Korkunun Renkleri: Munch




Munch ya da dışavurumcu korkular İskandinav esintileri ile bir aradadır. Munch'un tablolarında, özellikle gravürlerinde, düşlerin geçersizliği ile görkemli, korkutucu bir doğanın gerçeği çatışırlar. Ruhbilimsel bir boyuttan gizemli bir boyuta geçiş ise çalkantılara, korkulara meydan verir. Korkular, Munch'un çocukluğundan beri yaşadığı ölüm korkusu, sancılı yalnızlığın korkusu, doğanın sonsuzluğu karşısında duyulan ve yaşanılan dehşet (Çığlık)'dır.

Tüm bunlar Munch'un ilk döneminde kümeleşir yapıtlarında; sonradan  da konularda ( ve renklerde) korkular sanki gerilerek dışavurumcu yaklaşım ağırlığını korurlar. Yine de Çığlık çizilen Vampirlerden, ölüm danslarına karışan çıplak kadınlardan, ıssız sahillerdeki tekinsiz, büyülü evlerden ya da adeta nesnesiz manzaralardan daima Munch'un kendini resimlendirdiği portrelerden yükseldiği gibi yükselir.

Marcel Brion'un tanımlaması ile Edward Munch'un fantastik boyutu: "Açıklanamayanın, belirsiz olanın ve aynı zamanda ölüm dansının, hayaletlerin ve boşluğun fantastiğidir."  Hatta dışavurumcu çerçevelerin dahilindeki plastik anlayışı yansıttığı iç dehşetin doğurduğu, aslında pek de fantastik olmayan korkuların ifadesidir.

Bir iskelete sarılan ve onu öpen dolgun vücutlu genç kız (Genç Kız ve Ölüm);



ölü annesinin yattığı döşeğin yanı başında  kulaklarını tıkayan bir kız çocuğu (Ölü Anne);


The Death Bed (Munch)


The Death Bed. 1895.




GAUDİ



 Gaudi, bir

Gaudi, kimi parçaları kendi içinde bütünlenmiş olsa da paramparça bir bü­tün: Onu öylece, topluca görmek en sağlıklı yaklaşım sanırım. Üstüste, iki günde, toplama olabildiğince uzanıyoruz: La Sagrada Familia, Pare Güell, Palace Güell, Casa Mila, sokak lâmbaları, müze-ev’indeki mobilyalar, Ga­udi müzesindeki taslaklar, maketler, çizimler, fotoğraflar.

Başını sonunu kestirmesi güç, ciddî, aklıbaşında, hesaba hendeseye dayalı bir çılgınlık.

Son yüzyılın bütün ayrıksıları gibi binbir yoruma sahne olmuş bir ya­pıt. Binbir hayranlığa ve redde. Orada, Barcelona’da (biriki önemli işi de Leon’da, biliyorum) bekliyor: Barok, Rococo, Art Nouveau, kitsch. Sonsuz Çeşitlilik ve Sonsuz Yinelenme, Ökelik ve Delilik, en uca kadar ölçü ve tar­tım, en uca kadar ölçüsüzlük: Ortalama hiçbir şey yok Gaudi’de.

Onun için de hem hiçbir şeye benzemiyor, hem de herşeye benzetil­miş: Barok çağ kiliselerine, Kapadokya peri bacalarına, doğal mağaraların dokusuna.

Her zaman olduğu gibi: Sınıflandırmak, konumlandırmak, indirgemek kolay. Anlamlandırmaya çalışmak zaman, emek istiyor.

Çocuksu, naif yanı belirgin: Park’ı, hatta Casa Mila’yı kateden saf coş­ku Katedral'de, en çok da ayrıntılar büyütüldüğünde, onlara iyice yaklaşıl­dığında yerini ağır bir kedere, bir varolmuş-olma sıkıntısına bırakıyor. Boşu­na şeytan ayrıntıda aranmamış.

La Sagrada Familia için ayrı bir metin yazmak isterim, tortu çöksün de. Yapıtı tarafından soğurulan, kemirilen, Proje’nin sınırsızlaşmak isteyen bün­yesine yenik düşen, bozgunundan yeniden doğan yaratıcının durumu. Musil’e de el sallıyorum.

Casa Mila nasıl da farklı. Orada kendi yalınlığını denemiş bir bakıma; mobilya tasarımlarında da göze çarpan bir oylum-arayış özelliği egemen on­da: Bir falez-yapı.

Yıllar önceydi, sıkı bir fotoğrafçının La Sagrada Familia üzerinde yaptı­ğı çalışmaları görmüştüm, bu defa da rastladım benzeri işlere. Fotoğrafçı için define adası o kütle. Öte yandan öldürücü bir tuzak da. Dikkat ettim, Gaudi bütün yüzeyi, yüzeyleri ışık için bir oyun sahası olarak düzenliyor.

Fakir de fotoğraf çekti Gaudi'nin kıvrımlarına yaklaşıp. Tek bir kare çıkarsa, zar tuttu demektir. Yüksek tekniği, becerisi, derin optiği olmayan için tek yol zara sığınmak burada.






 Gaudi, iki

Sade & Goya





Sade ve Goya hemen hemen aynı dönemde yaşamışlardır.* Bazen öfkenin sınırında zindanına kapanmış olan Sade; otuz yıl boyunca mutlak bir sağırlığın zindanında kapalı kalan sağır Goya. Fransız devrimi ile her ikisi de umutlanmıştı; her ikisinin de dine dayanan bir rejimden hastalıklı bir tiksintileri vardı. Ama özellikle aşırı acıların yakalarını bırakmaması onları birleştirmişti. Goya, Sade'ın aksine, acıyı zevkle birleştirmemişti.

Bununla birlikte ölüm ve acı saplantısı onda, onları erotizmle yakınlaştıran kasılmalı bir şiddete sahipti. Ama erotizm bir anlamda çıkıştı, bu tiksintinin iğrenç çıkışıydı. Goya'nın sağırlığı gibi karabasanı, Goya'dan veya yazgının en acı şekilde kapattığı kişi olan Sade'dan insani açıdan sözetmek mümkün olmadan, onu içine kapatmıştı. Sade'ın sapkınlığı içinde insani duygularını koruduğu kuşkusuzdur. Diğer tarafta Goya, gravürlerinde, desenlerinde, resimlerinde tam bir sapkınlığa (Sade'ın bütünsel olarak, yasaların sınırları içinde kalmış olması mümkündür) ulaşmıştır (yasalara karşı gelmeden). 

Bataille

*Goya Sade'dan altı yıl sonra İspanya'da doğmuş ve ondan ondört yıl sonra Fransa'da ölmüştür.
 Goya, 1792 yılında Bordeaux'da taamen sağır olmuştur.

Korkunun Renkleri: Goya

Çocukluğunda kırsal alanların bol sayıdaki batıl inançları ve büyücüleri ile tanışır Goya. Etrafında beslenilen korkuları içine çeker. Gece vakti gelen canavarlardan, us uyurken yaratılan öcülerden, kötü ruhlardan o da herkes gibi korkar. Ve o da gün ışığının hayaletleri ve cadıları kovduğunu (Capriccio 80);  hatta iyi ruhların da varolduğunu (Capriccio 49) öğrenir.

Goya soyluları çizer; ailesini ve kendisini, çıplak ve giyinik imajları ve de özentili majosları... Kralların hizmetine girer fakat çiğ gerçekleri yakaladığında sarayların, malikanelerin ve bahçelerin dışındaki, halkın çizdiğinde ve şeytanları unutabilir. (Canavar Lamba),  ne engizisyonu ve ne de batıl inançların karabasanlarını (Capriccio 42);

Goya'nın korkuları gerçek ve gerçekten hissedilen, yaşanan korkulardır ve bunları çizdiğinde ressam, kara kalemi ya da fırçası ile ne simgelere boğar ne de soyluları güzelleştirdiği gibi güzelleştirmeye kalkar. Goya, kabusları, işkenceleri, inanışları ile. Korkuların, yaşanan somut dehşetlerin, savaşın, kıyımların, kurşuna dizmelerin kanlı gerçeğini saptar. Doğaüstücü korkuların gerçek duygularını Çılgınlar Evi'ni çizdiği gibi çizer.

Ve yamyam bir Satürn'ü çizer Goya;



 kanlar içinde, bir insanın başını kemiren sonra da kazığa çakılanları, parçalanan, ağaçlara asılan cesetleri... Bunlar da korkudur; çiğ dehşettir ve bunlar da gerçektir.

18. ve 19. yüzyıl ressamları arasında Goya, dolaysız gerçek duygusu ile bu konularda rakipsiz kalır; korkuları idealize etmediği, dehşetleri inceltilmiş, rafine bir hale sokmadığı için sağlıklı bir yorumla yaklaştığı içindir bu. Goya ölümü, acıyı ve batıl inançları anlar, derinden hisseder; ancak o "Mezar şairi daima anlayacaktır" diyen bir Baudelaire değildir. Fransız şairi gibi güzelliğin merkezinde kötülükleri bulmak, kötülüklere - ve bunlardan kaynaklanan korkulara- sarılmak bir sanatçı, bir aydın kişi olarak dehşetlerden zevk almak gibi bir arzusu, bir gereksinimi yoktur. (Gıovannı Scognomıllo)


Savaşaın Felaketleri Goya'nın 
1810 - 1815 yılları arasında çizdiği gravür serisi:

Aklın Uykusu Canavarlar Yaratır


 "Akıl tarafından terk edilmiş hayal gücü olanaksız canavarlar yaratır: 
ama o aynı zamanda sanatların anasıdır ve mucizeler de yaratır."

Goya


3 Mayıs 1808 (Goya)


Dog (Goya)



Okur'a

Elisıkılık, sersemlik, günah, yanılgı
Gövdemizi işler, yer tutar içimizde,
Besleriz o cânım pişmanlıkları biz de
Bit beslediğince dilencilerin tıpkı.

Günahlarımız inatçı, gevşek tövbemiz;
İç döker, acısını çıkarırız bol bol,
Ve dönerken sevinç verir bize batak yol,
Kirlerimiz pis yaşlarla yıkanır deriz.

Kötülük yastığı üstünde sallar durur
Şaşkın ruhumuzu Koca İblis her zaman,
Ve zengin madenini istemin o yaman,
O bilge simyacı duman gibi savurur.

Bizi oynatan ipleri Şeytan tutmada!
Öğürtücü şeylerde ne tatlar buluruz;
Leş gibi karanlıkları geçip, korkusuz,
İneriz cehenneme her gün biraz daha.

Öpüp dişleyen zavallı çapkın gibiyiz
Bereli göğsünü geçkin bir orospunun,
Bulduğumuz kaçamak zevki, uzun uzun,
Susuz portakalca sıkmasını biliriz.

Milyonlarca kurtçuk gibi yoğun, gide gele
Ziftlenir beynimizde bir Şeytan oymağı,
Ve her solukta Ölüm’ün gizli ırmağı
İner ciğerlerimize boğuk bir sesle.

Irzageçme, zehir, hançer, yangın giderek
Güzel nakışlarını işlememişlerse
Acınacak yazgımıza, o rezil beze,
Yazık! pek atılgan değil ruhumuz demek.

Ama av köpekleri, çakallar, panterler,
Maymunlar, akbabalar, akrepler, yılanlar,
Tırmanan, böğüren, uluyan, bağıranlar
İçinde, kötülüklerimizin o beter

Ağılından biri var, öyle pis, yaman ki!
Yok büyük çığlıkları, büyük edimleri,
Yok ya istedi mi yakıp yıkar her yeri,
Şöyle bir esnese dünyayı yutar sanki;

Can sıkıntısı o! – Gözü yaşarır birden,
Çubuğunu yakıp kurar darağaçları.
Onu bilirsin, okur, o nazik canavarı,
-İkiyüzlü okur, -benzerim, - kardeşim, sen!



Leo Ferre & Baudelaire









Léo Ferré - Invitation au voyage (Charles Baudelaire)



 Invitation au voyage (Yolculuğa Çağrı)

Yavrum, sevgilim, sen Tadını bir bilsen
Orada yaşamanın birlikte!
Keyfince sevmenin
Ölünceye değin
O sana benzeyen ülkede!
Puslu gökte yer yer
O ıslak güneşler
Senin yaş içinde parlayan
Hayın gözlerince
Bir gizemli ince
Tad verir gönlüme her zaman

Orda her şey süs ve güzellik,
Erinç, haz ve dirlik düzenlik.

Evimizse her yıl
Daha pırıl pırıl
Olan döşentiye bezenir;
Nadir çiçeklerin
Kokusu amberin
Uzak kokusuyla beslenir;
Tavanlar ne zengin,
Aynalar ne derin,
Ne doğulu görkemlilik bu;
Orada her şey, ince,
Kendi öz dilince
Gizleriyle doldurur ruhu.

Orda her şey süs ve güzellik,
Erinç, haz ve dirlik düzenlik.

Bak gemiler suda
Bir derin uykuda,
O gezmeye düşkün gemiler;
Hepsi de en ufak
Arzun için uzak
Ülkelerden çıkıp gelirler.
-Ve gün batımları
Giydirir kırları,
Kanalları, kenti gitgide
Altınla, yakutla;
Uyur şimdi dünya
Sıcak bir aydınlık içinde.

Orada her şey süs ve güzellik
Erinç, haz ve dirlik düzenlik.
çeviri: Sait Maden

Les Hiboux (Leo Ferre & Baudelaire)




Les Hiboux (Baykuş)

Altında kara selvilerin
Tünemiş bir dizi baykuş var
Kızıl gözlü garip tanrılar
 Ufku süzerler derin derin.

Duracaklar kımıldamadan
Sürüp eğri güneşi artık
Yerleşene değin karanlık
 İç kapayan, kederli zaman.

 Duruşları bilgeye derstir
Bu dünyada kaçmak gerekir
 Devinimden ve şamatadan.

 Geçen bir gölgeyle mest kişi
Ceza gibi duyar her zaman
 Yer değiştirmek isteyişi.
çeviri: Sait Maden

L'etranger (Leo Ferre & Baudelaire)





 L'Etranger (Yabancı)

Söyle, Anlaşılmaz adam, kimi seversin en çok, ananı mı, babanı mı bacını mı, yoksa kardeşini mi?

“Ne anam, ne de babam var, ne bacım, ne de kardeşim.”

“Dostlarını mı?”

“Anlamına bugüne kadar yabancı kaldığım bir söz kullandınız.”

“Yurdunu mu?”

“Hangi enlemdedir bilmem.”

“Güzelliği mi?”

“Tanrısal ve ölümsüz olsaydı, severdim kuşkusuz.”

“Altını mı?”

“Siz Tanrı’ya nasıl kin beslerseniz, ben de ona öylesine kin beslerim.”

“Peki, neyi seversin öyleyse sen, olağanüstü yabancı?”

“Bulutları severim... işte şu... şu geçip giden bulutları... eşsiz bulutları!”

çeviri: Tahsin Yücel

La Vie Anterieure (Leo Ferre & Baudelaire)


La Vie Anterieure (Önceki Yaşam)

Çok yaşadım o geniş revaklar altında ben
Ki deniz güneşleri binbir ateşle bezer,
Ve akşam üstü bazalt mağ'ralarına benzer
kılardı görkemli, dev sütunları hep birden

Dalgalar, suya vurmuş göğü sürüyüp gezer,
Katardı ne gizemler, yücelikler getiren
Öyle eşsiz uyumlar zengin ezgilerinden
Gün batarken gözümü saran renklere yer yer.

Dingin hazlara verdim orada zamanımı,
Görkemlerle çevrili, denizle, gökle, yerle
Ve kokular içindeki çıplak kölelerle,

Palmiye dallarıyla serinletir alnımı
Ve büyük bir özenle derinleştirirlerdi
Beni yiyip bitiren gizli, onulmaz derdi.
çeviri: Sait Maden

Brumes Et pluies (Leo Ferre & Charles Baudelaire)

Brumes Et  pluies (Sisler ve Yağmurlar)

Güz sonları, kışlar, çamur denizi ilkyazlar,
Siz aldatıcı mevsimler! belirsiz bir mezar
Ya da sisli bir kefenle sararsınız diye
Beynimi, gönlümü, değersiniz her sevgiye.

Bu engin ovada, ki eğlenir soğuk rüzgar,
Fırıldağın sesi kısılıp geceler uzar,
Ruhum, ilk yazdakinden daha ileriye
Karga kanatlarını açar iyiden iyiye.

Nicedir kırağı basmış, ölümcül şeyleri
Yüklenmiş yüreğe daha tatlı ne olabilsin
Hep karanlık, uçuk benzinizden başka sizin,

Solgun mevsimler, bu iklimlerin eceleri,
- acıyı unutmanın dışında, ikimizce,
Korkulu bir yatak üstünde aysız bir gece.
çeviri: Sait Maden

La mort des amants (Leo Ferre & Baudelaire)



La mort des amants (Sevgililerin ölümü)

Divanlarımız olur gömütlerce derin,
Yataklarımız da, hafif kokular saçan,
 Ve etajerlerde en güzel ülkelerin
Yadırgı çiçekleri, bir bizlere açan.

Son sıcaklıklarımı tüketerek yeğin
İki yüreğimiz olur iki dev şamdan,
Çift ışıklar vurur birbirlerine değin,
Ruhlarımız içre, bu ikiz aynalardan.

Mavi ve pembe büyülü bir akşamla biz
Aramızda tek bir şimşek alıp veririz,
Ayrılış yüklü bir hıçkırığa benzeyen;

Ve bir melek, kapıları az itip geri,
Diriltmeye gelir, öyle candan, öyle şen,
Buğulu aynaları, sönmüş alevleri.
çeviri: Sait Maden

Rimbaud ya da Büyük İsyan


Nadirkitap aracılığıyla edindiğim kitabın Issuu'ya bir pdf'ini koydum.

 Rimbaud okuruna!




Yedi Yaşında Şairler

Valentine Hugo'nun (1887 - 1968) çizimleri ve
Leo Ferre'nin yorumuyla Yedi Yaş Şairleri (Rimbaud)



Ve gidiyordu Anne ders kitabını kapatıp
Hoşnut mu hoşnut, mağrur, ama nedense görmüyordu
Mavi gözlerinin içinde ve seçkin alnında,
tiksintilere teslim olmuş ruhunu çocuğun.

Her şeye boyun eğiyordu çocuk bütün gün, akıllı mı
Akıllı; ama kötü bir riyayı hemen ele verecek
Birkaç çizgi ve karanlık tikler eksik değildi yüzünde.
Boyası küf tutmuş koridorların karanlığından
Geçerken dil çıkartıyordu, elleri kasığında,
Ve lekeler görüyordu kapalı gözlerinin içinde.
Bir kapı açılırdı akşamleyin: Lambanın ışığında
Görürlerdi onu, yukarda, söylenirken trabzanın başında,
Çatıdan sarkan bir günışığı körfezinin altında.
Özellikle yazın, bitkin ve şaşkın, kapanırdı inatla
Serinliğine helaların, çıkmazdı oradan. Düşünürdü
 rahatça, burun deliklerini kendi hallerine bırakıp.
Günün kokularıyla yıkanmış evin arkasındaki bahçe,
Kışın, ay ışıkları içinde aydınlanınca,
Bir duvarın dibine sinmiş, çamura batmış durumda,
Ve ezici hayaller karşısında gözleri şaşkın,
Dinlerdi çıtırtılarını cılız ağaç dallarının.
Merhamet, arkadaşıydı onun bu yalnız çocuklar,
Zayıf, alınları çıplak, gözleri yanaklarına akmış,
Sarı ve çamur karası cılız parmaklarını bok kokan
Partal giysilerinin altında gizleyen bu çocuklar,
Konuşurlardı budalalar gibi tatlı tatlı kendi aralarında!
Ve korkardı böylesine iğrenç merhamet manzarasına tanık
Olan annesi; çocuğun sevgiyle dolu yüreği sarılırdı
İşte bu şaşkınlığa. Ne güzel. Yalan söylüyordu annesinin
mavi gözleri.

Yedi yaşında, romanlar uydururdu kafasında büyük çöllerin
Hayatına dair, mutlu özgürlüklerin parıldadığı çöller,
Ormanlar, güneşler, ırmaklar, savanalar üzerinde.-
Resimli gazetelere dadandı, yüzü kıpkırmızı bakarken
Gülüşüne ispanyol  kadınların ve italyan kızlara,
Geldi, kahverenkli gözlü, çılgın, yerli giysileri içinde,
Komşu işçilerin sekiz yaşındaki kızları,
Bu küçük vahşi gelip üzerine atıldı çocuğun,
Bir köşede asılmaya başladı saçlarına,
Çocuk, alta düşmüş durumda, ısırdı kızın kıçını,
Çünkü donsuz gezerdi bu kız her zaman.
-Ve çocuk kızın tekme tokatlarıyla çürük içinde
Odasına götürüyordu kokusunu kızın teninin.

Korkardı aralık ayının solgun pazarlarından,
Saçları pomatlı, oturup mahun sehpanın üzerine
İncil'in yeşil lahana yapraklarını okuduğu pazarlardan;
Karabasanlar görürdü düşlerinde, her gece yatakta.
Sevmezdi Tanrı'yı; ama, tellalların davullar çalıp
Bildiri okuyarak halkı güldürüp kızdırdığı
Kenar mahallelere yabanıl akşamlarda geri dönerlerken
Gördüğü kirli tulumlar giymiş insanları severdi .
-Sevdalı çayırlar hayal ederdi, ışık dolu
Dalları, kutsal kokuların, altın tüylerin
Sakin sakin kımıldayıp havalara uçtuğu.

Ve nasıl da hoşlanırdı karanlık şeylerden hayatta,
 Kepenkleri kapalı, yüksek tavanlı, mavi havalı,
Neme teslim olmuş çırılçıplak odasında,
 Durmadan hayal ettiği romanını okurken,
Aşı boyası göklerle, suya gömülmüş ormanlarla,
Yıldız ağaçlarda açmış tensel çiçeklerle dolu romanı
Başdöngüsü, yıkılış, bozgun ve merhamet dolu!
- Mahalle kendi uğultuları içinde yaşarken öyle,
O, aşağıda, -tek başına, bez şiltesinin üzerine uzanmış,
Hayal ederdi derin bir tutkuyla yelken açmış tekneleri.



Leo Ferre'den Yedi Yaşında Şairler

Rimbaud & Van Gogh

Rimbaud'nun çağdaşları olan öteki büyük kişileri - Nietzsche, Strindberg, Dostoyevski gibi insanları- düşündüğümde, onların yaşadığım ve bizim dahilerimizin vermek zorunda oldukları sınavları fazlasıyla gölgede bırakan korkuları düşündüğümde, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısının, tarihin en rezil dönemlerinden biri olduğuna inanmaya başlıyorum. Hepsi de gelecek uyarılarıyla dolu bu şehitlerden, trajedisi Rimbaud'ya en fazla benzeyeni Van Gogh'du. Rimbaud'dan bir yıl önce doğmuştu ve onunla yaklaşık aynı yaştayken, kendi eliyle öldü. Tıpkı Rimbaud gibi o da çelik bir irade, nerdeyse insanüstü bir cesaret, olağanüstü bir enerji ve kararlılık gösterdi; aşılamaz zorluklara karşı böyle mücadele edebilirdi. Fakat hayatının baharında mücadeleden bitkin düşmesiyle de Rimbaud'ya benziyor; böylece yeteneklerle doluyken kıyıma uğradı.

Serserilikleri, sürekli meslek değiştirmeleri, feleğin çemberinden geçmeleri, başarısızlıkları, ikisini de kuşatan acemilik bulutu -ikisinde de ortak olan tüm bu unsurlar onları talihsizliğe uğramış ikizler gibi öne çıkarıyorlar. Yaşamlarının yazgıları, modern çağlarda bildiğimiz en acıklıları arasındalar. Hiç kimse Van Gogh'un mektuplarını her defasında sarsılmadan okuyamaz. Ne ki ikisinin arasındaki büyük fark, Van Gogh'un yaşamından bir ışıklanışın doğmasında yatıyor. Van Gogh'un ölümünden az önce, hastası için derin bir anlayışı olan Dr. Gachet, Vincent'in kardeşi Theo'ya şunları yazdı: " Sanat aşkı sözcüğü yeterli değil, inanç'tan söz etmek gerekiyor. - Uğruna Vincent'in şehit düştüğü inançtan!" Rimbaud'da büsbütün eksik olduğu görülen unsur budur: tanrıya, insanlara veya sanat'a inanç. Bunun eksikliği de bu yaşamın böyle gri, ara sıra adeta kapkara görünmesine neden oluyor. Aynı şekilde ikisinin mizaçları da çok sayıda önemli ortaklıklar gösteriyor. Onları birleştiren en güçlü bağ, sanatlarının arılığı. Bu arılığın ölçütü, acının diliyle verilmiştir. Yüzyıl dönümünden bu yana böyle bir ruh ağrısı mümkün gibi görünmüyor. Mutlaka daha iyi olması gerekmeyen, fakat sanatçının onun içinde daha duyarsız, daha kayıtsız olacağı yeni bir iklimde bulunuyoruz. Şimdi birisi bu can çekişme biçimini yaşar ve onu betimlerse "Umutsuz romantik" olarak damgalanıyor. Bir insandan böylesi duyarlıklar beklenmiyor artık.

Selfportrait of Van Gogh (detail)
Van Gogh 1880'de kardeşine olayların can damarına dokunan ve insanın kanını oynatan mektuplarından birini yazdı. Bu mektup okunduğunda insanın aklına Rimbaud gelecektir. Mektuplarındaki ifadeler çoğu kez şaşırtıcı benzerlikler taşıyorlar. Hiç bir zaman birbirlerine, kendilerini haksız suçlamalara karşı savundukları zamandan daha yakın değiller. Bu durumda Van Gogh kendini haytalık suçlamasına karşı savunuyor. Aylaklığın iki çeşidini, kötü ve yararlı türlerini ayrıntılı olarak betimliyor. Mektup sözcüğün tam anlamıyla bu konu üzerine bir vaaz, ve tekrar  tekrar bu mektuba dönmekte yarar var. Bir paragrafta Rimbaud'nun sözcüklerinin yankısını işitiyoruz... "Şunu veya bunu yadsıdığıma inanma" diye yazıyor. "Ben kendi inançsızlığımda bir tür inananım; değiştirilmiş olmama rağmen, yine de aynı kalıyorum ve benim ıstırabım yalnızca şurdan kaynaklanıyor: ben aslında neye yarıyorum? kendime bir biçimde yardımcı ve faydalı olamaz mıyım? bu konuda daha fazlasını nasıl öğrenebilir ve şu veya bu konuda nasıl derinleşebilirdim? Görüyor musun, bu bana sürekli acı veriyor ve sonra insan utanç içine düştüğünü, şu veya bu çalışmaya katılmasının imkansızlığını hissediyor, mutlaka gerekli duyulan şu veya bu şey menzil dışında kalıyor. Bu yüzden hüzünlenmiyor değilim; sonra, arkadaşlıkların ve yüksek ciddi duygudaşlıkların yer alabilecekleri boşlukları hissediyorum ve sonra korkunç yılgınlığın bizzat zihinsel enerjiyi nasıl kemirdiğini hissediyorum ve kader, duygudaşlık güdülerinin önüne bir set çekmiş görünüyor, ve bir sıkıntı seli, beni boğmak için yükseldikçe yükseliyor. Sonra insan haykırıyor.  'Tanrım daha ne kadar sürecek?"

Sonra buradan tembelliği, karaktersizliği, doğasının seviyesizliği yüzünden aylak olan insanla, başka türden bir aylaklık içinde olan, iradesine karşı üşengeç olan, içinde büyük bir eylem arzusuyla yanıp tutuşan, herhangi bir şey yapması imkansız olduğu için bir aylak olan insanlar arasında ayrım yapmaya geçiyor. Altın kafesteki kuşu betimliyor. Sonra da şu dokunaklı, yürek paralayıcı, kahredici sözleri ekliyor: "Ve çoğu kez koşullar insanları bir şeyler yapmaktan alıkoyar; herhangi bir korkunç, korkunç, son derece korkunç bir kafesin içinde tutsaktırlar. Biliyorum, sonra kurtuluş da vardır. Haklı veya haksız yere bozulmuş iyi bir nam, utanç, koşulların zorlaması, şanssızlık- tüm bunlar bizi tutsaklaştırır. Bizi kapatan, etrafımıza duvar ören, bizi mezara gömmüşe benzeyen şeyin aslında ne olduğu her zaman söylenemeyebilir, fakat yine de birtakım bölmeleri, parmaklıkları, duvarları hissederiz. Tüm bunlar kurmaca'dan, fanteziden mi ibaret? Sanmıyorum. Ve sonra şu soru sorulur: Tanrım, bu uzun süre, her zaman, tüm sonsuzluk boyunca sürecek mi? İnsanı bu tutsaklıktan neyin kurtardığını biliyor musun? Buna her derin, ciddi duygudaşlığın gücü yeter. Arkadaş olmak, kardeş olmak, sevmek-, bu hapishaneyi tüm gücüyle, büyülü kuvvetiyle açar. Oysa buna sahip olmayan biri, hapishanede kalır. Duygudaşlığın tazelendiği yere yaşam gelir."


Portrait of Rimbaud (Valentine Hugo, 1933)


Acı çeken çalınmış palyaço yüreği


Kederli yüreğim salya sümük güvertede,
Yüreğim asker sigarasıyla izmarit dolu:
Çorba atıklarını fırlatırlar oraya bile,
Kederli yüreğim salya-sümük güvertede:
Bir küfür tufanı eratın ağzında bilmece
Gülerler durmadan kahkahaları sulu mu sulu,
Kederli yüreğim salya-sümük güvertede,
Yüreğim asker sigarasıyla izmarit dolu!


Rimbaud (1962, Alberto Giacometti)


Maslahatlar alesta kalıp çekmeye hazır
Baştan çıkarır yüreğimi küfür hazretleri.
Dümende dalga geçerler tepeden tırnağa hınzır,
Maslahatlar alesta kalıp çekmeye hazır.
Ey büyüleyici dalgalar o sayenizde paklanır,
Alın yüreğimi yıkayın, bilsin temizliği!
Maslahatlar alesta kalıp çekmeye hazır,
Baştan çıkarır yüreğimi küfür hazretleri!
Küfürleri bitip tütünleri de tükenince
Ne yapacağım ben ey çalınmış yüreğim?
Hıçkırık olacaklar hepsi meyhane türkülerinde
Küfürleri bitip tütünleri de tükenince,
Bir meydan savaşı başlayacak zavallı midemde
Yüreğim örselenmiş dalım kırılmışsa benim,
Küfürleri bitip tütünleri de tükenince
Ne yapacağım ben ey çalınmış yüreğim?


* Rimbaud, 13 Mayıs 1871 tarihli mektubunun içinde gönderdiği bu şiire İşkence Edilen Yürek (Le Coeur Supplice / Acı Çeken Yürek) adını verdi. Paul Demeny'ye gönderdiği 10 Haziran 1871 tarihli mektupta yer alan şiirin adını Palyaçonun Yüreği (Le Coeur du Pitre) olarak değiştirmiştir. Bu nüshada, yedi yerde bazı sözcüklerin değişmiş olduğu görülür. Şiirin üçüncü adı Çalınmış Yürek'tir. (Le Coeur vole)
Bu üç ad da Rimbaud'nun birkaç ay içinde yaşamış olduğu ruhsal değişimlere tanıklık etmektedir: ilkin, onarılmaz çirkinliğini keşfettiği insan toplumu şairin yüreğine işkence etmiştir. Rimbaud daha sonra bu toplum içinde kendini bir soytarı gibi gülünç hissetmiş, bir süre sonra da kendini aldatılmış, kazıklanmış hissetmiştir.
Yorumculara göre bu şiir gerçek bir itiraftır ve Rimbaud'nun Komün sırasında yaşadıklarına tanıklık etmektedir.
Delahaye kaynaklı bir söylenceye göre de Rimbaud Nisan ayında altı gün yaya yürüyerek Paris'e varmış, devrime gönüllüler arasında katılmış ve büyük bir düzensizliğin egemen olduğu Babylon Kışlasında kalmıştır. Sonuç olarak, doğrudan doğruya ister katılsın, ister katılmasın, Rimbaud düşünce ve duygu olarak tam bir Komün'cüdür. Ve bu şiir her bakımdan yaşanmış deneyimlere tanıklık etmektedir.  - Özdemir İnce

No love

Brandon & Gio at Boysroom, 2007
Cashed (Marco), New York City, 2003
Dazzle Dancers, 2007
Dildo Monster (Glenn Marla & Jeramie), 2006
4 Dildos, 2006
Dungeon Boys (Josh & Jorge), New York City, 2003

Skingraphs