HAZİN VE ZALİM BİR SON

Il Di Da La Me Muart / Ölüm Günüm

Bir kentte, Treste ya da Udine,
Ihlamur ağaçlan bulvarı boyunca,
baharda
yapraklar renk değiştirdiğinde,
düşüp öleceğim,
sarı ve yüksek
yakıcı bir güneş altında
ve kapatacağım gözlerimi,
terk ederek gökyüzünü kendi ihtişamına.
Ilık yeşil bir ıhlamur altında
düşeceğim karanlığına
ölümümün, yayarak etrafa
ıhlamurları ve güneşi...


(La nuova gioventu’dan)



1 Kasım 1975, Roma
  
Öğlen: Öğlen yemeğini yakın dostu ve gözde oyuncusu Laura Beti’yle birlikte yer.
Laura onu öğleden sonrası için sinemaya gitmeye ayartmaya çalışır. Pasolini isteksizdir, dinlenmek istediğini ve akşamüstü bir ga­zeteciyle söyleşisi olduğunu söyler. Sonra, Furio Colombo’yla ‘en son’ söyleşisini yapar ve söyleşinin başlığı için Colombo’nun tale­bi üzerine şu ‘kehânet’i önerir:

“Siamo tutti in pericolo!” 
(Hepimiz Tehlike İçindeyiz!)

* * *

Akşam: Akşam yemeği için bir başka yakın dostu Ninetto Davoli ve eşiyle Roma, San Lorenzo mahallesindeki II Pommidoro restoranında saat 21 civarında buluşur. Restoranın sahibi Aldo Bravi’yle sohbet eder, biraz şakalaşır. Genel havası biraz gergin ve melankoliktir. Gece yarısına doğru vedalaşıp ayrılırlar.

* * *

2 Kasım 1975, saat 6:30 (sabah).
Roma yakınlarındaki Ostia’da, Signora M. Lollobrigida evinden çıkar, yol üstünde büyük bir çöp yığınının (‘rifiuti’) bırakıldı­ğını yetkililere iletir... Polisin bulduğu ‘yığın’, Pier Paolo Pasolini’nin acımasızca kat­ledilmiş ve ezilmiş cesedidir...



  



* * *

Pasolini’nin ölümü ya da katli, İtalya ve dünyada hâlâ tartışı­lan ve henüz aydınlatılamamış bir konudur. On yedi yaşında bir genç ‘delikanlı’nın (Pino Pelosi) başlangıçta üstlendiği katil rolü­nü, aynı kişi otuz yıl sonra, 7 Mayıs 2005 de İtalyan Rai Treye verdiği bir röportajda, “Hayır, onu ben öldürmedim,” diyerek reddetmiştir.

Pasolini cinayeti konusunda değişik görüşler ileri sürülmüştür:

• ‘Siyasal komplo’ görüşü: Aralarında Pasolini’nin A. Moravia, L. Beti, O. Fallaci gibi yakın arkadaşlarının da bulundu­ğu ünlü İtalyan entelektüel, sanatçı ve gazetecileri bu kanıdadırlar.

• ‘Farklı olguların varlığı’ görüşü: Değişik kişisel, toplumsal ve siyasal olguların biraraya geldiğini savunan yaklaşım.

• ‘Talihsiz koşulların rastlaşması’ görüşü: Daha ziyade kişisel öğelere vurgu yapan yaklaşım.

• ‘Organize intihar’ görüşü: Özellikle Pasolini’nin ressam dostu G. Zigaina tarafından savunulan bu yaklaşım, kendisine, Pasolini’nin ölümle çok genç yaşlarından beri içli dış­lı oluşunu ve onu bir tür ‘yeniden doğuş’ gibi değerlendir­diğini temel alır.

Hangi görüşe inanırsak inanalım, Pasolini’ye reva görülen ölüm tarzının büyük bir insanlık ayıbı olduğu konusunda hiçbir kuşku olmasa gerek.


      



*
Selahattin Yıldırım
"Pier Paolo Pasolini"
kitabı 

PASOLİNİ'NİN ÖLÜMÜNDEKİ GİZ

PASOLİNİ'NİN ÖLÜMÜNDEKİ GİZ,
 5 YIL SONRA YAYINLANAN BİR KİTAPTA 
ÇÖZÜLMEYE ÇALIŞILIYOR



Pasolini ölmedi, yaşıyor. Çağımız sinemasına olduğu denli ro­man ve şiirine de yepyeni bir ses getiren bu kendine özgü ve önemli sanatçı, 1975 kasımında bir «eşcinsel cinayet»e kurban giderek birlikte yaşadığı söylenen 17 yaşında bir delikanlı tarafın­dan öldürülmüştü. Sanatçının yaşamayı seçtiği hayatın kendine özgü kaçınılmaz tehlikelerinden birinin nerdeyse doğal bir sonucu olarak görülmüştü bu olay... Ve yargılaması sonunda belli bir süre hapis cezası alan genç İtalyan, geçtiğimiz aylarda serbest bırakılmıştı.

Ancak Pasolini’nin gerçek dostları, sorunun böylesine kapan­masına rıza göstermediler. Sanatçının birçok filminde oynamış olan ünlü tiyatro ve sinema oyuncusu Laura Betti’nin başkanlığında kurulan bir komite, uzun süren bir araştırma sonucu bir kitap yayımladı: «Pasolini, Adalet, Baskı ve infaz» ismini taşıyan bu araştırmayı, yazarlar şöyle tanımlıyorlar:

«Şair, yazar, sinemacı Pasolini, çağımızın kültürünün bu en önemli isimlerinden biri, aynı zamanda öylesine olağanüstü bir yıkıcı güç taşımaktaydı ki, İtalya'yı perde gerisinde yönetmekte
olan güçler onun yokedilmesine karar verdiler. Onu bir katil sü­rüsü tarafından bir geceyarısı Roda plajlarından birinde öldürt­mek yeterli değildi. Bu cinayetin nedenlerini sonradan yozlaştır­mak, bunu sıradan bir «seks cinayeti» göstererek sanatçının anısını kirletmek ve bize bıraktıklarını karartmak gerekiyordu».

Kitabın Fransa'da da yayınlanmasından sonra, Laura Betti bir dergiyle  yaptığı konuşmada şöyle diyor :

«Ben de,  onun da yapacağı biçimde kabul etmemeyi, söz din­lememeyi, rezalet çıkarmayı denedim: İğrenç biçimde kirlenmiş bir ülkede açık ve dürüst bir adamın başına neler gelebileceğini göstermek istedim.»

İtalyan solu ve eşcinsellik

Kitap, İtalya’da çok büyük bir yayınevi tarafından basılmış ve çok ilgi görmüş. Kitapta cinayet üstüne kanıtlar birer birer yeniden ele alınıyor. Genç Pelosi’nin tüm mahkeme boyunca ya­lan söylemiş olduğunun mahkemece de anlaşılmış ve kabul edil­miş olmasına karşın cinayeti tek başına işlediği konusundaki sözlerinin, aksine kanıtlar olmasına karşın niçin doğru olarak kabul edildiği üstüne ciddi kuşkular getiriliyor.

«Peki, böylesine güçlü kanıtlar varsa, bu dava niye yitirildi?» sorusuna Laura Betti şöyle yanıt veriyor : «İtalyan solunun konformizmi, kuralcılığı, Pasolini’nin kendine özgü karakteri, özellik­le eşcinselliği karşısında huzursuzdu. Bu yüzden sol bu davada bizi tutmadı, bize sırt çevirdi. İtalya’da bugün geçerli olan tarih­sel uzlaşmada herkes Pasolini’nin durumunun tedirgin edici oldu­ğu bu davayı bir an önce kapatmak gerektiği ve bunun için de, eşcinselliğin yeterli bir neden olduğu konusunda birleşti. Bu ci­nayetin yalnızca bir eşcinsel cinayet olmadığını göstermeye çalı­şırken, eşcinseller bile bize karşı çıktı: Böylesine gösterişli bir örneğin kendi kataloglarında yer almasından vazgeçemiyorlardı!».

Porcile (1969, Pier Paola Pasolini)


Yargıyı eleştirmek

«Peki, bu çabalar neye yarayacak?» sorusuna ise Betti şöyle karşılık veriyor : «Davayı gerektiği yönde ve derinlikte geliş­tirmeyen İtalyan yargısını eleştirmek istiyoruz. Niye, bu kadar za­man sonra mı? Çünkü Pasolini’nin tüm yaşam boyunca neler yap­mak istediğini, neler yazdığını «bedenini ateşin ortalık yerine at­mak» huyunu çok iyi biliyorum. Ve İtalya'da ortalık yere atılan her insanın başına böyle şeyler gelebilir. Bu benim ona bir bor­cum...

İtalya, insanlarla alay eden, onlara yüksekten bakan bir ülke. Bu ülkede yapılacak en rahat şey, susup oturmaktır. Adaletin olası yanlışlarına karşı savaşını veren kişilerin bile, Pasolini da­vasında ağızlarını açmadıklarını gördük. Oysa Pasolini, toplumu yalnızca cinselliğiyle rahatsız eden bir kişi değildi. Ta 1948’lerden beri hakkında siyasal etkinlikleri nedeniyle de çeşitli davalar açıl­mış, mahkemelere çıkmıştı. Toplumu yöneten güçlerle ters düş­müştü, bu yüzden onu öldürttüler: Kitabı okuma sabrını göste­ren birisi, Pasolini’nin gerçek öldürülmesinin kanıtlarını bulacak­tır. Mahkemenin bu davada, bilmek, daha çok bilmek ve öğren­mek için değil, bilmemek, öğrenmemek, kapatmak için çaba gös­terdiğini anlayacaktır».

Moravia’nın önsözü:

Bu kitaba yazdığı önsözde ise, ünlü yazar Alberto Moravia şöyle diyor : «Asıl rezalet, eşcinsel olmak veya komünist olmak değildi. Asıl rezalet, her ikisini birden olmak ve bunu da açıkça söylemekti. Böylece Pasolini, çizgi - dışı olmanın da ötesinde top­lum - dışı olmuş sayılıyordu : Varlığı hepimiz için bir skandal olu­yordu».

Bu çaba, İtalyan toplumu gibi çağdaş kurumlarını yerleştir­miş bir toplumda bile toplumdan, çoğunluktan farklı olmanın, hem de 2 alanda birden farklı olmanın ne zor bir iş olduğunu ve nasıl insanın acımasızca yok edilebileceğini gösteriyor. Çağımızın önem­li bir sanatçısının anısına düşürülmek istenen gölgeyi bir ölçüde temize çıkarıyor ve İtalyan toplumuna, İtalyan burjuvazisine, ay­nı zamanda aralarından birinin davasına böylesine sırt çeviren, temelde tutucu bir ahlâka sahip olan çoğunlukla ters düşmemek için sırt çeviren İtalyan soluna da ciddi eleştiriler getiriyor. Laura Betti ve arkadaşlarının yaptıkları ise, bir dosta, ölümünden sonra bile sahip çıkma ve gerçek dostluğu kanıtlama çabalarına herhalde unutulmayacak güçte bir örnek oluşturuyor.


*
1980
Atilla Dorsay'ın
Sinemayı Sanat Yapanlar
kitabından

"Hepimiz Tehlikedeyiz" (Pasolini'yle Son Röportaj)

Pasolini ile öldürülmesinden birkaç saat önce 8 Kasım 1975 günü yapılan bir röportaj, Röportajın başlığının kendisi tarafından saptandığını belirtmek isterim. Görüşmenin sonunda, geçmişte de olduğu gibi, ayrıldığımız görüş noktaları belirdi ve ben ona röportaja bir isim verip vermek istemediğini sordum. Biraz düşündü ve önemli olmadığını söyledi; konuyu değiştirdi. Daha sonra bir şeyler bizi yine bu ana konuya getirdi. 'İşte her şeyin anlamı' dedi. "Sen, şimdi seni kimin öldürmeyi planladığını bile bilmiyorsun. Bu adı ver istersen: Çünkü hepimiz tehlikedeyiz!" (Tutto Libri)



Tutto Libri: Pasolini, sen birçok yazında nefret ettiğin şeylerden bahsettin. Tek başına, birçok şeye, kuruma, görüşe kişiye ve güce karşı bir savaş açtın. Soruyu daha karmaşık hale getirmemek için, başkaldırdığın bu sahneye 'konum' diyeceğim. Senin bahsettiğin bu konum tüm kötü yanlarıyla seni Pasolini yapan şeyleri kapsıyor. Yani yaratıcı güç ve değerler senin, ama ya araçlar? Araçlar 'bu konum'undur. Seninki hayali bir düşünce diyelim. Bir el hareketi yapıyorsun ve her şey, senin nefret ettiğin her şey siliniyor. Sen ne oluyorsun? Sen o zaman yalnız ve araçsız kalmaz mısın?

Pasolini: Evet, anladım. Ama ben bu hayali düşünceyi yalnızca denemiyorum, aynı zamanda ona inanıyorum da. Medyumca değil tabii ki. Fakat biliyorum ki hep aynı çiviye vurarak tüm bir ev bile yıkılabilir. Radikallerin verdiği örnek ufak da olsa çok anlamlı: tüm bir ülkenin bilincini değiştirmeye çalışan üç-beş kişi. Tarih de bize bunun daha büyük bir örneğini veriyor. Yadsıma, her zaman asıl hareket olmuştur. Azizler, inzivaya çekilenler, entelektüeller. Tarihi yapan azınlık hep hayır diyenler olmuştur. Harekete geçiren yadsıma büyük ve tek vücut olmalıdır. Eichman iyi niyetliydi. Peki, onda eksik olan neydi? Onda eksik olan başlangıçta bürokratik ve idari görevlerini yaparken hayır diyebilmesiydi. Belki arkadaşlarına 'şu himmler hiç mi hiç hoşuma gitmiyor' diye söylenmişti. Belki de şu ya da bu tren, ihtiyaçlar için günde bir kez duruyor diye isyan etmişti. Ama hiçbir zaman makineyi durdurmayı denemedi. O halde üç tane konu var önümüzde. 'Konum' nedir, onu neden durdurmak ya da bozmak gereklidir? Ve ne şekilde?

Tutto Libri: İşte, 'konum'u tanımlıyorsun. Bilirsin ki yazıların ve dilin, toz zerreciklerinden sızan güneş etkisini yapar. Güzel bir görüntü, ama bu durumda az ve silik görülür ya da anlaşılır, değil mi?

Pasolini: Güneş tasvirine teşekkürler. Ama ben çok daha azını bekliyorum. Senin etrafına bakıp trajediyi algılamanı. Hangi trajedi? Trajedi artık insanoğlunun değil de birbirlerine çarpan tuhaf makinelerin var olmasıdır. Ve biz aydınlar, geçen yılın ya da on yıl öncesinin demiryolları tarifesini alıp diyoruz ki: 'Ne acayip, bu iki tren buradan geçmiyorlar ki, nasıl olup da bu şekilde çarpıştılar? Ya makinist çıldırdı ya bir suçlu vardı ya da bir komplo'. Özellikle komplo fikri bizi çileden çıkarıyor. Tek başımıza gerçekle yüz yüze gelme ağırlığından bizi koruyor. Biz burada konuşurken birileri bizi dışarı atma planları yapsa ne de hoş olurdu doğrusu. Kolay ve basit. Biz bazı arkadaşlarımızı kaybederiz, sonra örgütlenir ve 'bizi kovanlar'ı biz kovarız yavaş yavaş, değil mi? Televizyonda Paris Yanıyor'u gösterdiklerinde, herkesin, gözleri yaşlı tarihin tekerrür etmesi isteğiyle tutuştuğunu biliyorum. Kolay, sen oradan, ben buradan temizleriz, bir evin dış cephelerini temizler gibi. O zamanlar halkın 'seçim yapmak' için ödediği zorluğun, acının, kanın üzerine şaka yapmayalım. Tarihin o anında sıkışıp kalındığında bir seçim yapmak, her zaman trajedidir. Faşist Salo, SS Nazi subayı, ya da normal insan, bilincinin ve cesaretinin yardımıyla ona karşı çıkar. Ama şimdi bu olanaksızdır. Biri sana dostça, kibar ve saygılı bir biçimde yanaşıyor (televizyonda örneğin). Diğeri -ya da diğerleri- senin karşına ideolojik görüşleri, savunmalarıyla çıkıyor ve sen bunların tehdit unsuru taşıdıklarını hissediyorsun. Bayraklarını açıyorlar, sloganlar atıyorlar, ama onları 'erk'ten ayıran nedir peki?

Tutto Libri: Sana göre 'erk' nedir, nerededir ve onu nasıl ininden dışarı çıkarırsın?

Pasolini: Erk, bizi hükmedenler ve hükmedilenler diye ayıran eğitim sistemidir. Ama dikkat etmek gerekir. Bu eğitim sistemi yöneten sınıflardan, aşağılara taa yoksullara kadar uzanan sistemi oluşturur. İşte bu yüzden herkes aynı şeyleri arzular ve aynı şekilde davranır. Eğer elimde bir yönetim kurumu ya da bir borsa girişimi varsa bunu kullanırım. Aksi takdirde bir engel kullanırım. Ve bir engel kullandığımda, istediğimi elde etmek için şiddete başvururum. Peki, neden o'nu istiyorum? Çünkü bana onu istememin bir erdem olduğunu öğretmişlerdir. Ben de bu -erdem- hakkımı kullanırım. Hem katilimdir, hem de iyi.

Coil - Ostia (The Death of Pasolini)



there's honey in the hollows
and the countours of the body
a sluggish golden river 
a sickly golden trickle
a golden, sticky trickle
you can hear the bones humming
and the car reverses over
the body in the basin
in the shallow sea-plane basin.
and the car reverses over
and his body rolls over
crushed from the shoulder
you can hear the bones humming
singing like a puncture
killed to keep the world turning
throw his bones over
the white cliffs of dover
into the sea the sea of rome
and the bloodstained coast of ostia
leon like a lion
sleeping in the sunshine.
lion lies down.
"out of the strong came forth sweetness."
throw his bones over the white cliffs of dover
and murder me 
in ostia.
the sea of rome.
you can hear his bones humming.
throw his bones over
the white cliffs of dover
and into the sea
the sea of rome
then murder me,
in ostia.

Salo ya da Sinemanın Yüz Yılı




Hatırlayalım: PPP bu filmi 1975 yılında, Hayat Üçlemesi'nin (Decameron, Canterbury Hikayeleri ve Bin Bir Geceler) ardından "nihai filmi" olarak çekmişti. Ahlaki düzen bütün kıtalarda sarsıldı. Yeniden her izlenişinde bu film insanda psikanalistlerin anlattığı "bastırılmışın geri dönüşünü" yaşamadan edemez. Diyorlar ki "katlanılamaz" olmaktan çok, "neresinden tutulacağı asla belli olmayan" bir film bu. Ancak "pusuya yatarak" seyredebilirsiniz sanki. Sinematografik bir şaheser olduğu doğru: bir seyirci onu seyrederken karın kaslarında belli bir kasılma payını ayarlamak, belli bir "bakış açısına" --film aslında seyredilmiyor, filme maruz kalınıyor unutmayalım-- yerleşmek, gardını almak zorunda. Film üstündeki sansür İtalya’da 76 yılında kalkıyor. Fransa'da ise filmi göstermek söz konusu olduğunda bürokrasi ve yasama ne yapacağını şaşırıyor.

Peki, nedir bu tuhaf film? Mektuplarından ve söyleşilerinden anlıyoruz ki Pasolini uzun bir suredir Sade'i filmetmek için yanıp tutuşuyordu. Decameron, Binbir Gece, Canterbury, bunlar sanki bir hazırlıktı –ve bunlar yine de "güzel" filmlerdiler... Nihai nokta Sade ile konmalıydı. (Pasolini bunu Heretik deneyim adli kitabında kısmen ve teorik uzantılarıyla yansıtır). Ama filmi çekme olanağı olduğunda PPP'de sanırım Sade'a karşı güçlü bir nefret uyanmıştı (yeni bir nefret ve daha önce yok). İleride göreceğimiz gibi bu nefret bazı Fransız düşünürlerini filmin değilse de Sade ile ilgisi olduğu fikrinin aleyhine döndürdü --başta Barthes ve Foucault, görecegiz...

Pasolini, bir eşcinsel olarak "cinsel özgürleşme" adına yapılan her şeyden, nedendir bilmem (ama tahmin ederim ve tahmin bir teori olabilir ancak) nefret etmeye başlamıştı. Kendisi Salo ile bu "kötülükten" arınmak istemiş olabilir --ama biz "normaller" (yani "normal" heteroseksüeller, "normal" eşcinseller, "normal" sapkınlar) kendimizi Salo'dan nasıl arındıracağız. Ahlak kuralları bize arınmadan çok "kurtuluşlar" dayatırlar. Salo'dan nasıl kurtuluruz içgüdüsüyle hareket ederler. Oysa "arınma" daha yüksek bir yaşantıdır. Salo filmini seyrettikten sonra ondan kurtulamazsınız, sineye çekerek "arınmaya" çabalayabilirsiniz ancak. O halde filmin bir başarısı var en azından: çünkü PPP de bu filmi arınmak için çekmiş olmalı. Ancak tam da bu noktada neden Sade üstüne en önemli çağdaş denemelerden birisini kaleme almış olan Roland Barthes'in bu filme karşı bir uyarıda bulunma ihtiyacını hissettiği sorunuyla karşı karşıya kalıyoruz: Salo filmini "tam anlamıyla Sadecı kılan" tek şey onun yeniden-elde-edilemezliğidir. Bizzat Pasolini şunları söylüyordu: "Hayat Üçlemesi türünden filmlerden hala yapabilecek olsam bile artık yapamazdım: çünkü artık vücutlardan ve cinsel organlardan nefret ediyorum." Demek ki 1975 yılında PPP bir "dönüş" yapıyor –artık hazcılığın, "cinsel devrimin" Pasolini'si değil. Düşünüyor ki bu devrimin bütün sonuçları üzüntü verici oldu. Cinsellik artık ticari bir fenomen, bildiğimiz tek görüntüsü "götürme", "komplo", açılan ya da kapanan krediler --cinsellik ticari bir fenomen. Lutherci Mektuplar başlıklı ironik yazısında PPP gençlerin çift taraflı konformist olduklarını söylüyor: "üstelik yaşıyorlar, yoksa ölmüş olmaları gerekmez miydi?" Gençlerin tek sloganı artık "güzeliz, o halde çirkinleştirelim kendimizi". Bu 68 sonrası yenik ve kötü bir gençlikti PPP'ye göre.

Salo sonuçta "küçük burjuvazi" üstüne bir film. Yani 70'li yıllarda sınıf mücadelelerinin kasılıp kalması sonucu on plana çıkan "yok-sınıfla" ilgili. Daha önce ihmal etmiş, yeni tanışıyor ve tam da bu yüzden Salo gerçekten de çok sorunlu bir film. Daha önce Pasolini için bir "açıklık" vardı: büyük burjuvazi ile halk arasındaki karşıtlık. Ama artık Sade gibi bir figürü sevemiyordu: "dehşet verici bir edebiyat". O halde niye Salo'yu çekti? Hatırlayalım: filmin en dehşet verici, tüyler ürpertici ve mide bulandırıcı sahneleri aynalardan yansır. Her şeyi gösteren şeye ayna deriz. Film her şeyi göstermez, ama ayna illa ki karşısındakini göstermekle yükümlüdür. Bu yüzden Salo Pasolini'ye göre zaten "imkânsız filmdir". Salo'da sadizm filan yoktur, aksine Pasolini'nin yeni öğretisi gibi işleyen bir mazosizm vardır --eski filmlerine topyekûn bir reddiye. Bunu bir iki "kötü" eseri dışında kim yapabilirdi?

Şu anı dondurma --Salo'nun temel prensibi. Onu bir "ayna" kılmaya adanmış. Ama bu aynada başka bir güç var (hiçbir aynada verili olmayan) --öfkeli bir ayna bu. Artık İtalyan gençliğinden sıkılıyordur PPP. Ve ölümüne götürecek yolculuğuna başlamıştır.

Bir defa, Sade'in metaforik işkenceler şatosu yitip gitmekte olan bir faşizmin yalıyarına dönüştürülmüştür. Bilindiği gibi (sanıyorum) Salo Mussolini faşizmosunun kurduğu geçici son cumhuriyettir. Grotesk, kaba, acımasız... Ve aslında Almanlar tarafından yönetilen... Artık Hitler eski müttefiğine bile güvenmiyordur ve onun için bir cumhuriyet tesis etmiştir --kuzeyde, dağlarda, saklanılabilir yerlerde... Ama büyük dert savaş kaybedilirken saklanmaktan çok "saklamaktır" --yol açılan ya da doğrudan ifa edilen felaketlerin insanlığın eline geçmesini engellemek... Sonuç 1943 Eylülünden 1944 Ocağına kadar hüküm süren bir "dehşetler cumhuriyetidir"... Hitler'in Stalingrad yenilgisi ufukta belirirken cepheye gönderdiği ünlü telgrafın yansısı: "savaş kaybediliyorsa milletimiz yok olsun!"

Ulus Baker

Salò: Yesterday and Today (Documentary)






Documentary about the making-of of the last film of Pier Paolo Pasolini, 
Salò, or the 120 Days of Sodom (1975), with english subtiles.


Salo





"Salo’da  gö­rülen tüm seks, aynı zamanda iktidara ilişkin bir metafordur... Di­ğer bir deyişle, Marx’ın insanın metaya dönüşmesi diye adlandır­dığı şeyin, bedenin (sömürme üstünden) şey konumuna indirgenmesinin temsilidir... Bu filmimde seks, sevimsiz metaforik bir rol oynamaya çağrılmış oluyor - II sesso come metafora del potere/İktidarın metaforu olarak seks” 

 “Salo'daki seks alegoriden, simgeli anlatımdan başka bir şey değildir... İktidar tarafından bedenlerin metalaştırılması metaforu...” 
  
"Bugün çoğu insanın yaşadığı cinsellik aslında bir uzlaşmanın, bir mecburiyetin, bir sosyal görevin yerine getirilmesi; sosyal bir endişeyle tüketim toplumunun bir gereğini yerine getirmek. Salo'daki cinsellik bu durumun vurgulanması ya da metaforu. Son yıllarda yaşadığımız şey bu: mecburiyet ve çirkinlik olarak seks."

Pasolini

Medea













MEDEA (1969, Pier Paolo Pasolini)



PASOLİNİ VE CİNSELLİK/EŞCİNSELLİK



 “Bütünsel bir cinsel özgürlük yaşadığımızı söylemek 
bir yanılsamadan başka bir şey değildir.”

(P.P. Pasolini)

“Bütün çağlar ve toplumların temelde tutucu olduğunu, bütünsel bir cinsel özgürlük yaşadığımızı söylemenin bir yanılsama olacağı”nı söyleyen Pasolini’nin gerek özel hayatında ve gerekse eserinde cinsellik önemli bir yere sahiptir.

Walter Siti’ye göre, Pasolini’nin cinselliği eros’un iki kutbu ara­sında gider gelir: Bir kutupta gerçek ve tam cinsel aşk; diğer ku­tuptaysa agape, insan sevgisi ve muhabbeti; diğer bir deyişle, dostlukta ve kamuya yararlı olmada kendini gösteren yüceltilmiş aşk bulunur.


Pasolini, Şubat 1950 gibi erken bir tarihte, bir arkadaşına yaz­dığı mektupta sevme-sevilme ve cinsel hayatı konusunda şöyle yakınır: “Bende sevme güçlüğü, sevilme ihtiyacı konusunda bir takıntıya dönüştü... Başkalarının cinsel hayatı, kendiminkinden sürekli utanç duymamı getirdi bana: Öyleyse, kötülük tümüyle benim tarafımda mı? Bu bana imkânsız gözüküyor...”

(Lettere, “Mektuplar”dan)


The Decameron (1971, Pier Paolo Pasolini)






















 Pasolini, Decameron'da
 yanında iki güzel oğlan çırakla 
ressam Giotto'yu canlandırıyor 















Pasolini'nin Sinema Kuramı ya da ‘Şiir Sineması’



"...şeylerin kendisi de derinden derine şiirseldir: fotoğ­rafı çekilen bir ağaç şiirseldir, fotoğrafı çekilen bir insan yüzü şiirseldir, çünkü bu fiziksellik kendiliğin­den şiirseldir, çünkü bu bir görüntüdür, gizem doludur, belirsizlik doludur, çok anlamlıdır, çünkü bir ağaç bile dilsel bir dizgenin bir göstergesidir. Ama ağaç aracılı­ğıyla konuşan kimdir? Tanrı ya da gerçekliğin kendisi. Bu yüzden bir gösterge olarak ağaç bizi gizemli bir konuşucuyla iletişime sokar. Bu yüzden, nesneleri fizik olarak doğrudan doğruya yeniden üreten sinema­nın özünde şiirsellik yatar.”

Pasolini sinema konusundaki kuramsal görüşlerini, 1960’lı yılların ortalarında geliştirdiği ‘şiir sineması’ (cinema di poesia) kavramıyla başlatır.

Pasolini, Cahiers du cinema dergisinde (1967, No. 192) şiir sineması anlayışını şöyle özetler:

“Benim düşünceme göre, sinema özü ve doğası gereği şiirsel­dir... Çünkü o düş gibidir, çünkü düşlere yakındır, çünkü bir si­nema sekansı ve bir anı ya da düş sekansı derinlemesine şiirseldir: Fotoğrafı çekilen bir ağaç şiirseldir, fotoğrafı çekilen bir insan yüzü şiirseldir, çünkü şiirsellik kendiliğinden şiirseldir...




MEDEA