Genet'nin metni için:

Nazım'dan

...

Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemin kokusu, bu mehtaplı gece
pırıldamakta devâm edecek ben basıp gidince de,
çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da bana bağlı olmadan vardı
ve bende bu aslın sureti çıktı sadece...




«— Paydos...» — diyecek bize bir gün tabiat anamız, —
                  «gülmek, ağlamak bitti çocuğum...»
Ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak :
                    görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat...




Ayrılık yaklaşıyor her gün biraz daha,
güzelim dünya elvedâ,
ve merhaba
                    k â i n a t . . .




Balla dolu petek
yani gözlerin güneşle dolu...
Gözlerin, sevgilim, gözlerin toprak olacak yarın,
bal başka petekleri doldurmakta devâm edecek...




Ne nurdan
              ne çamurdan,
sevgilim, kedisi ve kedinin boynundaki boncuk
yuğrumlarındaki farkla hepsi aynı hamurdan...




Lahana, otomobil, veba mikrobu ve yıldız
hep hısım akrabayız.
Ve ey güneş gözlü sevgilim, «Cogito, ergo sum» değil
bu haşmetli ailede varız da düşünebilmekteyiz...

...

Ruh

jan tepass

Bilge adamlar ölümsüz ruhun tam olarak nerede barındığı sorusuna sıkça kafa yormuşlardır. Beyinde mi? Yürekte mi? Hayır, doğru cevap testislerdir. Çünkü erkek, spermlerini orada üretir ve tek gerçek ölümsüzlüğün umudunu taşıyan bu spermlerdir.  - Desmond Morris

Akıl Hastalığı ve Kimyasal Beyin

Kendi zihinlerinin çalışması çok eski zamanlardan beri insanları büyülemiştir. Akıl hastalığı bizi hem heyecanlandırmış, hem kafamızı karıştırmış, her zaman da acele bir açıklamaya gereksinme duyulmuştur. Geçmişte akıl hastalığı; tanrılara, şeytana, karmaşık toplumsal ve ailevi ilişkilere bağlandı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu açıklamalar çok ender olarak deneyle sınanabilirler, insan bilincinin çalışması, birçok bakımlardan şimdiki bilimsel yöntemlerle yaklaşabilmemiz için fazla karmaşıktır. Buna rağmen, yaygın olarak kabullenilmiş bir çok fikir, yanlışlarıyla birlikte, psikiyatrik tedavinin temeli sayılabiliyor.

    İnsanın akıl hastalıklarıyla ilgilenişinin tarihinde, bazı aksilikler ve beklenmedik sapmalar vardır. Bu örnekler, beklenmeyen şeylerin ortaya çıkışı üzerine söylediklerimizi doğrular. Akıl hastalığının kendine has özelliklerini anlamak ve çeşitli psikoterapi yöntemleriyle tedavi edebilmek için insan, çok uzun yıllar, umduğu başarıyı elde edemeden uğraşıp durmuştur. Sonuç olarak, insan davranışının birtakım kimyasal maddelerle değişebileceğini gösteren bir sürü bilimsel bulgu birikmiştir. Canlıları yaşatanın kimyasal işlemler olduğunu gösteren bütün diğer kanıtlarla birlikte, durmadan artan sayıda doğal ve sentetik kimyasal maddeler, akıl hastalığı belirtilerinde etkileyici bir azalmaya yol açıyorlar. Amerikan toplumunda kimyasal maddelerin, uyuşturucu ve keyif verici olarak yaygın kötüye kullanımı dahi, zihinsel işlemlerin kimyasal temelini vurgulamaktadır.

    Yıllar önce, pellagra denilen bir psikozun, B vitamini alınarak tümüyle ve sürekli olarak kaybolduğu anlaşıldı. Araştırmayla, esrarlı bir akıl hastalığı, basit bir vitamin eksikliğine dönüşmüştü. Araştırmacılar, başka bir ciddi ve çok yaygın şizofreni benzeri psikozun da bir antibiyotikle tedavi edilebildiğini buldular. Bu psikozun sebebi frengi idi.

    Yirmi yıl kadar önce de manik-depresif psikozun ortaya çıkmasının, ağızdan düzenli olarak alınan basit bir tuzla, lityum karbonatla önlenebildiği bulundu.

     Kısa bir süre içinde, bu çok yaygın kötü hastalığın belirtileri, birdenbire tedavi edilebilir duruma geldi. Lityumun mani ve depresyon üzerine etkisi, beyin kimyası bilgisinden kaynaklanan bir öneriyle değil, deneysel gözlemle saptandı, ilginç bir noktayı belirtmekte yarar var; lityum, sodyumun çok yakın akrabasıdır ve sodyumun, beynin işlemesinde gerekli olduğu, bilim adamlarınca çok uzun zamandan beri biliniyor. Ama henüz lityumun etkileme biçimini bilmiyoruz

    Kimyasal maddelerin etkileri üzerine çoğunlukla rastlantıya dayanan buluşlar, bilim adamlarının, insan davranışını ayrıntılarıyla incelemeye yönelmelerine yol açmıştır. Sonuç, akıl hastalarının üzücü belirtilerinde etkin bir azalmanın görülmesidir. Bu çeşit gelişmelerin sürmesini bekleyebiliriz.

Mahlon B. Hoagland
Kitap: Hayatın Kökleri

Melankoli Nesnesi


*
İlgili okuma:

Yolculuklar mı?


Yolculuklar mı? Yolculuklara çıkmak için varolmak yeter. Bedenimin ya da kaderimin treninde, tıpkı manzaralar gibi hep birbirine benzeyen, hep farklı olan sokaklara ve meydanlara, yüzlere ve hareketlere doğru sarkarak, gardan gara gidercesine bir günden öbürüne giderim. 

Düşlere daldığım zaman, görüyorum. Bir yolculukta bundan fazla ne yapabilirim? Sadece hayal gücü çok zayıf olan insanlar, bir şeyler hissetmek için yer değiştirmeye ihtiyaç duyar.

"Herhangi bir yol hatta şu Entepfuhl Yolu bile seni dünyanın öbür ucuna götürür." Ama dünya, dünya olalı, ne zaman etrafında tur atılsa, öbür ucu Entepfuhl'a, yani yolculuğun başladığı noktaya çıkar. Aslında dünyanın ucu, tıpkı başlangıcı gibi dünyayı kavrayışımızdır. Manzaralar bizde manzaralaşır. İşte bundan dolayı onları hayal ettiğimde yaratmış olurum; onları yarattığıma göre demek ki vardırlar; ve varolduklarına göre, herhangi bir manzara gibi onları da görebilirim. Yolculuğa çıkmaya ne gerek var? İster Madrid'e, ister Berlin'e, İran'a, Çin'e, ister kutuplara gideyim, görünüşümün ve hissetme tarzımın tutsağı olduğum sürece, kendimden başka nerede olabilirim?

Hayat, onu ne hale getiriyorsak odur. Yolculuklar, yolcuların kendisidir. Gördüğümüz, gördüğümüzden değil, biz her neysek, ondan ibarettir.

Ah, düşsünler yollara varolmayanlar! Tıpkı nehirler gibi hiçbir şey olmayanlar için de bir akış, hayatın ta kendisi olmalı. 

Days of Nietzsche in Turin (2001, Julıo Bressane)


Days of Nietzsche in Turin (2001, Julıo Bressane)

Days of Nietzsche in Turin (2001, Julıo Bressane)

Days of Nietzsche in Turin (2001, Julıo Bressane)







" Ne güzel bir gün.  Burada yanan ışık ve hafif hafif esen rüzgar en ağır düşüncelere kanat takıyor. Eski dostum Jacob Burckhardt bu şehirden geçmişti ve Traviata'nın suretini gördüğünü söylemişti. Bıyıklarım benim temiz hava filtrem ve bu şehrin kaldırımları ayaklarım için bir cennet. Yalnızca, yürürken düşündüklerimiz kayda değer düşüncelerdir. Tam da ihtiyacım olan şehir işte. Ah, Torino! Tebrikler, sevgili dostum. Bana gönülden nasihat verdin. Bu şehir benim için yapılmış. İşte, apaçık görüldüğü üzere ilk kez geldiğim zamanki gibi, hiç değişmemiş. Özellikle de ilk günlerimdeki kötü  durumumu düşünecek olursak. Önceden hava berbat bir şekilde yağmurlu, soğuk ve değişkendi. Benim için çok bunaltıcıydı. Ne değerli bir şehir. Düzenli. O büyük şehirlere benzemiyor. Korktuğum gibi değil, modernite yok burada. Aksine, şurada bir 17. yy rezidansı var, her şeyin estetik olduğu zamanlardan, saray gibi, soylu. Her bir taş aristokratik sükunetin izini taşıyor. Şehir çevresinde yoksulluk yok. Renklerin bütününde belirgin bir estetik var. Tüm şehir sarı ya da toprak kırmızısı. Ayaklarım için de, gözlerim için olduğu kadar iyi. Ne güvenlikli, ne güzel
kaldırımlar ama! Trenlerin ve yük arabalarının ne kadar  düzenli ve müthiş olduğunu söylemeyi unutuyordum. Buradaki hayat bildiğim diğer İtalyan şehirlerden daha ucuz. Ayrıca, henüz kimse beni dolandırmadı. Resmi olarak benim Alman olduğumu düşünüyorlar, her ne kadar bu kışın resmi yabancı listelerinde bir Polonyalı olarak görünsem de. Ne güzel bahçeler. Ne ciddi, ne ağırbaşlı kareler. Sarayların tarzı iddiasız... sokaklar temiz ve sade... her şey umduğumdan daha fazlasına değer. Bugüne kadar görmediğim, en güzel cafeler, böyle değişken bir atmosfere sahip bu kemerler o kadar gerekli ve ferah ki insanı hiç bunaltmıyor. Geceleri Powder(İng. ismi) nehri muhteşem. İyinin ve kötünün ötesinde. Bu salt bir kötülük değil, her ne kadar Wagner'in karşısına Bizet'i koysam da. Çeşitli oyunlar arasında ben kimsenin oynamaması gereken bir konu sunuyorum. Wagner'e sırtımı dönmek benim kaderimdi, şimdi yine bir şeyin keyfini sürüyorum, zafer. Kimse Wagnerciliğe bu kadar  yakın ve tehlikeli bir şekilde yaşamadı... kimse buna daha sert direnmedi... kimse bundan kurtulmakla daha mutlu olmadı. Uzun hikaye. Bunun yerine başka bir şey koymak istiyorlar mı? Eğer bir ahlakçı olsaydım, kim bilir ne söylenirdi? Belki de kendini geride bırakarak. Ama filozoflar ahlakçıları sevmez ayrıca, güzel sözleri de sevmezler. Bir filozof ilk ve son olarak  kendisinden ne talep eder? Kendi çağını aşıp dünya üstü olmak. Bu nedenle, neye karşı en sert savaşını vermelidir? Onu çağdaş yapan her şeye. Pekala. Wagner olduğu kadar, ben de çağdaşım, başka deyişle, bir dekadan. Ama şunu anladım ki ben buna karşıyım ve kendimi korumalıydım. İçimdeki filozof kendini korudu. Kendimi Wagner'den kopardım, çünkü o bir Alman tanrısını, Alman kilisesini ve Alman imparatorluğunu arzuluyordu. Romantizm, Hıristiyanlık gibi, fizyolojik bir çürümedir, nihilizme giden bir duraktır. İnanıyorum ki, ben bir müzisyen değilim, tam da şu romantikler gibi olmamak için. Ama, müziksiz bir hayat benim için bir hata olurdu." 







Torino'ya geldiğimden beri, çalışmadan geçirdiğim tek bir gün olmadı. Engadine'kinden kesinlikle daha iyiyim. Torino, benim var olan durumumda beslenme ihtiyaçlarıma tam olarak uyan bir yer.
Bir de çok zarif bir güzlük palto aldım. Günden güne, tarif edilemez  bir aydınlıkla doluyor burası.
Başka hiçbir yerde böyle bir güz görmedim. Üzümler ve öteki meyveler daha iyi. Bunu sözcüklerle anlatamam. 300.000 nüfusuna rağmen sakin bir şehir. Dün, inanır mısın, Bizet'in başyapıtını 20 kez duydum. Zarif bir özveriyle sonuna kadar dinledim. Bırakıp gidemedim de. Sabrımın bu yenilgisi beni korkutuyor. Ne sağlam iş ama. Biz kendimiz baş yapıtlara dönüştük. Gerçekten, ne zaman Carmen'i duysam olduğumdan daha fazla bir filozof olduğum izlenimine kapılıyorum. Çok anlayışlı, çok mutlu, sakin bir Hintli gibi. 5 saat oturdum. Kutsallığın ilk aşaması. Bu müzik benim için mükemmel. Hafif, ustaca, zarif. Öyle samimi ki hiç bunaltmıyor. Işığım gayet iyi. Tüm bunlar narin ayakların ilahi adımları: benim estetiğimin ilk cümlesi. Her ne kadar popüler olsa da bu müzik şeytanca, rafine ve güzel. Müzikteki çürümenin tam tersi, sonsuz melodi.



Tam havamdayım, sabahtan akşama çalışmalara dalmış elimde küçük bir müzik broşürünü tutuyorum. Onu bir yarı-tanrı gibi özümsüyorum. At arabalarının gürültüsüne rağmen uyuyorum.
Anneme, Bay Brandes'e benim  en iyi resmimi vermesini söyledim. Bay Brandes, Kopenhag Üniversitesi'nden, benim yazılarımla ilgili sunumlar yapıyor. Aslında, benim sormak istediğim,
sevgili Bay Georg Brandes, bilinçsiz bir topluluk karşısında benim  çalışmalarımdan bahsetmeye nasıl cesaret ettiniz? Yarından sonrası benimdir. Bazı insanlar öldükten sonra doğar. Mole Antonelliana, Ecce Homo'nun vaftiz babasıyım. Bu yüce fikir bana H. Heine tarafından verilmişti.
Onda ne kadar mükemmel olduğunu hayal edemeyeceğim kadar ilahi bir kötülük vardı. Tanrı için insanın değerini satirden ayrılamaz olarak görüyorum. Şimdiye kadar tüm felsefeler bedeni yanlış anladı. Ben diyorum ki: Beden, düşünendir. Karl Knortz Hoca, bana New York'tan yazıyor ve  benim kitaplarım hakkında bir Amerikan dergisinde eleştiri yazacağını söylüyor. Bu şöhretin bir işareti. İyi bir terziye güzel bir kıyafet yaptırmam lazım. Ama bu terzi gelmiş benim kıyafetlerime laf ediyor. Bana takım elbisemin ölçülmeden yapıldığına inanamadığını söyledi. Bu kadar da kötü terziler olduğuna inanamadı. Güldüm ama cidden öyle. On yıldır, giydiklerim beni pek memnun etmiyordu. Duyuyor musun, çünkü ben falancayım. Her şeyden önce, benim kafamı karıştırmayın.

Lanet anti-Semitistler, lanet Schmeitzer. Şimdi size geri dönüyorum, Bay Fritsch, bana gönderdiğiniz Correspondence gazetesinin üç sayısı hakkında bu tuhaf hareketinizin temelindeki kötü niyetleri görmeme sebep olan, izin veren güveniniz için size teşekkür ediyorum. Şu andan itibaren bana bu tür yayınlar  göndermemenizi rica ediyorum. Artık tahammül edemeyeceğimden korkuyorum. Sürekli çarpıtmalar, kavramları belirsiz kullanmalar... Cermen, Semitik, Aryan, Hıristiyan, Alman... tüm bunlar beni rahatsız ediyor, beni ironik hoşgörüden uzaklaştırıyor şu an olduğu gibi. Erdemli hevesleri ve bugünün Almanlarının ikiyüzlülüğünü düşündüm. Son olarak, Bay Fritsch, Zerdüşt ismini anti-Semitiklerin ağzından duymak... sizce bana neler hissettirir? Bay Fritsch, midemi bulandırıyorsunuz. Sizin ağzınızdan Zerdüşt ismini  duymak beni tiksindiriyor. Bütün ırkların birbirine karıştığı büyük bir kültürün kökeni. İyi Avrupalı, yani, fazla Avrupalı, beni ilgilendiren bu. Hintliler, kızılderililer, Delawareliler ve Mohikanlar...paryalar, sanatçılar, Alman Yahudileri... bu 'aşağıdan' gelenler... bizim nefretimizin kurtarıcıları olacaklar, bizim ulusal nefretimizin.

















Mamma Roma(1962, Pier Paolo Pasolini)



Kayıp Zamanın İzinde


      

      

Yapı Kredi Yayınları
Çeviri: Roza Hakmen



İkinci kez kuruldu Michelangelo'nun Sistine Şapeli'nin tavanına Yaratılış'ın resmini yapmak için sırtüstü yattığı yapı iskelesi: Marcel Proust'un kendi el yazısıyla dolu sayfaları havaya kaldırarak kendi mikrokozmosunun yaratılışına baktığı hasta yatağı.

“Marcel Proust’un on üç ciltlik A la recherche du temps perdu‘sü (Yitik Zamanın İzinde), mistiğin dalıncıyla nasirin sanatını, heccavın şen coşkusuyla araştırmacının kılı kırk yaran dikkatini ve monomanyağın sürekli kendisiyle uğraşan bilincini otobiyografik bir yapıtta bir araya getiren tasarlanması imkansız bir sentezin ürünü. Edebiyatta bütün büyük yapıtların ya yeni bir tür kurduğu ya da bir eskisini ortadan kaldırdığı söylenir ki doğrudur; başka bir deyişle bütün büyük yapıtlar özel vakalardır. Bu vakaların en akıl almaz olanlarından biriyle karşı karşıyayız şimdi. Aynı zamanda hem kurmaca hem otobiyografi hem de bir güncel değinmeler toplamı olan yapısından tutun da, sonu gelmez cümlelerinin sözdizimine kadar (dilin Nil’i -yatağından taşan ve çevredeki hakikat topraklarını besleyen, bitekleştiren bir ırmak) herşey kuralı aşıyor burada. Edebiyatın bu büyük özel vakasının aynı zamanda son onyılların en büyük edebi başarısı olduğu da söylenebilir. Yaratılmasına eşlik eden koşullar son derece sağlıksızdı: Ender rastlanan bir fiziksel illet, olağanüstü zenginlik ve kuraldışı bir cinsel eğilim. Her bakımdan örnek alınacak bir hayat değildir bu, ama her yönüyle öğreticidir. İmkansızın merkezini yurt edinmiştir zamanımızın en çarpıcı edebi başarısı; bütün tehlikelerin merkezine -ve aynı zamanda kayıtsızlık noktasına- yerleşmiştir. Bütün bir ömrün adandığı böyle bir yapıtla belki bir daha karşılaşmayacağız. Proust’un imgesi, edebiyatla hayat arasında gittikçe artan uyuşmazlığın alabildiği en yüksek fizyonomik ifadesidir. Bugün bu imgeyi bir kez daha canlandırma çabasını meşrulaştıran da budur.

...

W. Benjamin
"Proust İmgesi"

A Night With The Stars




Angelus Novus (Klee)

Melek geçti.

"Eskimeyen esirgemeyen melek".



IX.

Hazırım kanat çırpmaya
"dönsem", derim, "dönsem geriye"
Bir an daha kalırsam burada
Korkarım hiç dönemem diye. 

Gershom Scholem 
Meleğin Selamı

Klee'nin "Angelus Novus" adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek... Ama cennet'ten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır.

W.Benjamin
Tarih Kavramı Üzerine

Portbou / Walter Benjamin

Size daha ne söyleyebilirim?

Aramızda bir sınır kalmadı gibi geliyor bazen. Dokunasıya yaklaşma sanısına kapılmak yakıcı ve tehlikeli, üstelik,  ne kadar mistik olsak öylesine inançsızız ki, karşılıklı durabilsek birbirimize olsun tutunamayız şimdi.

"Buraya size gülümsemek için indiğim" doğru oysa. Yapılabilecek başka şey kalmadığını anlayalı epey oldu. Yıllar geçiyor, tenhalığımızı artıran bir kalabalığın ortasından yürümeyi, yara bere içinde kalarak öğreniyoruz. Sizinle ilişkimde beni hep rahatlatan bu olmuştur: Nasıl olsa ben doğmadan oniki yıl önce ölmüştünüz, iki çizgi arasındaki birlikte sorumlu olabilirdik, bir sorum olacak olsaydı.

Portbou'ya yarıyarıya hazır geldiğinizi sanıyorum. Yaşamak istemeseydiniz, bir tepede durup baktığım öteki tepelerden, yırtık pırtık, saatlarca yürümeyi seçmezdiniz. Yaşamak isteseydiniz, çok isteseydiniz, yolda size eşlik edenler öyle yaptılar ve beklediler, bekler ve yaşardınız. Bir sınır kasabasında sınırınızı bulmak isteği varmış içinizde. Bir o kadar sınırı aşmak, sınırdan taşmak isteği, öbür kefede: Herşey yarıyarıyadır, yarıyarıya yakındır hayatta, bir başka türlü koyarız, koymaya çalışırız, öylesi doğru gelir.

Portbou'ya, iki tepe arasında kalan bu sınır kasabasına, önce ilk tepeden, sonra içine girip, ardından ikinci tepeden dönüp bakarken, duygu ve düşünce örgüm kıvıl kıvıl, Rilke'nin bambaşka duygu ve düşüncelerle Paris için kurduğu bir cümle geldi aklıma: "Buraya yaşanacak yer diye geliyorlar, oysa burası ölünecek yer".

Kimse gelmezdi, herhalde, buraya, burada yaşamak için; bir tek burada doğanlar yaşarlar gibi geliyor bana: Kasvetli bir sınır kasabası, sınır karabasanı Portbou. İnsan zihni anlaşılmaz pencereler açıyor arasıra, düşünmeden edemedim: Sizi Gestapo'ya teslim etme tehdidi savuran (belki bir şeyler koparmak amacıyla, belki üstünlük sağlamak niyetiyle) küçük sınır memuru buranın yerlisi miydi? Aynı mezarlıkta mı gömüldü (siz sanki bu mezarlıkta mısınız?) öldüğünde? Zayıf olasılık ama: Bir köşede hala yaşıyor olabilir mi? Çocukları Portbou sokaklarında geziniyor mudur şimdi şu an?

Biliyorum: Gülünç, anlamsız, zavallıca meraklar bunlar. Ama bana dahiller. Kıyıdaki "Turizm Bürosu"na girdim. Tül Gösterince: Kekeme bir Katalan, genç ve sevimli bir adam (kekemeleri her zaman kendime yakın bulmuşumdur), "Benjamin'in geceyi nerede geçirdiğini biliyor musunuz?" sorusunu hemen yanıtladı: "Soldan ikinci sokağa sapın, şimdi ismi "İnternacional" olan barın üstünde intihar etmiş".



İn the Bedroom (Soundtrack)

Zeni Me, Mamo
Bulgarian Traditional
Performed by The Newark Balkan Girls Chorus

Dobro-Dosle
Macedonian Traditional
Performed by The Newark Balkan Girls Chorus

Oj Savice
Croatian Traditional
Performed by The Newark Balkan Girls Chorus




Patates Yiyenler (1885, Van Gogh)

Derme çatma bir masanın etrafında toplanmış, akşam yemekleri patates ve çaydan ibaret, her türlü lüksten mahrum bu köylü üreticiler, karanlığa bürünmüş; sosyalleşmelerini ve aydınlanmalarını sağlayan ışık, tepelerindeki tek bir ampülden-teknolojinin aydınlanmasından- geliyor. Bununla birlikte tablo, "suskun ağır işçilerin, yani büyük çoğunluğun" neredeyse kahramanca bir tasviri; "kendine acıması" olmayan köylülerin işlendiği, "sonsuz sempati" dolu bir sanatsal eser diye yorumlanmıştı. Van Gogh tablo üzerinde çalıştığı sırada, erkek kardeşine şunları yazmıştı:

Ampul ışığında patateslerini yiyen o insanların, toprağı da o tabağa soktukları elleriyle kazdıklarını vurgulamaya çalıştım; yani resim el emeğini ve bu emekçilerin ekmeklerini nasıl dürüstçe kazandıklarını anlatıyor. Biz medeni insanlarınkinden oldukça farklı bir yaşam biçimine dair bir izlenim vermek istedim.



Bu sözlerde, bize tablonun kendisinden seslenen şiddetli kararsızlığın tıpkısı mevcut, Van Gogh dürüstçe yapılan ağır işçiliğe hürmet ederken bile, toprağın pisliği ile masa adabını derin bir tedirginlikle bir araya getirdiği ikilik barındıran tasvirlerden -biz/onlar, medeniyet/vahşilik, kurtulamamış. Sanatçı her ne kadar üretken emeği takdir ederek bir tabuyu yıkmaya çalışsa da sınıf bilincindeki hapsedici resmiyetin ötesine geçemiyor. Van Gogh'un, çevreleri karanlık ve ilkel, vücutları ve yüzleri boğumlu, üzerleri isli ve örtülü, ihtiyaç ve zevkleri en temel gıdalarla ölçülecek ve kayıtsız bir kabullenmeyle paylaşılacak kadar basit olan köylüleri, toprak işçisiyle kültürlü yaşam arasındaki nesnel ayrılığın bildik çağrışımını yeniden üretiyor. "Sefaletin ve kederin yüzü" bu; kuşkulu, ürkek ve ifadesiz, kederli ve uysal ama rahatsız edici tehditkarlıkta bir çehre. Van Gogh'un niyeti hürmet ve saygı göstermekken, yabaniliği resmetmiş.

Köylü evinin ve ocağının, küçük toprak sahibi emekçinin berbat koşullarının, penceresiz duvarların karanlığındaki imkansızlıklarla dolu bir hayatın tasvirinde Van Gogh, kendi sempatilerinden ziyade alt sınıfın acı gerçeklerini gösterir. Bir asırdan fazla süren kapitalist gelişimin, insani bakımdan başardıklarının karanlık bir imgesi olan Patates Yiyenler, hoş bir resim değil. Hem üretip hem yediği şeye, bitkinin kendisine, yani bir çuval patatese dönüşmüş bir sınıfı temsil ediyor.

"Bana ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim."

*
Karanlığın Kültürleri
sf. 45 - 46

Bryan D. Palmer  

Cüz


VI

Pornografi: Etebiyat


Tarkovsky'nin köpeği

fotoğraf: Herve Guibert 1986

...

Herve Guibert: Peki şu yukarınızda asılı olan fotoğraftaki köpek?

Tarkovsky: Bir Rus köpeği, Rusya'da kalan ailemin bir parçası, oğlumla ve kayınvalidemle beraber.

...

HG: Hangi hayvan olmayı isterdiniz?

T: Bir hayvan olmayı istemeyi tahayyül etmek zor, manen daha düşük bir seviyeye inmeyi istemek gerekirdi, ruhun paralize olması gerekirdi Ben insana en az bağlı olan hayvan olmak isterdim. Böyle bir hayvanın varlığını düşünmek tuhaf. Romantiklik gibi bir kaygım yok, o yüzden de bir kaplan ya da kartal olmak istediğimi söyleyemem. Herhalde mümkün olduğunca az karar veren bir hayvan olmak isterdim. Köpeğimiz Dark çok insancıldır, sözleri anlar, gerçekten de insani duyguları hisseder. Köpeğin bu yüzden acı çekiyor olmasından korkuyorum. Rusya'dan ayrılmam gerektiğinde, hiç kıpırdamadan oturdu kaldı, bana hiç bakmadı. (Kitap: Şiirsel Sinema)




Nuri Bilge Ceylan Sineması


Yeni yıla girdik. Bugün öğleden sonra pek yapmadığım şekilde, adeta yılların yorgunluğuyla, yatağa uzandım. Öylece elbiselerimle birkaç saat uyuyakalmışım. Gözlerimi açtığımda çok tuhaf hissettim. Deyim yerindeyse yeni bir algılama biçimine uyanmışım gibi geldi. Öyle güzeldi ki. Sessizliğin içinde gözümün önünde flu bir şekilde hareketsiz duran odamın nesneleri beni sonsuz bir şefkatle kuşatıyor gibiydi. Beynimde farklı bir algılama düzeyinin kapıları aralanmış gibiydi. Bir saat kadar daha orada öylece gözlerim açık olarak yattım. Gözlerim flu kitapların üzerinde öylece dolanırken kitaplardan biri usul usul netleşti. Ne zaman aldığımı ya da oraya nasıl geldiğini bile hatırlamadığım bir kitap adeta bir vahiy gibi varlığını bana gösterdi. Yalçın Koç'un yazmış olduğu 'Anadolu Mayası'. Yalçın Koç yanlış hatırlamıyorsam Boğaziçi Üniversitesi'nde okurken kendisinden bir iki ders almış olduğum biri. Kitabı öylesine okumaya başladım. 20 sayfa kadar su gibi okudum. Algılarım o kadar açıktı ki. Bu açıklık hayattan öyle derin bir haz almamı sağlıyordu ki. Yaşadığımız hayat ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, onu algıladığımız oranda onu yaşadığımız gerçeğini derinden duyumsadım. Hayat, kendi irademiz dışında bile değişecek olsa algılama şeklimizin de ona bir şekilde ayak uyduracağını kabul etmek lazım. Hayatın bir şekilde yavaşlaması algılama gücümüzü nasıl da artırıyor. Çok hızlı yaşadığımız için yaşadığım hiçbir şeyin duygusunu gerçekten algılayamadığımı duyumsadım. Sadece haz duyulması gereken bir şeyin hazzının layıkıyla duyumsanmaması değil, aynı zamanda  acı vermesi gereken bir durumun da daha doğru dürüst varlığını hissettirmeden başka bir olay tarafından unutturulması söz konusu oluyor. Algılarımızın keskinliğini artırmak için hayatımızın temposunu düşürmemiz gerektiği aşikar. Neden yavaş tempolu filmleri sevdiğim ve böyle filmler yapmak istediğimin nedenleri de buralarda yatıyor zaten. Bugün uyandığımda varlığını hissettiren ruh hali, ancak nazlı bir yavaşlık temposu içinde ortaya çıkabilir çünkü.

Bir Zamanlar Anadolu'da
Kurgu Günlüğü - Nuri Bilge Ceylan

Chaosmos

Dünya üzerine, insan üzerine, metafiziği ilgilendiren sorunlar üzerine ileri sürülen grotesk, olağanüstü, derin binlerce kuram geçti aklımdan. Aklımdaki bu binlerce felsefeden hiçbir çift -sanki bunlar gerçekmiş gibi- uyuşmuyor. Sahip olduğum bütün düşünceler yazıya dökülmüş olsa, gelecek kuşaklar üzerine büyük bir sınama olmuş olurdu; ama aklımın o çok tuhaf karakteri nedeniyle, bir kuram ya da fikir beni etkiler etkilemez ortadan kayboluyor, sonra da hiçbir şey ama ne olursa olsun gerçekten hiçbir şey hatırlamıyorum. Bu nedenle de hafıza öbür tüm yetilerim gibi beni bir rüyada yaşamaya itiyor.

...

"Pessoa kişilik taşımama ve hiçkimse olma radikal deneyimini yaşayan, bu deneyimin tam kalbinde "kendini her şey olarak düşleme", "her yönde, her şey olma" ve "duyumsama" olanağını keşfeden, bu basımın önsözünde alıntılanan Ömer Hayyam'la ilgili parçada okunduğu gibi, her anını "hem ardışık hem de dağınık iç dünya(sın)da yaşayan çelişkili bir düşünürdür. Her ne kadar bütün yaşamını kapsayan kurmaca denemesinde Pessoa estetik ve felsefi hareketler yaratma oyununu oynadıysa da, yarattığı düşünce ne tek kişiliğiyle belirlenmiş bir düşünürün, ne de sistematik bir düşünürün ürünüydü. Aslında felsefi düşünceleri, her şeyi sınırlı ve değişebilen açılarda düşünen, duyumsayan, yaşayan birden çok sayıda başka düşünüre aittir. Kesinlik karşısındaki korkusu, her şeyin başlangıcı ve sonu olduğunu reddetmesi, onu her türlü etiketten kurtarır. Tam tersine, rastlantısal ve birbirine eklenmemiş görüleri, kimsenin içinden geçmediği bir labirentteki boşlukları, varolmayan yolların kıvrımlarını sunar, çünkü tıpkı Pessoa'nın düşsel kişiliği rahip Baldaya'nın "The way of Serpent"te muhteşem biçimde dile getirdiği üzere, bir serseri bütün yollardan ve konumlardan kaçınır.

Pessoa'nın felsefi çalışması, ahengi bozan fikirlerin kaotik kozmosunu, kaosmoz'unu (chaosmos) temsil eden bir muammadır ve felsefi ilgileri, sistematik tutarlılık sözü vermez."



Paulo Borges
Fernando Pessoa'nın Felsefi Denemeleri
Aylak Adam Yayınları
Çev: ümit şenesen


...

Budistlerin aşkın tanrıtanımazlığı

Budizm daha derinliklidir. Ruh için daha iyi bir tesellidir. Dört yüce hakikati korkudan titremeden okudum ama onların yüceliğinden çok etkilendim. Bütün dünyayı silip atmak, nirvana, acı değil teselli dünyası, ruh yok ona, özlem var. Rüyasız bir ölüm uykusu, kişiliğin sona ermesi -arzu edebileceğimiz daha iyi bir şey ya da isteyebileceğimiz daha derin herhangi bir şey yok. Yine de hoşlanmıyorum.


Bütün bir insan soyunu, bilinmeyen bir denizin ortasında dümensiz kalmış bir geminin yolcularıyla tayfaları gibi düşünebiliriz. Yaşam sürdükçe oyunu sürdürecekler, bir kesinlik olarak taşıdıkları ölüm karşısında belki yollarına çıkacak bir gemide daha iyi bir harita bulup kurtulma umudunu taşıyacaklar.


Demirin genleşme katsayısını gösteren rakamları bir yana bırakırsak,
 elimizde sadece demirin gizemi kalır.


Aklın sonu, düşünmenin usanmasıdır.


Din insan soyunun duygusal gereksinimidir. Akılcı bu gereksinimi duymayabilir ama başkalarının duyabileceğini kabul etmek zorundadır. Duygusaldır ama gereksinmedir de.


halk, aptal ve faydalı, acınası ve sevilesi


Kişilik kötülüğün mekanıdır; kalp acının tapınağıdır. 
İnsanların ölümsüzlüğünü istediğimizde onların iyiliğini değil kötülüğünü istemiş oluruz.


Bize bu yeryüzünde kötü bir sonluluk sunar, bunun da ötesinde, bize sonsuz bir acının tüyler ürpertici olasılığını gösterir. Pascal'ın ürpertisi bastırılamaz. En dogmatik kötümserlik bile bizi böyle bir korkuyla sarsamaz.


Ölümsüz yaşam düşüncesi korkunç değildir. Beden ve zihnin birarada olduğu bir ölümsüz yaşamı olsaydı, korkunç olurdu. Tek başına ruhun ölümsüz yaşamı korkunç değil, doğaldır ve mutlu eder.


Yaygın görüş bir Tanrı'nın varolduğunu kabul eder; doğrudur, ama bu, bütün insanlarda süregelen, (deyim yerindeyse) teoloji rastlantılarının kılığına bürünmüş Tanrı fikrinden başka bir şey değil. Hindistan'da Tanrı fikri başka ama sezgi aynı. Siyahilerde fikir başka, sezgi aynı. Aynı bedeni değişik biçimlerde kuşatan idraktır.


Düşüncelerin gözyaşları için değil, 
ama gözyaşlarının düşünce için çok derin olduğunu sık sık düşünürüm.

...

There will be no miracles here



"There will be no miracles here" / "Burada mucizeler olmayacak"

 Bu benim en meşhur olduğum çalışmam. Pek çok insan, bu işi telefonlarının açılış sayfası ya da bilgisayarlarının ekran koruyucusu yaptı. 15. yüzyıl Fransa'sında çok sıcak bir yaz günü, güneyde bir köyde geçiyor hikaye. Bu köyde bazı mucizeler yaşanıyor ama kimse ne olduğunun farkında değil. Toplu bir histeri durumu var. Bu durumda herkes eğleniyor, dans ediyor, kimse çalışmıyor. Derken hasat zamanı geliyor ve ürünlerin toplanması gerekiyor. Bazılarının iddiasına göre aslında Fransa'da hasat zamanı her yıl böyle olur, kimse çalışmak istemez, içer ve deliler gibi eğlenir. Ama kral bir şekilde buna çare bulmak istiyor ve köy meydanında halkı topluyor. Meydana kralın emridir diye bir yazı asıyorlar. Bu yazıda; "Kralın kesin emridir, burada asla mucize olmayacak" yazıyor. Bu çok ilginç bir durum; kral bir yandan tanrının varlığını kabul ediyor, bir yandan da "Benim sözüm tanrıdan üstündür, burada benim sözüm geçer ve bu hasat döneminde burada asla mucize olmayacak" diyebiliyor. O dönemde okur yazar çok az olduğu için halk bunu anlamak için ya kiliseye ya da kralın elçisine gidiyor. Ama artık yazarı kaybolmuş durumda, kral mı yazdı, başkası mı belli değil. Zamanla anonim bir yazı haline geliyor.

 Nathan Coley

Billions and Billions


"İnsan olmaktan dolayı duyduğumuz kibrin giderilmesi 
astronominin pratik faydalarından birisidir."




Çağımız

Oniki yaşımdayken büyükbabam bir çevirmen aracılığıyla büyüyünce ne olmak istediğimi sordu. "Astronom olmak istiyorum" dedim. Cevabım kendisine çevrilince bu kez, "Peki parayı nerden kazanacaksın?" dedi.

Tanıdığım bütün "büyüklerin" yaptığı gibi, sıkıcı, yaratıcı olmayan, tekdüze bir işte çalışacağımı, astronomiyle bir hobi olarak hafta sonlarında ilgileneceğimi sanıyordum. Bazı astronomlara geçim için maaş verildiğini, ancak lise ikinci sınıfa geldiğimde öğrendim. İçimi sevinç kaplamıştı, sevdiğim işle tam gün uğraşabilirdim.

Bugün bile yaptığım iş sırasında bazen güzel bir rüya görüyormuş gibi hissediyorum kendimi: Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn'ün keşfiyle uğraşmak; dört milyar yıl önce bugünkünden çok farklı bir Dünya'da yaşamı başlatan olayları laboratuvarda tekrarlamak; Mars'a araçlar gönderip orada yaşam belirtileri aramak; uzayın derinliklerinde bulunan başka uygarlıklarla, eğer gerçekten varsa, iletişim kurmaya çalışmak...

Elli yıl önce doğmuş olsaydım yukarıda adı geçen işlerden hiçbirini yapamazdım. O zaman tüm bu çalışmalar spekülasyon düzeyinde kalırdı. Elli yıl daha geç doğsaydım yine bu uğraşlardan sonuncusu hariç hiçbiriyle ilgilenmezdim. Çünkü günümüzden elli yıl sonra Güneş Sistemi'nin temel yapısını ilgilendiren konular, Mars'da yaşam aranması, yaşamın başlangıcıyla ilgili sırlar çözüme kavuşacaktır. Kendimi, insanlık tarihinin yaşamakta olduğum döneminde varolduğum için çok şanslı sayıyorum.


 Evren uçsuz-bucaksız, dehşete düşürücü ve ilk kez onun bir parçası olmaya başlıyoruz. Artık gezegenler geceleyin gökyüzünde dolanan ışıklar değil. Yüzyıllardır insanoğlu güvenli, rahat ve hatta düzenli görünen bir evrende yaşıyordu. Dünya yaratılış için seçilmiş yerdi ve insanoğlu ölümlü yaratıkların doruk noktasıydı. Bu inanışlar zaman aşımına uğradı. Şimdi çok küçük, hatta Jüpiter'in bulutlarında bulunan bazı yapılardan bile daha küçük, bir kaya ve metal yığınında yaşadığımızı biliyoruz.

Samanyolu, Galaksiyi oluşturan iki yüz milyar güneşten biri olan yıldızımız Güneş, küçük, soğuk ve cazibesizdir. Samanyolu'nun merkezinden o kadar uzaktayız ki, ortalama 300.000 km/saniye yol alan ışık, Dünya'dan bu merkeze varabilmek için 30.000 sene gitmelidir. Uzayda milyarlarca galaksi bulunduğunu düşünürsek Samanyolu Galaksisi'nin hiç dikkat çekici olmadığını anlarız.

Artık "dünya", "evren" anlamına gelmiyor. Diğer birçokları gibi bir dünyada yaşıyoruz.

Charles Darwin'in doğal seçiciliğe ışık tutmasından sonra anladık ki basit organizmalardan insana uzanan şaşmaz evrim yolları yoktur; aksine birçok yaşam şekli evrim içerisinde ölerek tamamen yok olmuştur. Bizler birçok biyolojik kazanının ve rastlantının ürünüyüz. Evrensel açıdan baktığımızda insanın ilk ya da son veya en iyisi olması için bir sebep göremeyiz.

Copernic ve Darwin hem devrim hem de karmaşa yarattı. Fakat bazı noktaları da aydınlattılar. Basit ve karmaşık olan diğer yaşam biçimleriyle akrabalığımızı anladık. Bizi oluşturan atomların ölmekte olan yıldızların önceki devirlerinde ve onların iç kısımlarında sentez edildiğini öğrendik. Biçim ve madde açısından, evrenin geri kalan bölümü ile aramızda bulunan bağı biliyoruz. Astronomi ve biyolojideki yeni gelişmelerin bize tanıttığı kozmos atalarımızın yaşadığı düzenli dünyadan daha görkemli ve daha huşu vericidir. Ve biz arzuladığımız değil, gerçekte var olan evrenin bir parçası olmaya başlıyoruz.

İnsanın evrenle ilişkisi açısından kritik bir dönemde yaşıyoruz. Tarihinde ilk kez insanoğlu gezegeninden çıkarak gönderdiği araçlarla ya da bizzat kendisi çevresini ve evreni araştırıyor.

*
Carl Sagan

Brian Cox, Carl Sagan'ın kitabından bir bölüm okuyor: Soluk Mavi Nokta

Kosmosun Kardeşliği Adına

Kosmos'da bizden başka düşünen var mı
var
bize benzer mi
bilmiyorum
belki bizden güzeldir
bizona benzer mesela ama çayırdan nazik
belki de akarsuyun şankına benzer
belki çirkindir bizden
karıncaya benzer mesala ama tıraktörden iri
belki de kapı gıcırtısına benzer
belki ne güzeldir bizden ne de çirkin
belki tıpatıp bize benzer
ve yıldızlardan birinde
hangisinde bilmiyorum
yıldızlardan birinde konuşacak elçimiz
hangi dilde bilmiyorum
yıldızlardan birinde konuşacak elçimiz onunla
Tovariş diyecek
söze bu sözle başlayacak biliyorum
Tovariş diyecek
ne üs kurmaya geldim yıldızına
ne petrol ne yemiş imtiyazı istemeğe
Coca-kola satacak da değilim
selamlamaya geldim seni yeryüzü umutları adına,
bedava ekmek ve bedava karanfil adına
mutlu emeklerde mutlu dinlenmeler adına
"Yarin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber"
diyebilmek adına
evlerin
yurtların
dünyaların
ve kosmosun kardeşliği adına

* Tovariş: rusça, yoldaş.

13 Nisan 1961, Paris
"Kosmosun Kardeşliği Adına"
Nazım Hikmet


***

Ruhsal gerilimi gidermenin bir yolu şakadır. Dünya dışı yaşamlarla ilgili bir sürü alaylı şakalar vardır. Bir tanesinde, dış dünyalı yerküremize ayak basar ve bir benzin pompasına ya da kahve makinesine yürüyerek "senin gibi güzel bir kızın burada ne işi var? diye sorar.

Dışımızdaki canlılar şüphesiz bizden çok farklı. Fakat fıkralara göre, eğer dış dünyalılar insana benzemiyorsa o zaman benzin pompasına ya da kahve makinesine benzemeli. En geçerli tahmine göre yabancı-dünyalılar, bizim gezegenimizinkinden çok farklı bir ortamda milyarlarca yıl süren ufak mutasyonlarla, bizden son derece değişik bir biyolojik evrimin ürünü olarak gelişmişlerdir.

Fakat bu fıkralar ve diğer şakalar toplumumuzun bir özelliğini yansıtıyor. Bizler sadece bir tip yaşamı inceleyebiliriz. Dünya adlı gezegende bulunan ve birbirinden türemiş biyolojik sistemler, tüm değişik organizmalar başlangıçta tek bir cins olan hücreden türemiştir. Biyologlar ve halk Dünya'daki canlıların rastlantısal olarak oluştuğunu, hangilerininse evrensel canlı özellikleri olduğunu kolaylıkla bilemez. Başka bir gezegendeki canlıları hiç olmazsa ana hatlarıyla bize benzer sanmak diyebilirim ki bir çeşit şovenizmdir.

Dünyadaki evrim rastlantısal olayların, rastgele mutasyonların ve bireysel olarak başarılacağı öngörülmeyen basamakların sonucudur; hayatın başlangıcındaki ufak farklılıklar daha sonraki hayatta önemli özellikler durumunu aldı. Dünya yeniden oluşsa ve yine rastgele sebepler işe karışsa, inanıyorum ki şimdiki görünümümüze hiç benzemeyen varlıklar durumunda yaşamımızı sürdürecektik. Eğer durum buysa, uzak bir yıldızın farklı çevre koşullarına sahip bir gezegeninde beş milyar yıl ya da daha uzun bir zamandır evrim geçirmekte olan canlılar nasıl insanlara benzeyebilir? 

Carl Sagan
'Kozmik Bağlantı'