dullukla ve kalın kafalığımdan
arkadaşlar kadar sesimi yükseltemediğim o birkaç düğün anılarıyla heyecanlanmayı
deniyorum. Yakıyorum o eski ilahi sevinç payımdan yana: bu kaba toprağın yalın
havası benim amansız şüpheciliğimi eni konu besliyor. Ama bu şüphecilik bundan
böyle uygulanmayacağına ve ben de zaten yeni bir acıya, yıkıma bel bağladığıma
göre, – Korkunç bir deli olup çıkmayı bekliyorum.

III

ON iki yaşımda, beni kilitledikleri bir tavan arasında tanıdım dünyayı, insanlık
komedyasını resimledim. Bir kilerde öğrendim tarihi. Bir kuzey kentinin gece
eğlencelerinde, eski ressamların bütün kadınlarına rastladım. Paris’te, eski bir
dar sokakta bana bütün geçmiş çağların bilimlerini öğrettiler. Doğu’yla dopdolu
güzelim bir evde, yüce yapıtımı tamamlayıp ulu emekliliğimi geçirdim. Kanımı
karıştırdım durdum. Ödevim geri verildi bana. Bunu hiç düşünmemeli artık. Öbür
dünyalı biriyim ben aslında, işim gücüm yok.
(Çeviri: İlhan berk)




Work by David Wojnorowicz
Arthur Rimbaud in Newyork:



Sebastiane







Queer Sinema (Sinemada Görünür Olmak)

Angels in America, 2003, Mike Nichols

Crazy, 2005, Jean Marc Vallee

Sartre'dan Genet


İşte kara mizah antolojisine uygun bir hikaye:

Photo: Polis


Terk edilmiş bir çocuktu; kötü huyları, daha çok genç yaşlardayken ortaya çıkmaya başladı: Kendisini evlat edinen yoksul köylüleri soydu. Azarlandığı halde hırsızlığa devam etti; kapatıldığı ıslah evinden kaçtı, hırsızlık ve soygun yapmaya, bu da yetmiyormuş gibi kendini satmaya başladı. Hayatı sefalet, dilencilik ve yankesicilikle geçiyordu; herkesle yatıyor, herkese ihanet ediyor ve hiçbir güç azimini yenemiyordu: Hayatını bilinçli olarak kötülüğe adadığı bir dönemdi; her koşulda, mümkün olan ve en kötü şekilde davranmaya karar verdi ve en büyük alçaklığın kötü şeyler yaparak değil kötülüğü ortaya koymak olduğunu düşündüğü için hapishanede kötülüğü öven kitaplar yazdı ve yasaların pençesine düştü. Aynı nedenle alçaklıktan, sefaletten ve hapishaneden kurtuldu.* Kitapları birer birer basılmaya ve okunmaya başlandı; Legion d'honneur nişanı sahibi bir tiyatro yönetmeni, cinayete teşvik eden bir oyununu kendi tiyatrosunda sahneye koydu. Cumhurbaşkanı cezasını erteledi; bu cezayı, kitaplarında övünerek anlattığı son suçlarından ötürü almıştı; kendisine takdim edilen son kurbanlarından biri ona şunları söyledi: 
'Sizinle tanışmaktan onur duydum, Bayım. Lütfen devam ediniz.'

Bu hikayeye inanmayacağınızı biliyorum: ama Genet'nin gerçekleri bunlar.

Sartre

*Genet'nin hapishanede yazmış olduğu ilk romanı Çiçeklerin Meryem Anası Andre Gide, Jean Cocteau ve Sartre gibi  yazarların dikkatini çeker ve bu yazarların cumhurbaşkanına yazdıkları bir dilekçe üzerine Genet hapishaneden çıkar. 



Blogda Genet:
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/06/saint-genet.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/06/portrait-of-jean-genet.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/09/golge-ve-isk.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/05/un-chant-damour-1950-jean-genet.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/05/jean-genetnin-eserlerinde-penis-ve-anus.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/05/giacomettis-dog.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/giacomettinin-atolyesi-jean-genet.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/sex-parts-andy-warhol.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/12/querelle.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/12/querelle-andy-warhol-polaroid-and.html

Melankoli Nesneleri




Blog Okuru'na


Geçen haftalar İnto the Wild filmini tekrar izledim. İzlemişsindir bu filmi... Alexander'ın karlar içinde yürürken rastladığı bir geyik sürüsüne nasıl gözleri dolu dolu baktığını görmüşsündür. Doğanın huşu dolu çağrısına kulak verip kendimi vurduğum ıssızlıklarda ben ne arıyor, kimle, neyle karşılaşmayı umuyordum bilmiyorum. Arkamdan gelen, karşıma çıkan benden başkası değildi oysa. İçimdeki dürtülere uyup ben de çekip gitsem bir gün; ama, nereye? Türkiye böylesi tutkulara kapılmak ve serüvenler yaşamak için ufacık, sığ, tekdüze bir ülke:  uzun tren yolları, demir köprüleri, büyük dağların, gür ormanların arasından kilometreler boyunca akan nehirleri yok; demek istediğim büyük yük tırlarının boydan boya kat ettiği bir kıta değil burası ve ben asla karşısında huşuyla taş kesileceğim bir yaban hayatı ve çölde yaşayan sevgi dolu bir hippi topluluğuyla da karşılaşmayacağım.

 Biraz insan biraz bozkırkurdu olarak yaşamaya devam yani...

aileme, insanlara ve arkadaşlarıma tavır ve yaklaşımımın değiştiği bir döneme girdim. Kendimle özellikle yeni ve farklı bir ilişki kurmaya başladığımı hissediyorum. Zaman geçtikçe ve insanlar, olaylar, durumlar karşısında deneyim ve olgunluk kazandıkça kendimi de daha iyi tanımaya başladım. Yazı’nın hayattan bütünüyle vazgeçmem anlamına geleceğini söylemiştim: şimdi yazıyla kalıcı olduğunu bildiğim bu yeni ilişki, edebiyata karşı yeniden uyanan bu ilgi, toplumun ve insanların arasında tutunabilmek için çırpındığım bir sürecin sonu; beni yazı ve yaratıya yaklaştıran nedenler, zaten belirlenmiş olan bir yazgının sonuçları.

Bende sözünü ettiğim değişikliğin yazarların hayat hikayelerinde ve kaleme aldıklarında şimdi daha iyi gözlemlediğim bir taraf var. Daha çok bir yazar –yazı insanı olarak sevdiğim Orhan Pamuk’un yazarlık yaşamı üzerine söylediklerini hatırlarken kendimi de bir masada oturmuş tek başıma, artık daha iyi anlıyorum.

Artık ne yapacağını bilemeyen, ne kendinden ne de herhangi bir şeyden emin olamayan o yeniyetme çocuk değilim. İnsanlarla otururken beş dakika sonra sıkılıyorum, çünkü sıkılıyorum. Kalabalık plajlarda, insan dolu tıklım tıklım mekanlarda, insanların, kalabalıkların arasında yapamıyor, var olamıyorum, çünkü var olamıyorum.

Sadece yalnız kaldığımda huzur buluyorum.  Bütün huzurum, sükûnetim ve yaşamım kafamın içinde artık.  Hayatımda ve kendi içimde bazı çaba ve arayışlarıma özellikle yabancılaştım...

Gybe!


Ebedi Döngü

Zerdüşt'ün öyküsünü anlatmama geldi sıra. Yapıtın ana düşünü olan bengi - dönüş düşüncesi, erişilebilecek o en yüksek olumlama ilkesi, 1881 yılı Ağustos'una rastlar: Bir kağıt parçasına karalanmıştır, altında şu yazılıdır: " İnsan ve zamanın altı bin ayak ötesinde". O gün Silvaplana Gölü kıyısındaki ormanlarda yürüyordum; Surlei yakınlarında, piramid biçimi yükselen kocaman bir kayanın dibinde mola verdim. Bu düşünce orada geldi bana...



...

"Acının bile bir uyaran olarak çalıştığı, taşkın bir yaşam ve güç hissi olarak sefahat alemine özgü olanın psikolojisi bana trajik hisse dair bir anlayışın anahtarını verdi: Yaşamın onaylanması -en tuhaf ve zor problemlerde bile; kendi sonsuzluğundan ve en yüksek türlerinin feda edilişinden mutluluk duyan yaşam istenci - Dionysoscu dediğim budur işte, trajik şairin psikolojisine köprü olacağını düşündüğüm şey budur işte. Korku ve acımadan kurtulmak için değil, (Aristo'nun yapacağı gibi) şiddetli boşalım yoluyla kendini tehlikeli bir duygudan arındırmak için de değil, kendi olmaya yönelik o sonsuz tutkunun peşinden gitmek için -korkunun ve acımanın ötesinde- kendi içinde yıkım tutkusunu barındıran o tutkunun."


Lou Salome
"Nietzsche"
sf. 131 - 146...

Trajik olanın, onun sonucunun ve yaşama koşullanmış duygunun bu yorumu -tam da Schopenhauer’in karamsarlık ve çilecilik felsefesine bir dönüş üzerinden- Nietzsche’nin yaşamın kutlanmasını öğretmesini -her şeyin sonsuz dönüşünü öğretmesini- mümkün kıldı. Nietzsche’nin sistemi felsefi ve psikolojik olarak temel çileci özellikleri ne kadar talep ederse etsin, bunun tam tersinin -yaşamın tanrılaştırılmasının- kabulünü daha da şiddetle talep etmekteydi; çünkü metafizik bir inancın yokluğunda, acılı ve ıstıraplı hayatın kendisi yüceltilebilirdi sadece. Nietzcshe’nin sonsuz dönüş öğretisi her ne kadar bir ölçüde onun fikirlerinin temelini ve son taşını meydana getirse de, şimdiye kadar yeterince vurgulanmamış ve tanınmamıştır; bu fikir Nietzsche’nin gelecek felsefesi anlayışından ortaya çıkmıştır ve onu tamamiyle çembere almak için kullandığı bir fikirdir. Ondan bu noktada bahsedilme nedeni ancak toplam bir bağlam içinde anlaşılabilir olmasıdır; aslında, Nietzsche’nin mantığı, etiği ve estetiği sonsuz dönüş öğretisinin yapı taşları olarak görülmelidir. Sonsuz bir oluş döngüsü vasıtasıyla her şeyin olası bir geri dönüşü öğretisi Şen Bilim'de Nietzsche’nin aforizmasında (341), “En Ağır Yük”, bir varsayım olarak belirir:

Bir şeytanın bir gün ya da bir gece en yalnız yalnızlığına sokulduğunu ve sana şunu söylediğin farzet, “Bu yaşamı, onu yaşadığın ve yaşamış olduğun haliyle, bir kere ve hatta sayısız kere daha yeniden yaşamak zorunda kalacaksın. Ve yeni hiçbir şey eklenmeyecek; bunun yerine, her acı ve her haz, her düşünce ve iç çekiş, yaşamındaki ifade edilemez küçüklük ve büyüklükteki her şey sana geri dönmek zorunda, ve aynı sırada ve düzende hepsi - hatta ağaçların arasındaki şu örümcek ve ayışığı bile, ve tam bu an ve bizzat ben de aynı şekilde. Varoluşun sonsuz kum-saati bir kez daha çevrildi -onunla birlikte sen, toz zerresi olan sen de.”

Kendini yere atmaz mısın dişlerini gıcırdatıp, bu şekilde konuşan şeytana lanet ederek? Ya da, ona şu cevabı vereceğin korkunç bir an deneyimledin mi hiç: “Bir tanrısın sen ve bundan daha kutsal bir şey daha duymadım bugüne kadar!” Bu düşünce seni ele geçirirse seni sen olarak değiştirir ya da belki seni ezer.

Ağır basan soru, “Bunu bir kez ve sayılamaz kere daha ister misin?”, davranışlarındaki en ağır yük gibi duracak! Ya da kendinle ve yaşamla nasıl uzlaşman gerek, bu son, sonsuz onay ve mühürleme dışında artık hiçbir şeyi özlememek için?

Nietzsche’nin temel düşüncesi burada açıkça göze çarpar -daha sonra herhangi bir yerde olduğundan daha açık ve daha az karmaşık olarak; Nietzsche ruhunu dolduran ve kamçılayan şey hakkında daha fazla sessiz kalmaya dayanamazdı. Ama yine de, bu yeni içgörü ile o kadar heyecanlanmıştı ki, sonsuz dönüş hakkındaki düşüncesinden bahsederken, onu zararsız bir şey gibi, sessiz sedasız diğer düşüncelerinin arasına ekledi. Bunun sonucunda, yazıyı önemsemeden okuyup kapatan hiç kimse ciddi son gözlemle, ‘Incipit tragoedia' yani “öyle ketum ki tüm dünya onu bilmezlikten geliyor, tüm dünya bizi bilmezlikten geliyor” (“Önsöz,” TK, 5) ile olan bağlantıyı fark etmeyecekti. Ve bu yüzden bu düşünce diğerlerinin arasında örtülüler arasında en örtünmüşü olarak durur nerdeyse. Burada, maskelerle zekice bir alay etme sözkonusudur, çünkü hiçbir şey çok açık ve çıplak olarak ortaya konmak yoluyla olduğundan daha iyi gizlenemez. Ketumlukta zengin ve ketumlukta neşeli, Nietzsche, ruhundaki derin kargaşaya rağmen, muzipliğin keyfini sürer.

Aslında Nietzsche o zaman bile kendisini “değiştirmek ve ezmek” isteyen kaçınılmaz bir kaderi kendisiyle birlikte taşımaktaydı; yenilmez hakikatini ve kendisi ve başkaları için büyük sonuçlarını itiraf için cesaret toplamıştı. Kaçınılmaz olan hayata geçirilişini ve onaylanışını ürpererek beklediği sırrını bana itiraf ettiği o saatler benim için unutulmaz. Sessizce ve çok derin bir korkunun tüm işaretleri ile birlikte bahsetmişti bu sırdan. Yaşam aslında ona öyle acı vermekteydi ki, sonsuz bir dönüşün kesinliği onun için korkutucu olmalıydı. Sonsuz geri dönüş öğretisinin Nietzsche’nin sonradan yaşamın olağanüstü bir tanrılaştırılması olarak kurulan en mükemmel örneği kendisinin yaşamla ilgili üzücü duygularına öyle derin bir tezat oluşturmaktaydı ki, bu bize onun tekinsiz bir maske olduğunu ima eder.

Nietzsche sadece yaşama ağır basan ve sadece insan düşüncesi yaşamın bir yüceltilmesine yükseldiği noktada etkili olacak bir sevgi sayesinde katlanılabilecek öğretilerin müjdecisi olmuştur. Aslında, tüm bunlar kendisinin en derin algıları ile çatışma içinde olmuş olmalıdır— sonunda onu yok eden bir çatışma. Nietzsche’nin sonsuz geri dönüş kavramının doğuşundan sonra düşündüğü, hissettiği ve deneyimlediği her şey kendi iç bölünmesinden doğar. Her şey iki kutup arasında hareket etmektedir: “sıkılmış dişlerle, sonsuz yaşamın şeytanına lanet okumak” ve sözcüklere güç ödünç veren o “korkunç anı”, “sen [şeytan] bir tanrısın ve bundan daha tanrısal bir şey daha duymadım bugüne kadar!”ı beklemek.

Filozof olarak yaşamın tam yüceltilişine doğru ne kadar yükselirse, bir insan olarak, her biri kendi yaşamının öğretilerinin sonuçları olan, acının içine o kadar düşer. Ruhundaki çarpışma daha sonraki felsefesinin gerçek kaynağı olmuştur. Bu, kitaplarında ve açıklamalarında ancak kısmen sezilebilir, ama belki de en heyecanlandırıcı haliyle Nietzsche’nin benim şiirim “Yaşama Şarkı”ya yaptığı müzikte görülür; bu müziği benimle Domburg yakınlarında Thüringen’de kalırken besteledi. Müzik üzerine çalışmalarının ortasındayken bir hastalık nöbeti ile engellendi ve onun için “iyi” “şeytan”a ve yaşam coşkusu yaşama ıstırabına dönüştü bir kez daha. “Yatağa. Sert bir nöbet. Yaşamı hor görüyorum. F.N.” (25 Ağustos, 1882). Yatağa hapsolduğunda bana gönderdiği notlardan birindeki mesaj buydu. Bu bestenin tamamlanışından kısa bir süre sonra yazdığı [8 Eylül 1882, Naumburg’da yazılmış] bir mektubunda aynı duygu dile getirilir:

Sevgili Lou,

Sizin anlattığınız herşey bana iyi geliyor. Durum ne olursa olsun, rahatlatıcı olan herşeye ihtiyacım var!...

Venedikli sanat eleştirmenim [Peter Gast] şiiriniz için yaptığım müzik hakkında yazdı bana; mektubun içine koyuyorum. Her zamanki gibi, yaşamı kabul etmeye yönelik bir karara gelmek bana çok büyük çabalara mal olmakta. Önümde, üzerimde, ardımda çok şey var...ileriye, sevgili Lou, ve yukarıya!...

O zaman, ifade edildiği gibi, tekrar dönüş fikri Nietzsche’nin aklında henüz bir inanca dönüşmemişti, bir şüpheydi sadece. Onu bilimsel olarak bulunduğunda -ve eğer bulunabilirse- müjdeleme amacındaydı. Bu konu üzerine birbirimize bir dizi mektup yazdık ve Nietzsche ona fizik deneyleri ile tartışılmaz bir temel kazandırmanın mümkün olacağına dair yanlış fikri ifade etti sürekli. Burada karşımızdaki, o sıralarda Viyana ya da Paris Üniversitesinde sadece doğal bilimlere on yıllık bir çalışma adamaya karar vermiş olan Nietzsche’dir. Sonra, on yıllık mutlak sessizliğin ardından -kendi tahmininin, korktuğu gibi, kanıtlanması durumunda- sonsuz geri dönüş öğretisinin öğretmeni olarak insanların arasına yeniden adım atacaktı.

Bilindiği gibi, şeyler farklı bir hal aldı. İçsel ve dışsal koşullar planladığı çalışmayı imkânsız kıldı ve onu yeniden Güneye ve yalnızlığa itti. Sessizliğe ayrılmış on senesi bunun yerine tüm yaşamının en belagatli ve verimli dönemine dönüştü. Problemin üstünkörü bir çalışması bile çok geçmeden Nietzsche’ye geri dönüş öğretisi için, atomistik teoriye dayalı bilimsel bir temelin kanıtlanabilir olmadığını gösterdi. Tüm bunlarla birlikte, peygamberlik misyonundan ve korku ile beklediği bir kaderden kurtulmuş görünmekteydi. Ne var ki, bunun ardından, resmin içine karakteristik olarak tuhaf bir şey girdi: Nietzsche, kendisini bu kazanılmış içgörü sayesinde kurtulmuş hissetmeyi başarmaktan çok uzakta, ona karşı bütünüyle karşıt bir pozisyon aldı. Korkutucu tahmininin kanıtlanamaz ve savunulamaz olduğu andan itibaren, bu tahmin onun için -sanki büyülü bir reçete tarafından-sertleşerek çürütülemez bir inanca dönüştü. Bilimsel olarak ispatlanmış bir hakikat olması gereken şey, bunun yerine mistik bir vahiy karakteri kazandı ve bunun yanısıra Nietzsche’nin felsefesine son ve temel ilkelerini verdi. Nietzsche’nin felsefesi bilimsel bir temel bulmak yerine içsel bir esin buldu -kendi kişisel esinini.

Bir yanda direnen bu korkuya ve öte yanda yetersiz bir kanıta rağmen böylesi bir değişim gösteren bu şeyin sonucu neydi? Ancak bu bilmecenin bir çözümü Nietzsche’nin gizli ruhsal ve zihinsel yaşamına ve teorilerinin çıkış kaynağına dair bir içgörüye ulaşmamıza izin verecektir. Şeylerin yeni ve daha derin bir anlamı, nihai ve en yüksek problemleri hedefleyen yeni bir araştırma ve sorgulama, Nietzsche’nin bir metafizikçi gibi takip ettiği ama bir deneyci gibi bir çok eksik bulduğu tüm bunlar, onu tekrar geri dönüş öğretisinin mistisizmine çekti. Bu öğreti yeni ruh işkencelerine ne kadar destek olmuş, hatta onu yok etmekle tehdit etmiş olursa olsun, ısrar edip, ruhsallaştırılmış, tanrılarından olmuş bir dünyada kalmak yerine yaşamın acılarını omuzlamayı tercih etti. Bunun dışında diğer tüm acılarla anlaşabilirdi; onlara sadece katlanmıyordu, aslında bu araçlar vasıtasıyla zihnini nasıl alevlendirip iğneleyeceğini de biliyordu. Aynı zamanda, bunlar acımasızca yaşamın anlamını ve en derin sırlarını araştırıp keşfetmeyi öğretti ona: İnsan yaşamın nedeninin bir anlamına sahip olduğunda, her nasıl ile anlaşmak mümkün olur” [haz için gayret etmeksizin] (“Özdeyişler ve Oklar,” PA, 12). Ama Nietzsche’nin nedeni, yaşamındaki temel bir arzu olarak, kapsamlı bir cevap için de uğraşıyor ve hiçbir kendini yadsımayı hoş görmüyordu.

Nietzcshe’nin içindeki filozof, bu noktada bile, korktuğu bir öğretinin acısından kurtulmayı değil onun vasıtasıyla verimli olmayı istiyordu, ondan öğrenmeyi ve onun yalvacı olmayı: Ve bunu öylesine hararetli bir şekilde istiyordu ki -bilimsel kanıt rafa kalktığı zaman bile- içsel kaynakları tereddütlü tahminlerini coşkulu inançlara taşıyacak yeterli güce sahipti.

Bu nedenle, tekrar geri dönüş düşüncesinin teorik çerçevesi asla açık hatlarla çizilmez; soluk ve belirsiz kalır ve Nietzsche’nin görünüşe göre onlardan çıkardığı ama aslında içsel bir önkoşul olarak kendisine hizmet eden pratik kararların -etik ve dini sonuçların- ardına geri çekilir tamamen.

İlk eserlerinden birinde, Zamansız Düşüncelerin ikinci cildinde (Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine, 1874) Nietzsche geçerken Pisagor’un “sonsuz dönüş” felsefesinden (ruhların bu sayede yeni bir bedene girdiği ruh göçü zinciri) “her gerçeği yapısal özelliği ve benzersizliği içinde tam olarak betimlemeye (Bölüm 2) benzersiz şekilde uygun bir araç olarak bahseder ve onu kalıcı bir anlama yükseltir, ama böyle bir öğretinin düşüncelerimizde bir yerinin olmadığı, ya da belki de en azından, astronomi yeniden astrolojiye dönüşene dek olmayacağı yorumunu ekler. Şüphesiz, sonraki yıllarında bu eski düşüncenin modern bir dirilişindeki teorik zorluklar Schopenhauer metafiziğini takip ettiği daha önceki günlerde olduğundan daha az görünmemiştir. Gerçi o zamanlarda Schopenhauer metafiziği Nietzsche için bu dünyanın şeylerini herhangi bir mistik düşünceyi gereksiz kılacak kadar mağrur ifadelerle yorumlamıştı. Yanılsama dünyasını meydana getiren ve her bir tezahürünün içindeki daha yüksek bir anlam üzerinden kendini nesnelleştiren, büyük oluş sürecinin ardındaki sonsuz varoluş Nietzsche’de, oluşun periyodik bir tekrarı üzerinden oluş sürecine geçici bir anlam vermekten daha öte bir özlem uyandırmamıştı. Nietzsche dünyanın metafiziksel bir açıklamasını bir yana koydu ama istemdışı olarak onun için bir ikame de arzuladı. Ancak daha sonraları, sonsuz tekrar düşüncesi kendisini Nietzsche’ye yeniden dayattı. Görünüşte, bu düşünce pozitivist yaşam algısının karamsarlığını zayıflatmaktansa keskinleştirmektedir...

Ex-libris para F. Suter de Soder (1907)