Stranger by the Lake (2013, Alain Guiraudie)







Ada Defterleri

Her şeyin bir sonbaharı var, bazıları ne kadar kısa. Hayatın önüme sıraladıklarına bakıyorum bu sabah, Heybeli'de doldurduğum, doldurmayı sürdürdüğüm defterlerdeki yazının boş, yanılsamalardan örülü, aymaz hali düşündürüyor beni. Mesafe, Temas, Ayar - belli ki hepten yanılıyorum. Birinci kez, Solness durumu: Diktiğim yapıyı taşımayacak bir temelden hareket ettiğim için yıkık dökük, onarılamayacak ölçüde harabeleşmiş, bozgunları karşısında çaresiz biriyim işte ben.

Görmek ve kabul etmek, bir çıkın hazırlayıp gitmek, her nereyeyse, orada bir çadır, bir kulübe dermek çatmak, içeride kendi sıfırınla yüzleşmek. Çıkın mı? Elinde ne kaldığını sanıyorsun?

Üç dört gündür aklımda Bergman dolaşıyor gene. Temas değil ama şimdi: Yedinci Mühür, Sahneler, Saraband. Adasında, nicedir kendi kendine konuşan o harap adama bitişiyorum.

Ve 1887 -1888 elyazmalarındaki karmaşayla, Nietzsche'ye; bir yıkıntı eşiği daha. Sonrasında içi boşalmış yaşarken, bir defasında gözleri parlamış, anasına dönüp sormuş: "İyi kitaplar yazdım ama, değil mi?" Bu anekdot doğru mudur emin değilim: Bomboş gökyüzünde şimşek çaktığı olur.

Elimde ne kaldığını sanıyorsun?

Hala birkaç soru var.

Örneğin: Yıkılacağını bile göre neden kurmaya, dikmeye çalıştın, çalışıyorsun?

Daha da çalışacak mısın?

Kişi, kurabiye pişireceği bir Tanrı'dan yoksun olsa bile, yeri geldiğinde Terki Dünya'sına
çekilebilmeli. Varsın içine düştüğü boşluktan büyüğüyle yüzleşmek durumunda olsun.

Kendinden başka konuşabileceğin kimse(n) kaldı mı?

Bak, elinde bir soru daha var.

Ingmar Bergman

Geceyarısı televizyonda bir haber: Ingmar Bergman, sabaha karşı ölmüş, bir önceki gecenin sonunda, belki kurtların saatında.

Faro'da, Baltık Denizindeki adasında, huysuz münzevi, birbaşına yaşıyordu yıllardır. Kızı "huzur içinde öldü", diye açıklama yapmış. Ömrü boyunca tek salise huzursuzluktan kurtulamamış biri için, doğruysa, beklenebilecek bir son.

Otuz yılı aşkın bir süredir, baş sinemacılardan biri oldu; filmlerine döndüğümde, zaman içinde, hiç düşkırıklığı yaşamadım. Son, en son gerçekleştirdiği film önünde, Saraband, bir defa daha dağlandım kaldım. Çok derin, ipince, harman yeri sorgulaması. Birey, çift, cemaat, toplum, ülke, Dünya ve Evren ve Kaos üzre bir epope.


Üstelik ne kadarına erişebildik? Yüzü aşkın oyun sahneye koydu, hiçbirini tanımıyoruz, tanımayacağız. Büyülü Fener'i, kimi metinlerini okuduk, yazdıklarının küçük bir kesiti. Stockholm Film Arşivine 45 büyük koli elyazmasını bırakalı birkaç yıl oldu. Günışığına çıkarılacaklar, okuyabileceğimiz bir dile çevrilecekler de...


35'ine dek, büyük bir hırsla, yazar olmak istemiş. Yayıncılar geri çevirmişler yolladıklarını, önünü tıkamışlar. İyi mi yapmışlar yoksa? Bilemeyiz.


Her ne demekse, ki benim gözümde apaçık: Gerçekleş(tiril)miş bir hayat. Benim gözümde, başkalarının gözünde apaçık olması başvurduğum tanımı, fiili herkesin gözünde aydınlatmaya yetmeyecek, biliyorum.


Soracaklardır: Gerçekleştirilmemiş hayatlar mı var?


Pek çok yaşam öğesi, Bergman'da, ortalamanın üzerindeydi: Ömür süresi, ürün sayısı, aşk sayısı -öfke, kibir, dibe vurmalar, doruk tırmanışları, yaralanmalar, horgörülme ve taçlandırılma, vb.

Gerçekleştirmenin tek yolu bu fazlalıklarla ilintili değil şüphesiz: Kendi halinde, gürültüsüz, mutlu bir başka formu da geçerli gerçekleştirmenin.

Kaldı ki, onca etkinliğin, getirinin götürünün Bergman'ın durmadan kendisini kemirmesini engelleyemediği biliniyor.

Kaç yıldır Faro'daydı, 'kulübe'sinde?

Son İngrid öleli beri yapayalnız, ruhu yenik ve delik deşik uzatmaların belirsizliğinde yüzüyordu.

Bir itirafında, gün boyu yüksek sesle, İngrid'in hayaletiyle konuştuğuna rastlamıştım.

Bizim ada nüfusunda bugün bir azalma var.

Uzakta bir ada.

Tam yanıbaşımda.

Heybeli'ye getirdiğim birkaç film arasında Saraband da var - orada bir görüşelim gene.

Bergman, adasında

Bergman, adasında.

Yaşlı, deliliğe komşu bir ruh hali var gelgitlerinde, nicedir münzevinin münzevisi. Hiç boş durmamıştı, şu an acaba ne durumdadır? Fırtınası birazcık olsun hafiflemiş midir? Saraband'ı yanımda getirdiydim Heybeli'ye, DVD oynatıcı geçit vermedi.

Gece yatakta, uykuya girmeden, Bergman'ın delici soruşturmasını, yaşamöyküsel cerrahlığını düşünüyordum. Birden aklıma, 1971'de izlediğimde çok sarsıldığım, on yıl sonra benzer duygularla bir defa daha gördüğüm The Touch geldi. "Temas" diye mi çevrilmişti filmin adı, herhalde öyle çevrilmişti.



Temas ve temassızlık, Bergman'ın dünyasında bir ana eksendi. En yakıcı kısımlarında dolaştı, senaryodan senaryoya. Şimdi anımsayamıyorum: Adasına kaç yaşında çıkmıştı? Ondan çok önce filimlerine girmişti ada, adalar.

Kuzeyin adaları serttir. Anakaraya iyiden yabancılaşmış insanlar yaşar orada.

Alkol ve susku.
Bazan: Sonsuz içkonuşma.
Çünkü: Sonsuz içdava
Sanık iskemlesinde: Tanrı, hayat, ben.
Ve: Kadın. Kimbilir hangi iskemlede.

Yalnızlık

Yalnızlığın istenmedik bir sonuç, insanın başına gelen bir şey olduğunu düşünenler olmasa, en küçüğünden en büyüğüne cemaatlar oluşmazdı.

Yalnızlık istendiğinde, seçildiğinde bile, pek az örnekte tümel yalıtım hedefleniyor. İlk çöl keşişlerinden Valery'ye giden çizgide, genellikle teğet konumlanışın farklı derecelendirmeleriyle karşılaşıyoruz.

Yalnızlığın şu ya da bu kertesini benimsemek, özünde, kişinin kendine yeterliliğiyle açıklanabilir mi? Bana kalırsa gerekli şart bu; ama bırakın kendi kendine yetmeyi, kendine artabilecek ölçüde donanımlı olduğunu gördüğümüz insanlar vardır, iki dakika yalnız kalmaya gelemezler.

Demek donanımdan çok bir içhal tanımına bakılmalı.

Melankolik bünyelerde serimlenen, birbirlerinden doz farkıyla ayrışan, uzaklaşan kimyasal eşiklere. Yalnızlığın derin acısını çektiği halde başka türlüsü elinden gelmeyenle, yalnızlığının keyfini çıkaran bir tutulamaz; Çıkış noktasında da, varışta da.

Bir de alıştırma konusu: Neden topluluklar yalnızlığı sevmemiş, giderek kargışlamıştır?

Tek neden 'bize benzemelisin' olmasa gerek.

Ada Defterleri

Bad Boy (1981, Eric Fischl)


20. yüzyılın çarpıcı tablolarından biri ABD'li ressam Eric Fischl (1948) imzasını taşıyan Bad Boy, çok değişik bir cinsel atmosferi betimlemektedir. Eric Fischl resmi hakkında şunları söylemiştir:

"Kökende, Bad Boy ile odada bir çocuğun bulunmasını düşünmedim. Düşündüğüm bir erkek ile bir kadını cinsel birleşmeden sonra odanın şurasına burasına serpilmiş olarak göstermekti. Ama erkek resme uymadı. Bana göre değildi. Önce odadaki resmi yapan, kadına bakan bendim. Sonra, bilmiyorum, odada bir başka kişinin varlığını ayrımsadım, kökende kadının yanı sıra odadaydı, ve benimle birlikte gözlüyordu. Böylece, çocuğu yerleştirdim resme. Ve ondan hoşlandım. Kadın, para, her şey yerli yerine oturdu."

Küçük bir erkek çocuğun yatakta çırılçıplak yatan bir kadını seyrederken, bir yandan da kadının çantasından para aşırmaya çalıştığı görülmektedir. Çanta bir simgedir. Kadının vaginasını simgelemektedir. Cinsellik dozu olabildiğince yüksek, deyim yerinde bulunursa, cinsellik -yoğun bir resimdir. Bir çocuğun çırılçıplak, her şeyi ortada bir kadını seyrediyor oluşu da aykırı bir resim kimliği almasına yol açmaktadır. - Önder Şenyapılı


 


Le Dernier des Injustes (2013, Claude Lanzmann)


Shoah için:

Sade'ın Tanrısı

"Gelin iyi dostlar, haydi hep birlikte neşelenelim, tüm bundan gördüğüm, erdem dışında herkes için yalnızca mutluluğun arttığı -ama belki de yazdığımız bir roman olsaydı böyle söylemeye cüret etmezdik. "Yayımlamaktan korkmak niye? dedi Juliette, "Gerçeğin bizzat ve yalnızca kendisi, bu vahiylerin önünde insanlık nasıl titrerse titresin, doğanın gizlerini çırılçıplak gözler önüne sererken.  Felsefe dile getirmekten asla çekinmemeli."

Hedefleri filozofların hedefleri olsa da Sade roman biçimini seçti. Bunun ona sağladığı şey, ses çeşitliliğiydi. Herhangi birine bağlanmaksızın, konumları denemekte serbestti. Özellikle de Tanrı'ya ilişkin inançları, bir akış meselesi gibi görünüyordu. Tanrı, yalnızca tümüyle yok muydu ortada, yoksa etkin olarak kötü niyetli miydi? Dünyadaki kötülük, rastgele kötü şansa mı dayanıyordu, yoksa kasti niyetin sonucu muydu? Bu konuda Sade'ın kendi kararsızlığı, sıklıkla neredeyse tutarsız nidalarla kendini gösterir: "Evet, beyhude yanılsama, ruhum senden nasıl da iğreniyor!" Okurun, Sade'ın eserlerinin, varoluşsal statüsü belirsiz bir varlıkla geçen diyaloglarla dolu olduğu gerçeğini gözden kaçırması imkansızdır. Önemle işaret edilir ki, Juliette "günaha meydan okur. Onun çapkınlığı Katoliklik tarafından, paganizmin rahibenin esrikliğine yaklaşımındaki gibi mimlenmiştir" (Adorno ve Horkheimer) Bataille, daha belirsiz olarak, Sade'ın eserlerini dua kitapları olarak niteledi. Eğer Sade bir ateist idiyse, kesinlikle Tanrı takınaklı bir ateistti. Onun ateizme ilişkin ifadeleri, iyimser anlarına denk geldi. Çünkü, başka herhangi bir seçenek çok daha kötüdür. Justine'e öğretmenlik yapmaya çalışan Dubois açıklar:

"İnanıyorum ki," diye cevap verdi bu tehlikeli kadın, "eğer bir Tanrı olsaydı, yeryüzünde daha az kötülük olurdu; inanıyorum ki, kötülük var olduğundan, bu düzensizlikler ya Tanrı tarafından açıkça hükmediliyor, ki bu durumda barbar biridir ya da bunları engelleyemiyordur, ki o zaman da zayıf bir Tanrıdır; her iki durumda da iğrenç bir varlık, yıldırımına meydan okumam ve yasalarını hiçe saymam gereken bir varlıktır. Ah, Therese! Ateizmin bu iki ucu birinden ya da ötekisinden daha yeğlenir değil midir?" (Sade)

Gerçekten de öyledir. Çünkü Tanrının yokluğunun alternatifi, varlığıdır. Eğer O'nu eserleriyle tanıyacaksak, O'nun doğasına ilişkin ne çıkarsamamız gerekir? Sade, Bayle'den beri hazırlanmakta olan standart yakarışları alıp onlardan, daha öncekilerin çıkarmaya cüret edemedikleri sonuçları çıkardı. Klossowki Sade'ın eserlerinde baştan sona gnostik temaların varlığına dikkat çeker. Bunlar ayrıca onun, Yaratılış'ın bir lanet tohumu taşıdığı görüşünde ve zevke övgülerinden hiçbirinin asla gizlemediği müthiş beden nefretinde de bulunabilir. Ancak, çoğu gnostik en azından iki gücü kabul etmiştir. Sade'ın yüce bir gücün varlığına inancında bu dinmez bir kötülük gücüydü. Böyle bir varlık, 

"çok kindar, çok barbar, çok adaletsiz, çok zalim... bir ölümlünün sahip olabileceği bir güdü olmadan yaptığı için bir ölümlüden daha zalim olmalı." (Sade)

İnsanların suçları genellikle, yalnızca zemindir. Kendi banal çıkarlarını gerçekleştirmek, servetlerini ya da en kötü ihtimalle güçlerini artırmak için suç işlerler. Ama Tanrı, kadiri mutlaktır. Evreni dolduran zayıf varlıkları sürekli ezmekle hangi ihtiyaçları karşılanabilir ki? Katışıksız zulüm arzusu, bunu açıklayan tek şeydir - kimilerinin lütuf gizemine sığınmalarının nedeni de budur. Sade'ın çıkardığı sonuçlar, birden fazla geleneğin habercisiydi. Nietzsche'nin betimlemesine göre, Yunan tanrıları, bizim tiyatroda trajedi seyrettiğimiz gibi, insanların ıstırabını seyrediyordu. Kalvinistlerde ve de paganlarda da duramayız. Eyub'un girişinde resmedilen, adil kulunun... aşkına eziyet görmesine izin veren Varlık'ta Sadevari bir kahramanın özelliklerinin izini süremez miyiz?

"Senden daha filozof olarak, Clairwille, kendi sistemimi ortaya koymak için, senin mecburmuş gibi göründüğün, ne O kaba İsa'ya ne de o sıkıcı romana, Kutsal Kitap'a başvurmam gerekmez; benim evren çalışmam tek başına, sana karşı çıkacak silahlar sağlar bana... Gözlerimi evrene çeviririm: Kötülüğün, düzensizliğin, suçun her yerde despotlar olarak egemen olduğunu görürüm. Bakışlarımı aşağı çeviririm, bu evrenin yaratıklarının en ilgincine çarpar gözlerim. Onun da kötülüklerle, çelişkilerle, rezaletlerle yutulduğunu görürüm; bu incelemeden ne gibi düşünceler çıkar... bir Tanrı vardır; gördüğüm her şeyi zorunlu olarak şu ya da bu el yaratmıştır, ama kötülük dışında bir şey için yaratmamıştır; kötülük onun özüdür; ve bize yaptırdıklarının hepsi, onun planları için zaruridir." 

"Evrene gark ettiğim sürekli mutsuzluklar sizi benim yalnızca düzensizliği sevdiğime ve beni memnun etmek için bana öykünmeniz gerektiğine ikna etmedi mi?... Davranışımın neresinde iyilik gördünüz ki? Size salgınlar göndermede, karmaşada, iç savaşlarda, depremlerde, fırtınalarda mı? Aptallar! Niye beni taklit etmediniz? Sırf, kötülüğün zorunluluğunun ne büyük olduğunu kanıtlamak için size verdiğim tutkulara niye direndiniz?"


Tünelin Ucu: Marquis de Sade
Modern Düşüncede Kötülük
Susan Neiman
sf. 199

Hitler ve Nazi Almanyası

Hitler with Bleeding Eyes, 1993. Erwin Blumenfeld

30 Nisan 1945'te Hitler, sığınağında bir Alman köpeği üzerinde etkin mi değil mi diye denediği Prusya asitini metresi Eva Braun'la evlenmesinin ardından, önce ona içirip sonra da kendisi içerek kafasına bir kurşun sıktı. Hemen arkasından Magda Gobbels onu taklit etti. Magda Gobbels aynı zehirle 4 - 12 yaşları arasındaki altı çocuğunu serinkanlı bir şekilde öldürdü. Ardından kocası Joseph Gobbels'le birlikte intihar etti. Niçin ortada bir köpek vardı? Niçin altı çocuk söz konusuydu? Niçin bu maskaralıklar sergileniyordu? Bu soruların yanıtı bu ölüm sahnesinin temel oyuncusu tarafından verilmiştir. Kavgam'daki (Mein Kampf) bir takım lanetleri vasiyetnamesinde yeniden tekrarlayan Hitler, savaşın çıkmasından ve Almanların yenilgisinden Yahudilerin sorumlu olduğunu açıklıyor ve sonucunda da Son Çözüm'ün bütün kurbanlarının, aslında Nazilere atfedilen suçun gerçek sorumluları olduğunu iddia ediyordu. Bolşevikleşmiş bir Yahudi dünyasının egemen olduğu bir gelecekte yaşamamak için, o sadece kendi kendine köpeğiyle birlikte ölmeyi değil aynı zamanda karısının ve kendisinin vücudunun yakılmasını emrederek işlediği cinayetin izlerini de silmeyi planlamıştı. Gobbels ve karısı da kendi çocuklarını aynı asit yardımıyla -Ziklon B adında gaz odalarında kullanılan bir asittir bu- öldürerek aynı şeyi yapacaklardır. Buradaki intihar başka birtakım intiharlara hiçbir şekilde benzememektedir. Ne Emma Bovary'nin gururlu ve umutsuz intiharıdır bu, ne de işkence altında konuşmaktansa kendilerini öldürmeyi tercih eden direnişçilerin. Ne kamplardan geldikten sonra kendilerini öldürenlerin ne de İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kendilerini öldüren Japon generallerin seppukisi'ne benzetilebilir. Çünkü onlar halklarının yenildiklerinden dolayı imparatordan özür dilemek adına bunu yapmışlardır.

Kasti olarak kendini öldürmenin diğer biçimlerinin aksine, Nazilerin intiharı Yahudilere karşı işlenilen soykırımın gülünç derecede eşdeğerli bir eylemiydi. Onlar bunu sadece yahudilere karşı değil aynı zamanda saf olmadıkları söylenen ırklara karşı da gerçekleştirmişlerdi. Buradaki intihar, sapık bir intihardır. Minyatür haline dönüştürülmüş şekilde bir kendi kendine soykırıma uğratmaktır; hiçbir şekilde bir kurtarılışa başvurmadan yapılan bir eylemdir. Bu eylem bütün Almanya'ya sanki model olarak ama beyhude bir şekilde kendini gösteriyordu. Kadınlar, erkekler, insanlar, çocuklar, yaşlılar, yaralılar, ölmeyip yaşayanlar, hayvanlar hepsi şereflerinin örneğini izlemek ve bir daha ortaya çıkmamak üzere kaybolmak zorundaydılar. "Sonuç olarak Hitler'in kendisiyle birlikte yok olmaya hazır olarak gördüğü Alman halkı" diye yazacaktır Ian Kershaw "Hitler'den daha fazla yaşama becerisi gösterebildi." Eski Almanya onunla birlikte ölmüştü. Onun doğurduğu, vizyonunda geleceğini gördüğü ve ona gönüllü olarak hizmet veren, kısacası onun hybrisine (ölçüsüzlüğüne) katılan Almanya, şimdi onun Nemesis'ini paylaşmak zorundaydı.

Elisabeth Roudinesco

* nemesis: Yunan mitolojisinde gecenin kızı olan nemesis tanrılardan insanların 
ölçsüzülüğünü ve deliliğini cezalandırmalarını isteyen tanrıçadır. 





Alejandro



Gilles de Rais ve Erzsebet Bathory

Sade Gilles de Rais'yi biliyordu ve onun katılığını değerlendirmişti. En dikkat çekici olan bu katılıktı: "Sonunda çocuklar ölü olarak yatıyor oldukları zaman onları kucaklıyordu... ve en güzel kafalara ve organlara sahip olanları seyrediyor ve bedenlerini vahşice yarıyor ve iç organlarını görmekten büyük bir zevk alıyordu."

Şu sözcükler son noktada beni titrememe olanağından çekip çıkarıyor: "Ve çoğu zaman... çocuklar öldükleri zaman karınlarına oturuyor ve onları bu şekilde ölürken görmekten zevk alıyordu ve Corillaut ve Henriet'in (hizmetçileri) söylediklerine göre bunlara gülüyordu... Sonunda son noktaya kadar tahrik olmak için, Rais hazretleri kendinden geçiyor ve yığılıyordu. Hizmetçiler odayı temizliyorlar, kanı yıkıyorlardı...ve efendileri uyurken söylediklerine göre "kötü koku"yu yok etmek için giysileri birer birer yakıyorlardı."

Sade Erzsebet Bathory'nin varlığından haberdar olsaydı hiç kuşkusuz çok etkilenirdi. (bkz: Kanlı Kontes: Erzsebet Bathory) Siabeau de Baviere hakkında bildikleri onu kendinden geçirmişti.  Erzsebet Bathory onda vahşi bir hayvanı homurdanışına neden olurdu. Bu kitapta bundan sözediyorum ve bunu gözyaşları içinde yapabiliyorum. Bu üzüntü verici tümcelerin düzenlenmesi, Erzsebet Bathory adının çağrıştırdığı esritici soğukkanlılığın zıttındaki bilincim içinde gerçekleşmiştir. Burada sözkonusu olan vicdan azabı değildir, burada söz konusu olan, Sade'ın kafasında oluştuğu gibi, arzu fırtınası da değildir. Sözkonusu olan, bilinci, insanın gerçekten ne olduğunun temsil edilişine açmaktır. Hristiyanlık bu temsil karşısında gizlenmiştir. Kuşkusuz insanlar bütün olarak, her zaman gizlenmek zorundalar ama insan bilinci gurur ve alçakgönüllülük içinde, tutkuyla ama titreme içinde- doruktaki korkunçluğa açılmak zorunda. Sade'ın eserlerinin bugün kolay olan okunuşu, cinayetlerin sayısını -hatta sadist cinayetlerin sayısını- değiştirmedi ama insan doğasını bütün olarak kendinin bilincine açıyor!

Georges Bataille
Eros'un Gözyaşları'ndan


Gilles de Rais

Gilles de Rais'in eylemleri Sade'ın yasayı tersine çevirmesini müjdeliyor ve insanın kendisine özgü, kendi içinde bulunan insanlık dışı yanın dışa vurulması olarak suç kavramına antropolojik bir içerik veriyordu: "Suç, diyordu Bataille, insan türünün özelliğidir, hatta bu türün tek özelliğidir, ama her şeyden önce gizli özelliğidir. (...) Gilles de Rais trajik bir suçludur: tragedyanın ilkesi suçtur ve bu suçlu, herkesten daha fazla bir tragedya kişisi olmuştur (..) suç elbette geceyi çağırır; gece olmasa suç suç olmazdı ama derin olsa bile, gecenin korkunçluğu güneşin parlaklığına ulaşmak için can atmaktadır."


1404'te doğan Gilles de Rais babası tarafından Laval Montmorency hanedanına mensuptu, anne tarafından ise krallığın en zengin ailelerinden birinden geliyordu. Ama içinde yaşadığı dünya -yüzyıl savaşlarının dünyası- yağmalara teslim olmuştu. Eski şövalyelerin mirasçıları artık avcıya dönüşmüş, cinayetin ve zulmün tadını çıkarıyorlardı. VI. Charles-deli kralın zamanında Armagnaclar ile Bourguignonlar arasındaki rekabet İngiliz iktidarına yarıyordu, çünkü krallık otoritesi tam olarak asla yerine oturmuyor, kralın ya da Paris'in kontrolünü sırayla bu çatışanlardan biri alıyordu. 

1922'de kralın ölümünden, Azincourt yenilgisinden beş yıl sonra, iki mirasçı onun yerine geçebilecek konumdaydı: bir yanda V. Henri'nin oğlu olan -henüz çocuk olduğu halde Bourguignonslar tarafından desteklenen bir İngiliz- öte yanda ise Troyes Antlaşması'nın yapıldığı 1420'den bu yana mirasını kaybetmiş ve Bourges'e sığınmış olan veliaht XII. Charles vardı. Fransız tacının resmi mirasçısı düşmanlarına teslim olduğu için, bu koşullarda sadece meşru mirasçısı düşmanlarına teslim olduğu için, bu koşullarda sadece maskara haline gelmiş ve krallığını yeniden fethedebilmek için taç giymeyi beklemek zorunda kalmıştır.

Annesinin babası Jean de Craon tarafından büyütülen Gilles de Rais'nın bu aşağılık eğiticisi çok zengin bir derebeyiydi, cimri ve sefihti, daha on bir yaşındayken Azincourt'da ölen tek evladı için çok üzülmüştü, torununu da suça itti. On altı yaşındayken Gilles, dedesinin ikinci karısının torunu  Catherine de Thouars'la evlendi, ama bu evlilik, maiyetindeki bir delikanlıyı kendine sevgili olarak almasını önlemedi. Bu sevgili sonradan epey önemli bir çocuk katili olacaktır: "Gilles ve dedesini görünce" diye yazıyordu Bataille "Nazilerin yaptığı hoyratlıkları düşünmemek imkansız".

1424'te Gilles bu berbat dedenin servetine kondu ve bu serveti içki alemlerinde ve inanılmaz harcamalar yaparak aklına estiği gibi kullanmaktan başka bir şey düşünmedi. Ölçüsüz hoyratlığı ve yaptığı küstahça hesaplarla yaşlı derebeyinin biriktirdiği serveti tüketiyordu. Birinin cimriliğini ötekinin har vurup harman savurması izliyordu. Ama bu tersine çevirme içerisinde, kötülük sürüp gidiyordu; iki avcı da gerçekten kan tutkusunu ve insanların yasasına uymamayı paylaşıyorlardı.

VII. Charles'ın sarayında kendi çıkarlarına hizmet edecek birini arayan ve Gilles'ın bu çılgınlığının engellenmesi gerektiğinin bilincinde olan Craon, bu yüzden onu askerlikte kariyer yapmaya yöneltti. Beklenilenin tersine, genç adam, kendisini aşan bir kahramanlık idealini benimseyerek, parlak bir savaş şefi oldu, idealindeki kişinin tam aksi bir profilin, Jeanne'd Arc'ın emrine girerek, cinayet işlemekten vazgeçti.

Erkek kılığına girmiş, üstelik gaipten sesler duyan bir bakirenin emri altında, monarşik ilkenin kutsal birliğinin oluşturulması arzusuna dayalı vatanseverlik duygusunun yeniden oluşturulup uyanmasına katkıda bulundu. Jeanne böylelikle hem dedesini hem de halkı terk edip, yağmalarla, saldırılarla coşarak, egemenlik ilkesine sırt çeviren suçlu soyluların tersine bir arzuyu ete kemiğe büründürüyordu. Orleans'da, sonra Tourelles'de, Jargeau'da, sonra Patay'da, zamanının öbür şövalyeleriyle birlikte mertçe savaştı, öyle ki kendisine "silahta çok mert şövalye" takma adı verildi.

17 Temmuz 1429'da, krallara sürülmesi gereken kutsal kremin bulunduğu şişeyi Saint Remi Manastırı'ndan alıp getiren oydu.  Sonra Jean'ın yanında, gözlerinden yaşlar süzülerek, Reims'de taç giyme törenine katıldı. Uğursuzluklarla dolu yaşantısının o şerefli gününde, Fransa'nın başmareşalı oldu. Birkaç ay sonra, mertliğine hayran olan Bakire'nin isteğiyle Paris'i kuşatmaya soyundu. "Unutmayalım diye yazar, Bataille, "eğer o gün omzuna bir ok isabet etmeseydi, Bakire'nin umut ettiği karar mümkün olabilirdi, Gilles şahane bir savaş şefiydi. Savaş heyecanlarının öne çıkardığı kişilerdendi o. Eğer Jeanne D'arc onu en önemli zamanlarında yanında bulundurmak istediyse, bildiği bir şey vardır".

Gilles ile Jeanne'ın arkadaş olduklarını söylemek için elimizde hiçbir kanıt yok. Ama yine de, savaş alanlarında Tanrı'nın hizmetkarının şerefle somutlaştırdığı ideal, kendi açısından ortadan kalkınca, şanının göstergelerini ayaklar altına alıp, hırsızlığa, daha fazla yağmaya ve malını mülkünü yeniden hor kullanmaya başladı. Görünüşte Bakire'nin kaderine kayıtsız kalıyordu.

Erkek kılığına girdiği için sapık bir suç işlediği öne sürülen, dinsiz, dine geri dönmüş ama yeniden sapmış, gevşek, dönme, puta tapar olarak tanınan Jeanne, bakire olmasına rağmen Şeytanla işbirliği yapmakla suçlanıyordu. Kilise Mahkemesinin söylediğine göre, duyduğu sesler, gördüğü bir Tanrı'nın değil, karanlık ve gizli bir Kara Melek'in sesiydi. Celladı Papaz Cauchon, sözünden dönmesini bekleyerek, ona yapılan işkenceye katıldı. Beklediğine değdi: Jeanne, alevler arasında kendini İsa'ya teslim etti. Yirmi yıl sonra, onu terk etmiş ama onun sayesinde Fransız Monarşisini yeniden düzenleyen VII. Charles hakkında yapılacak bir araştırmaya önayak oldu. 7 Temmuz 1456'da itibarı iade edildi, 1920'de Papa V. Benoit tarafından azize ilan edildi.  

Bataille, Gilles de Rais'nin Şatosunda
1432 Kasımı'nda dedesinin ölümünden sonra, Gilles de Rais iyiden iyiye suç bataklığına daldı: Champtoce'de, Tiffagues'de, Machecoul'da, hizmetçilerinin sağladığı yardımlarla, köylü ailelerin çocuklarını kaçırıp kapatıyor, onlara korkunç işkenceler yapıyordu. Vücutlarını parçalıyor, yürekleri başta olmak üzere organlarını söküyor, can çekişirlerken çocuklara tecavüz ediyordu. Çoğu zaman öfkeye kapılıp, sertleşmiş organını işkenceden yaralanmış karınlara sürtüyor, boşalma anına doğru da kendinden geçiyordu. Estetiğe ve tiyatro mükemmelliğine önem verdiği için, en güzel çocukları seçiyor, tercihen erkek olan bu çocuklara kurtarıcıları gibi davranarak, onlara kötülük yapmaları için uşakları üzerlerine sürüyordu. Böylece dilediği mimikleri elde ediyordu. Önce baştan çıkmış, sonra da baştan çıkarıcı olan çocuklar, onda büyük bir tahrik uyandırdıklarının farkına varmadan onu kutsuyorlardı. Gilles, deliliğin üst düzeyine ulaştığında, onların kafataslarını yarıyor, transa girerek şeytanı çağırıyor, kendisini de kan, sperm ve yiyecek artıklarıyla kirlenmiş bir dışkıya dönüştürüyordu. * Gilles de Rais aşağı yukarı üç yüz çocuk öldürmüştür. Cinayetleri mavi sakal efsanesinin doğmasına yol açmıştır.

Savaşın bütün cinayetleri, Jeanne'ın elde ettiği, eski şanının korunduğu bir kaleye aktarılmış gibiydi. Dedenin ölümü, torunda, daha önceden de karşı geldiği bir yasanın bütün sınırlarını yok etmişti: "Onu mahveden öfkeyi artık hiçbir şey engelleyemiyordu. Bütün engellerin inkarı olan cinayet ona, delikanlıyken dedesinde bulunan sınırsız egemenliği sağlıyordu. Gilles, bir zamanlar izlediği -ve hayran olduğu-, yaşarken kendisini aşmış, bugün ölmüş ve onu yetiştirmiş olan o adamın rakibiydi. Sıra ona gelmişti, onu aşacaktı. Onu cinayet alanında aşacaktı.(Bataille)


Gilles





Queer & Sade

Queer teori, sadece cinsel farkı tamamen yapısöküme uğratma iradesinin en kökten bir uyarlanması değil, aynı zamanda sapıklığın uygarlık için zorunlu olduğu düşüncesinin de yok edilmesidir. Bu teori aynı zamanda biyolojik ve sosyal cinselliği reddetmektedir, her bireyin şu ya da bu cinsiyetin konumunu, kıyafetlerini, davranış, fantazma ve sayıklamalarını her an almaya hakkı var sayılmaktadır. Buradan da yasaya karşı gelen cinsel pratiklerin -göçebelik, pornografi, iskarpincilik, fetişizm, röntgencilik vs. heteroseksüel denilen toplumun ortaya çıkardığı kuralların benzerinden başka bir şey olamayacağını iddia etmeye kadar gidilir.

Görüldüğü gibi queer teorinin bu söylemi, daha püriten biçimde de olsa Sade'ın ütopyasının sürdürülmesidir. Ama Sade cinayet, ensest ve ters ilişkiyi, Yasanın tersine döndürülmesinin merkeze alındığı hayali bir toplumun temelleri haline getirir oysa queer teori insan cinselliğini nefret aşkına hiç yer vermeyen evcilleştirilmiş bir erotiğe dönüştürür. DSM'nin sınıflandırmalarının akıllıca ve incelikli bir madalyonun öbür yüzü tarzı tersidir. Çözümlemelerinin incelikleri ne olursa olsun, sapık cinselliğin örneklerinin, rollerin ve konuşmaların böyle bir hesap alanına dönüştürülmesi, cinselliği normalize etmenin yeni bir şeklidir. Sınırları silmek ve sapıklığın cinsellik düzenlemesi içindeki yasa kırıcı gücünü inkar etmek, işi de sapıklığın adını sansürlemeye kadar götürmek, her türlü kuralın ölçüsü olarak silme kavramını almak demektir.


Elisabeth Roudinesco
Sapık Toplum


* Queer tuhaf anlamına gelir, bu terim eşcinselleri aşağılayıcı bir terimdi uzun zaman. Onlar da bu terimi yeniden sahiplenerek, heteroseksüelliği göreceleştirmeye, eşcinsellik terimi ortaya çıktığından bu yana, normalliğinden etmeye dayanan en kökten hareketin sembolü olarak almışlardır.

O Fantasma (Joao Pedro Rodrigues, 2000)


Opening Scene











...

Freud & Sade

Freud hiçbir zaman büyük bir Sade okuyucusu olmamıştır, ama hiç bilmeden Sade ile paylaştığı ortak düşünce, insan varoluşunun iyiliğe ya da erdeme yönelmeye değil, sürekli olarak kötülükten keyif alma peşinde koşmaya eğilim gösterdiğidir: ölüm içgüdüsü, zulüm arzusu, nefret yanlılığı, mutsuzluğa ve acı çekmeye özlem. Aydınlanmacılara karşı olmasa da, onlardaki karanlık yönün düşünürü olan Freud, sapıklığın, toplumların lanetli yönü ve bireyin karanlık yanı olarak, uygarlık için gerekli olduğu düşüncesini yeniden gündeme getirmiştir. Ama o, kötülüğü dünyanın doğal düzeni içerisine yerleştirmek ve insanın hayvanlığını aşılmaz aşağılık bir işaret olarak görmektense, sadece kültüre ulaşmanın insanlığı kendi yok olma içgüdüsünden kurtarmayı sağladığını savunmayı tercih etmiştir: "Karanlık yanlarımıza eğilen düşünürler diye yazacaktır Theodor Adorno, " insan doğasındaki ortadan kaldırılamayacak kötülük düşüncesinden ayrılmayıp, karamsar bir şekilde otoritenin gerekliğini öne sürerler" ve -Freud bu açıdan Hobbes, Mandeville ve Sade'ın yanında yer alır. - göz ardı edilemezler. Kendi çevrelerinde de iyi karşılanmamışlardır. "Her türlü yüceltmenin ön koşulu" diyordu Freud "yok etmeye yönelik içgüdüdür. Çünkü insana özgü olan -eğer böyle bir şey var ise- en güçlü barbarlıkla, en yüksek uygarlık derecesinin onda birleşmiş olması, böylece doğadan kültüre geçebilmesidir." Ayrıca Marie Bonoparte'a "Keşif güdüsü entelektüel bir meraktır" diye yazmıştı, "saldırgan ya da yok edici içgüdünün tam bir yüceltmesi olarak ele alınabilir."

Elisabeth Roudinesco
sf. 105 - İçimizdeki Karanlık Yan