Dionysos


 Overbeck, 8 Ocak 1889 tarihinde akıl hastası dostunu vatanına geri götürmek üzere Turin’e geldi. Delice içerikleri olan mektuplar (A. Heusler ve J. Burckhardt’a), danıştıkları Basel’li psikiyatr Wille’nin derhal müdahale edilmesini istemesine neden olmuştu. Nietzsche gerçekten de çökmüş görünüyordu. Bir gün önce sokakta düşmüştü.

Overbeck onu “bir divanın üzerinde büzülmüş” halde buldu; “bana doğru koşuyor, sıkıca sarılıyor ve kasılmalarla tekrar divana gömülüyordu. Yüksek sesle şarkılar söylüyor, piyanoda hızlı parçalar çalıyor, tuhaf danslar yapıyor, zıplıyor ve “tarif edilemez kısık bir sesle kendisi hakkında, ölmüş tanrının halefi olarak muhteşem ve olağanüstü ileri görüşlü ve söze dökülemeyecek kadar korkunç şeyler anlatıyordu.” (Bernoulli 2, 22 ve devamı). Nietzsche daha da çöktü ve 1900 yılına kadar ruhen felçli halde yaşadı.

Asıl soru, hastalığın ne zaman başladığıdır. Mektuplar, 27 Aralık 1888 tarihinden önce hiçbir delilik belirtisinin olmadığını göstermektedir. O tarihte Fuchs’a anlaşılır bir mektup yazmıştır, ama aynı gün Overbeck’e de şöyle yazmıştır: “Alman karşıtı bir birlik amacıyla Avrupa sarayları için bir ön hatırat yazıyorum. ‘İmparatorluğu’ (Reich) demirden bir gömleğe sokmak ve bir çaresizlik savaşa tahrik etmek istiyorum.” Ondan sonraki günler değişken, çöken ama yine de tinselliğin nüfuzu altında olan ve bu nedenle derinden etkileyen, mektuplarda ve özenle yazılmış kâğıt parçalarında kendini gösteren delilik içerikleriyle doludur. Nietzsche Tanrı olur, Dionysos olur ve Çarmıha Gerilen olur; her ikisi de bir olur; Nietzsche herkestir, bütün insanlardır, her ölü ve her canlıdır. Dostlarına birer rol verir. Cosima Wagner, Ariadne olur, Rohde tanrıların arasına yerleştirilir, Burckhardt büyük öğretmen olur. Yaratı ve dünya tarihi Nietzsche’nin elindedir. 27 Aralık 1888 tarihinden önce böyle bir deliliğin en ufak bir işaretinin olmadığını bilmek çok önemlidir.

Bu tarihten önceki eserlerde herhangi bir delilik işareti bulmak mümkün değildir.

Bu çöküş sürecinin 27 Aralık 1888 tarihinden önce ne zaman başladığı, bugünkü araçlarla tespit edilememektedir, Felci kesin bir şekilde teşhis edebilmek ve başlangıcını belirleyebilmek için psikopatolojik belirlemelerin yanı sıra o dönemlerde henüz sahip olmadığımız bedensel inceleme yöntemlerine (özellikle bel punksiyonuna) ihtiyaç duyulmaktadır. Nietzsche bu hastalığa yakalanmadan önce 1883 yılından itibaren sürekli olarak bir şekilde hastaydı. Ruh hastalığına sarması, geriye dönük bir gölge yaratmakta olup kimilerinin bu uzun zamanın bir şekilde daha sonraki hastalığının işaretleri olduğuna inanmasına neden olmuştur. Ancak bu görüş, Nietzsche’nin 1888 yılına kadar ruhsal açıdan tamamen sağlıklı olduğuna dair görüş kadar gerçekleri gölgelemektedir. Hastalığın, o günün tıp bilgilerine ve görüş kategorilerine bağlı teşhisi, Nietzsche’de asla tam bir kesinliğe ulaşmamaktadır.

Hastalığın, daha sonra ortaya çıkan beyin hastalığıyla ilgili olabileceğine dair soruya hipotetik bir cevap bulabilmek için öncelikle kurumların çok sayıda gözlenen felç vakalarının seyriyle karşılaştırma imkânımızın olması gerekirdi, ama bu karşılaştırma yeterli olmayacaktır, çünkü hastalığın ortaya çıktığı dönemin on yıl öncesi için sadece tinsel yaratının ayırt edilmesi için gerekli psikolojik görünebilirliği yüzeysel olarak vermektedir; ikinci olarak, felce kesin veya muhtemel olarak maruz kalmış önemli insanların hastalık seyriyle karşılaştırmak gerekir: Örneğin Rethel, Lenau, Maupassant, Hugo Wolf, Schumann (Gaston Vörberg’in yazısı: Zusammenbruch: Lenau, Nietzsche, Maupassant, Hugo Wolf, Münih 1922; ne yazık ki bu yazıya ulaşamadım). Önemli şahsiyetlerin biyografileri ifade zenginliği açısından, yaratıcı insanların hastalık tarihçelerinden çok daha öğretici olmasına rağmen bu insanların Nietzsche’yle karşılaştırılmasında henüz belirleyici bir sonuç elde edilememiştir.

Bu gibi karşılaştırmalar bize ayrıca felcin gerçekten ortaya çıkmadan önceki yıllarda ne olduğunu ya da tersine, rastlantısal olarak mevcut ise ön devrenin semptomlarına neyin dahil olmadığını göstermemektedir. Bugün bile kesin bir bilgiye ulaşmak mümkün olmadığından, bize sadece bir hastalık olarak kendi içinde neyin birbirine bağlı olduğunu veya aynı insanda rastlantısal olarak ortaya çıkan farklı hastalıkların ne olduğunu öğrenemeden, hastalıkların ve Nietzsche’de hastalık olarak kavranamayan, psikolojik açıdan belirlenemeyen durumların seyrini tarif etmek görevi kalır.

Bu tarif esnasında bizi en fazla bu değişikliklere neden olan ve tamamen geri alınamayan bedensel ve ruhsal varoluşun toplam durumunun sıçrayışları ilgilendirmektedir. Bu sıçrayışlar Nietzsche’de şöyledir:

1. Savaşta hasta bakıcılık yaptığı dönemde yakalandığı ağır dizanteri hastalığından sonra Nietzsche kısa bir süre içinde iyileşmiş, 1873 yılında hastalığının nüksetmesiyle birlikte, bu rahatsızlıklar özellikle ışığa karşı hassasiyetle birlikte ağır baş ağrıları, felce benzer bir hisle birlikte kusmalar, deniz tutması gibi belirtiler Nietzsche’yi daha sık yatağa düşürene kadar mide rahatsızlıkları belirli aralıklarla tekrarlanmıştır. Birkaç kez uzun süren baygınlıklar geçirmiştir (Eiser’e mektup, Şubat 1880); başkalarının okuma ve özellikle, dikte ettirdiği şekilde yazmaları şeklindeki yardımları, tinsel varoluşunda gittikçe daha önemli bir rol oynamaya başlamıştır.

Bu rahatsızlıklar, değişken bir ağırlıkta yaşamının tamamında kendisine eşlik etmiştir; düzenli olmayan iyileşmeler ve ağırlaşmalar görülmektedir. Örneğin 1885 yılında “görme yeteneğinin hızla yok olduğunu” yazmaktadır. 

Şikâyetlerinin ağırlıklarına, bu hastalıkların uzun sürmelerine Nietzsche’nin varoluşunda derin bir kesit oluşturmasına rağmen, semptomları açık ve kesin olarak bilinen bir hastalık tasviriyle özetlenen tıbbi bir teşhis mümkün olmamıştır. Migrenden, R. Wagner’den uzaklaşmasına bağlanan psikonevrotik bir süreçten, sinir sisteminin organik bir hastalık sürecinden bahsedilmiştir, ama açık bir sonuç yoktur.

1879 yılının Mayıs ayında Nietzsche hastalığından dolayı profesörlüğünden vazgeçer ve seyahatlerine başlar. O dönemde yaz aylarında Gezgin ve Gölgesi ortaya çıkmıştır. Bir sonraki kışı Naumburg’da annesinin yanında geçirir- durumu o kadar kötüleşir ki ömrünün sonunu bekler (Malvida von Meysenburg’a yazdığı veda mektubu 14 Ocak 1880).

2. Nietzsche, 1880 yılının Şubat ayından itibaren yine güneydedir ve bir yıl içinde Tan Kızıllığı (Morgenröte) adlı eserinin yayımlanmasını sağlayan yeni notlara başlar. Tinsel açıdan yeni bir gelişme yaşanır ve bu gelişme, düşüncelerinin ancak şimdi görevinin asli bilincine ve bununla birlikte giden bir öz bilincin ortaya çıkmasını sağlayan yeni bir başlangıcı ortaya çıkartır. Bu değişimi 1880 yılının Ağustos ayından 1881 yılının Temmuz-Ağustos aylarındaki doruk noktasına kadar ve 1882-1883 yıllarının ilham durumlarına kadar gözlemleyebiliriz.

Mektupları ve yazıları kronolojik bir sıraya göre sürekli olarak ileriye ve geriye bakarak, dolayısıyla zamansal ilişkilerin ve ifadelerin birbirleriyle ilişkilerini bilinçli olarak göz önünde bulundurarak okuyan kişi, 1880 yılından itibaren Nietzsche’de hayatında daha önce hiç olmamış derecede derinden bir değişikliğin meydana geldiğini fark edecektir. Bu değişim sadece düşüncelerinin içeriklerinde, yeni yaratımlarda değil, deneyim biçiminde görülmektedir; Nietzsche adeta yeni bir atmosfere dalmaktadır; söyledikleri bambaşka bir ton kazanmaktadır; her yere nüfuz eden ruh hali. 1880 yılından önce hiçbir habercisi ve işareti olmayan bir şeydir.

Tinsel gelişiminin öz anlayışının burada mevcut olup olmadığını sorgulamıyoruz; doğruluğundan şüphe etmiyoruz. Ayrıca Nietzsche’nin şimdi kavradığı tinsel içerikleri ve varoluşsal içerikleri de sorgulamıyoruz; bu kitabın tamamında gösterildiği gibi, içsel bağlamlarından şüphe duymuyoruz. Biz sadece mevcut olan şeyin davranışının biçiminden dolayı Nietzsche’nin hayatında tinsel ve varoluşsal açıdan gereksiz bir şekilde, yeni olan şeye zorunlu olarak bir renk veren bir şeyin görünür olup olmadığını ya da bu tinsel dürtülerin ve hedeflerin hizmetine, belirsiz olarak “biyolojik faktör” dediğimiz bir şeyin mevcudiyetini gösteren bir şeyin girip girmediğini soruyoruz.

1880 yılındaki kesitin ve sonraki kesitlerin gözleminin yöntemi, tıbbi kategoriler altında bir sınıflandırma değildir. Ayrıca “şüpheli semptomların” kavranması da değil, aksine sadece kronolojik karşılaştırmadır. Görüngülerin kendisi değil, bu görüngülerin yeniden ortaya çıkıp çıkmadıkları ve daha önce  mevcut olmayanların hangileri olduğu, ruhsal ve tinsel açıdan gerçekleşen olaylar açısından anlaşılmaz kalıp kalmadıkları gözlemlenmektedir.

Bu kitabın çıkış noktası, hassas kronolojik okuma sırasındaki toplu izlenimdir. Bunun anlamı, bu izlenimi, kendi Nietzsche incelemesinde bu soruyu kendine sorduğu takdirde, okuyucuda uyandırmak ve bireysel açıklamalar ve olgular sayesinde bunları göstermektir. Buna karşın burada bir hastalığın mevcut olduğunu gösteren kesin bir sonuç yoktur. Ne var ki, bu toplu izlenimin bizim için anlamı -şu andaki muhtemel bilgi aşamasında- bizi kanıtlanmayan şeye sanki olabilir olan, hatta muhtemel olan olarak götürmesidir.


"İyi kitaplar yazdım ama değil mi?"







Deliriş

İki polis tarafından Via Carla Alberta'daki evine geri götürülen Nietzsche, psikiyatrist Dr. Carla Turina'nın gelişini beklemek üzere yatağına yatmaya ikna edilmişti. Ama doktor göründüğü anda Nietzsche "Pas malade!" "Pas malade!" [Fransızca: "Hasta değilim! "] diye bağırarak onu görmeyi reddetti. Ancak daha sonra Turina'yı ailenin bir dostu gibi gösteren Fino nihayet Nietzsche'nin doktoru kabul etmesini sağladı. On dokuzuncu yüzyılda yaygın bir şekilde sakinleştirici olarak kullanılan bromür, Piazza Carignano'daki (hala işleyen) Rossetti eczanesinden sipariş edildi.

Basel'de "Tanrı olmaktansa Basel'de profesör olmayı yeğlerim" diye yazdığı mektubundan endişelenen Burckhardt 6 Ocak'ta Overbeck'i ziyaret etti. Nietzsche'nin ruhsal durumunu birkaç haftadır kaygı verici bulan Overbeck de üniversitede psikiyatri profesörü ve yöredeki psikiyatrik kliniğin müdürü olan meslektaşı Ludwig Wille'ye danıştı. Wille ona Nietzsche'yi derhal Basel'e getirmesini önerdi, aksi takdirde şüpheli bir İtalyan enstitüsüne kapatılabilirdi.

Overbeck 7 Ocak günü öğlenden sonra Nietzsche'nin kaldığı yere vardı. Yumuşak kalpli ama çaresiz durumda olan Davide Fino artık polis çağırma noktasına geldiğinden onu görünce çok rahatladı. Overbeck eski dostunun artık bir gölgeden ibaret kaldığını, kanepeye oturmuş bir şeyler çiğnediğini ve Nietzsche Wagner'e Karşı'nın son düzeltme kopyalarını okuduğunu gördü. Nietzsche onu tutkuyla kucakladıktan sonra tekrar kanepeye çöktü, sonra titreyip inlemeye başladı. Overbeck'in de dizlerinin bağı çözülmüştü. Hasta adama bir doz daha bromür verilince sakinleşti. Akşama planladığı büyük resepsiyondan neşeyle bahsetmeye başladı (büyük ihtimalle İtalya kralı ve kraliçesi içindi). Overbeck'in Köselitz'e sonraki hafta yazdığı kadarıyla, 

Tamamen kendi dengesi bozuk dünyasında yaşıyor, ben yanındayken o halinden hiç çıkmadı. Benim ve diğer insanların kim olduğunu çok iyi biliyor, ama iş kendisine gelince tam bir karanlık içinde ... 

Daha şiddetli nöbetlerde şarkı söylüyor ve piyanonun tuşlarına vuruyor, kısa süre önce ikamet ettiğini düşündüğü dünyadan parçalar anlatıyor. Kimi zaman fısıldayarak harika berraklıkta cümleler kuruyor. Ama aynı zamanda artık ölmüş Tanrı'nın halefi olduğu gibi korkunç şeyler söylüyor, bu arada sürekli piyanonun tuşlarına vuruyor, ardından kasılmalar geçiriyor ve bir daha korkunç bir acıyla kıvranmaya başlıyor.

Overbeck 9 Ocak'ta Nietzsche'nin daha fazla gecikmeden İtalya'dan götürülmesi gerektiğine karar verdi. Artık polis de durumunu öğrendiğinden, Torino hapishanesinden başka alternatif kalmamıştı. Ama yumuşak huylu Overbeck hastayı herhangi bir şekilde kontrol edemiyordu, dolayısıyla bu yolculuğun altından kalkması mümkün değildi. Ama neyse ki şansı yaver gitti, ruhsal rahatsızlıkları olanlar konusunda deneyim sahibi olduğu için Alman konsolosunun tavsiye ettiği Dr. Bettmann hastaya Basel'e kadar eşlik etmeyi önerdi. (Bettmann aslında bir Yahudi dişçiydi, yetişkinliği boyunca Nietzsche'yi destekleyen ve koruyan çok sayıda Yahudinin de sonuncusu oldu.) Nietzsche tam da daha mutlu günlerinde Kontes Mansuroff'un yaptığı gibi çocuksu bir itaatkarlıkla Bettmann'ın her dediğini yaptığından, yolculuk mümkün olabildi. Bettmann yolculuğun sonunda, onu önemli bir resepsiyonun beklediğine Nietzsche'yi inandırarak tren istasyonuna götürdü. Nietzsche yolculuk sırasında klora) hidratla uyuşturuldu ama ilacın etkisi geçmeye başlayınca herkese sarılmak istedi ve yol boyunca bir gondolcu şarkısı söyledi; Overbeck'in sonradan farkettiği kadarıyla Ecce Homo'daki kendi şiiriydi bu. 10 Ocak'ta Basel'e ulaşan Nietzsche, daha fazla tartışmaya meydan vermeden Wille'nin sanatoryumuna yatırıldı.



Nietzsche'nin Deliliği

Nietzsche'nin sorunu neydi ? Niçin delirmişti? Bu soru gerek boş zamanlarını ölmüş ünlülere teşhis koymakla geçiren tıp çevrelerinde, gerekse Nietzsche araştırmacıları arasında çok tartışılmıştır. Araştırmacılar çoğunlukla sonuca çıkar açısından bakıyorlardı. Genel konuşursak, Nietzsche'nin hayranı olanlar saf fizyolojik bir teşhisi tercih eder -genellikle de geleneksel frengi teşhisini- ama Nietzsche'yi sevmiyorlarsa psikolojik teşhisi yeğlerler. Yani Nietzsche'nin deliliği kişiliğinden kaynaklanan psikolojik faktörlerin ürünüyse, felsefesinin de aynı faktörlerce kirletildiğini öne sürmek mümkün olur, yani İyinin ve Kötünün Ötesinde'nin yorumcusunun iddia ettiği gibi sorununun "patolojik" olduğu söylenebilir. Nietzsche'nin muarızları genellikle bu ihtimali güçlendirmeye çalışırken hayranları da zayıflatmaya çalışır. Nietzsche'nin kimi zaman kendisini intiharın eşiğine getiren korkunç bunalımlara tekrar tekrar düştüğünü görmüştük. 1887 Haziran'ında tam bir yıl boyunca bunalımda olduğunu yazmıştır; tüm fiziksel rahatsızlıklarını solda sıfır bırakacak derecede acı çekmişti, "yeryüzünde çekilebilecek en büyük cezaydı" bu. Yine de başka zamanlarda kendini çok neşeli hissediyordu, hatta yer yer azamet hissediyor ve giderek megalomaniye daha fazla kapılıyordu. Daha 1884'te "öteki" Nietzsche kendini gösterir: yumuşak huylu, gözlüklü Friedrich Nietzsche'nin içinde yatan "üstinsan"; gizli bengi dönüş düşüncesinin lütfedildiği kişi. O düşünce, "tarihi iki yarıya bölecek" ve lütfedildiği kişiye kıyasla İsa'nın "yüzeyselliğini" gösterecektir. 

Bu salınımlar -Lou Salome, Nietzsche'de "şiddetli ruh hali değişimleri" olduğunu gözlemlemişti- insanın aklına "manik-depresif" bir vakayı, daha rahatlatıcı bir dille "çift kutuplu [bipolar] rahatsızlık" vakasını akla getiriyor. Nietzsche'nin uzun yıllar boyunca en azından başlangıç seviyesinde manik-depresif olduğunu düşünmek akla yakın olduğu ölçüde, "manik depresyonun manik safhasının neredeyse kalıcı yerleşimi" Torino'daki son haftalarının uygun bir tasvirini oluşturuyor gibi görünmektedir.

Burada, Oliver Sacks'ın izniyle tescilli manik-depresiflerin manilerine dair bazı tanımlar vereceğiz (genellikle hastaların kendilerinden bilgi alınmışsa da, yer yer terapistler de devreye girmiştir): "Kendini Mesih olarak görmeye başladı"; "anayolun ortasına geçip kollarımı iki yana açarak durursam arabaları durdurabileceğimi ve onları felç edeceğime inanıyordum" {bunu söyleyen kişi şair Robert Lowell'dir); "sarhoşluk", "ideal sıhhat"; "çok olumlu bir hal"; "kendini o kadar iyi hissediyorsun ki hasta olmalısın"; "daha önce bastırılmış derin bir benliğin serbest bırakılması"; "her şey çok anlamlı görünmekle kalmıyor, her şey mucizevi bir kozmik bağlantıda yerine oturuyor"; "doğal dünyanın yasaları karşısındaki büyülenme hissim yüzünden içim içime sığmıyordu ... her şey ne kadar güzeldi".

Bu tanımlamaların hepsinde ortak olan üç tema vardır: panteist coşku, dünyanın kusursuz bir bütünsellik olduğu hissi; kendini Mesih sanma, istediğinde dünyayı değiştirecek (arabaları durduracak) nedensel güce sahip olduğuna inanma. Bu temalar Nietzsche'nin Torino'daki son haftalarını eksiksiz tanımlıyor. Sürekli taşkınlık hali yaşıyor, dünyanın, "iyinin ve kötünün ötesinde olduğuna" çünkü tamamen iyi olduğuna inanıyordu. Kendini Mesih sanıyordu -"iyi haberleri" getiren kişiydi. "Tanrı olduğu" için de telekinetik güçleri olduğunu, örneğin Avrupa'nın taht sahiplerini azledebileceğini sanıyordu. Bu yüzden geneline baktığımızda "çift kutuplu mani'' , deliliğinin ilk safhası için akla yakın bir tanımlama gibi görünüyor.

Daha önce de gördüğümüz gibi, mani çok uzun sürmedi. Birkaç hafta sonra ciddi psikoz belirtileri göstermeye başladı; sanrılar, paranoyakça kuruntular, çok düzensiz davranışlar, tutarsız düşünceler ve konuşmalar (fakat aralarda tutarlı bellek parçaları), katatonik gerileme, dejenerasyon, en sonunda da bitkisel hayat. Bunlar gibi psikoza dair belirtilerin çift kutuplu rahatsızlığın yerini şizofreninin aldığı noktayı temsil ettiği yaygın olarak kabul edilir. Bu da bizi ikili bir psikiyatrik teşhis fikrine götürüyor: Nietzsche'nin durumu manik depresyon ve 1889 sonrasında da şizofreni olarak tanımlanmalıdır. Aslında Dr. Richard Schain'in teşhisi de böyledir. Ama modern psikiyatrik düşünce pek çok vakada psikoz, özellikle şizofreni benzeri dönemlerin şizofreniye değil çift kutuplu rahatsızlığa işaret ettiği yönündedir. Yine Schain'in teşhisinin tersine Nietzsche'nin psikoz belirtileri kırklı yaşlarda ortaya çıkmasına rağmen, şizofrenliğin belirtileri onlu yaşlarının sonunda ya da yirmili yaşlarının başında ortaya çıkar. Bu yüzden Nietzsche'nin durumu için en akla yakın tanımlama büyük ihtimalle "çift kutuplu rahatsızlık ve sonraki aşamalarında psikoza yaklaşan özelliklerin de buna eklenmesi" dir.

Fakat bunun bir teşhis mi yoksa sadece bir tanımlama mı olduğu sorusu doğar bu sefer de; psikolojik belirtilerin altında fiziksel bir patoloji var mıdır, yok mudur? En iyisi, seçenekleri gözden geçirmek.


İlk ve bana göre hala en yaygın kabul gören hikaye Nietzsche'nin frengi olduğudur. Wille'nin Basel kliniğindeki teşhisinin bu olduğunu görmüştük, aynı teşhisi Jena'daki Binswinger de tekrarlamıştı. Her iki psikiyatrist de Nietzsche'nin "delilere özgü genel paraliz"den [kısmi felç] mustarip olduğuna karar vermişlerdi; bir başka deyişle nörosifilis sebebiyle delirmişti, zira bu üçüncü derece frengide spiroketler (bakteriler) beyne saldırıyordu. Frengi (dönemin AIDS'i) o dönemde çok yaygın olduğundan, on dokuzuncu yüzyılda aklını yitirmiş orta yaşlı insanlar için standart teşhis hep aynıydı. Fakat bu kesinlikle tek muhtemel sebep değildi.

Son dönemdeki eleştiriler frengi teşhisinin en az altı zayıflığını ortaya çıkartmıştır. Birincisi, Nietzsche koriyoretinitten -retina iltihabı- rahatsızdı ve bunun sebebinin frengi olduğu düşünülmüştü, hatta bu doğru da olabilirdi. Ama bu rahatsızlık aynı zamanda daha birçok farklı durumdan da kaynaklanabiliyordu; bunların arasında Nietzsche'nin çocukluktan beri çektiği basit miyopluk da vardı. İkincisi, Jena kliniğine kabul edildiğinde fiziksel titreme yoktu; "paraliz edici " frenginin evrensel belirtisi bu titremedir. Üçüncüsü, ağır migren üçüncü derece frengi belirtisi olabilirse de, umumiyetle genel çöküşten sadece birkaç hafta ya da en fazla birkaç ay önce başlar. Nietzsche'nin okul yıllarından beri migreni vardı. Dördüncüsü, paraliz edici frengisi olanlarla karşılaştırıldığında Nietzsche Torino'daki çöküşünün ardından olağanüstü uzun -11 yıl yaşamıştı. On dokuzuncu yüzyıl sonunda yapılan bir çalışmaya göre bu hastalığa yakalanan 244 hastadan 229'u teşhisten sonraki beş yıl içinde, 242'si dokuz yıl içinde ölmüştü. Beşincisi, paretik frengi beynin her iki lobunu da etkilerken, Nietzsche'nin bir dizi fiziksel belirtisi (birazdan bu belirtilere geleceğiz) sürecin sağ lobla sınırlı olduğunu gösteriyordu. 

Son olarak, Dr. Eiser'in raporuna göre Nietzsche'nin öğrencilik yıllarında belsoğukluğu kaptığını kabul ettiğini ama frengi kapma ihtimalini açıkça reddettiğini de biliyoruz. Biri konusunda dürüst davrandıysa diğerini saklamaya kalkması anlamsız kaçacaktır. Frengisi olduğunu fark etmemiş olabilir elbette, ama durumunu sürekli ve titizlikle gözlemleyen birinin frengiyi fark etmemesi olacak iş değildir. 

Tüm bu güçlükler karşısında Dr. Leonard Sax'ın ortaya attığı alternatif teşhise bakmak faydalı olacaktır. Sax'a göre, Nietzsche çocukluk yıllarından beri büyük ihtimalle rnenenjiyorndan, sağ optik sinirde oluşan iyi huylu bir beyin tümöründen rahatsızdı. Maniden deliliğe kadar değişebilen psikiyatrik belirtiler, Sax'ın açıklamasına göre, böyle tümörleri olan hastalarda yaygındır. Bu tümörlerin gelişimi yavaş ama geri dönüşsüzdür, bazen birkaç yıl boyunca tümden durmaları mümkündür. Baş ağrıları da yaygındır, umumiyetle ciddi ve aralıklıdır, sıklıkla da migrenle karıştırılır. Beynin sağ ön lobunun altındaki sağ optik sinirdeki bir tümör, Nietzsche'nin baş ağrılarının sağda olduğunu niçin birbirinden bağımsız iki doktorun 1889'da kaydettiğini açıklar. Daha beş yaşındayken annesinin sağ göz bebeğinin daha büyük olduğunu fark etmesi ve sağ gözün diğerinden daha çıkık olması (tabutta uzanırken sağ göz kapağının bir türlü kapanmamasının sebebi de kesinlikle budur) aynı hastalık yüzündendir. Sax'ın vardığı sonuca göre bir noktada tümörün büyümesi fiilen ön lobotorniye yol açmıştı; bu da Nietzsche'nin son yıllarında yarı-bitkisel hissizliğini açıklıyor.

Demek ki önümüzde üç ihtimal var: frengi ihtimali, Sax'ın belirttiği beyin tümörü ihtimali ve Nietzsche'nin durumunun tamamen psikiyatrik olması, manik depresyonu daha sonra gelişen psikotik özelliklerin takip etmesi ihtimali. Son dönemdeki eleştiriler ışığında frenginin en düşük ihtimal olduğunu söyleyebiliriz. Sax'ın beyin tümörü önerisi de Nietzsche'nin maddi manevi tüm sağlık problemlerini (ömür boyu süren baş ağrıları, mani ve nihayet hissizlik, beyin tümörünün sonucudur) tek hamlede açıklamak için şık bir denemedir. Ama ne yazık ki Sax'ın -uzman bir göz hekimi değil tıbbi genellemeciydi- şık teşhisi temel göz hastalığı olgularıyla tutarsızdır. Çünkü bir kere meninjiyomun Sax'ın ileri sürdüğü gibi çocuklukta görülmesi olağanüstü nadir bir durumdur. İkincisi, bu tümörler büyüdüğünde, Sax'ın söylediğinin aksine, çabucak ve ilerlemeci bir tarzda büyürler (yetişkinlikteki, yavaşça ve sinsice ilerleyen meninjiyoma benzemez). Üçüncüsü, göz kaslarına ulaşamadıkları müddetçe gözbebeği boyunda bir değişiklik yaratmazlar. Fakat o durumda da Nietzsche'nin sağ gözü çocukluğundan beri sürekli aşağı bakmalıydı ve gözkapağı aşağı sarkmalıydı. Fakat hiçbir zaman böyle olmadı. Son olarak, Nietzsche'nin sağ göz yuvarlağının çıkıklığı tümörden olsaydı tümör büyüdükçe gözün de büyümesi gerekirdi. Fakat hayatı boyunca çekilen birçok fotoğrafta bunu kanıtlayan bir şey yoktur.

O halde Sax'ın beyin tümörü teşhisinin de frengi hikayesinden daha doğru görünmediğini kabul etmek gerek. Nietzsche'nin cenazesini çıkarıp son tıp teknolojisiyle bir otopsi yapma ihtimali de sadece teoride kalacağı için, zihinsel durumunun altta yatan fiziksel bir patolojiden kaynaklanıp kaynaklanmadığını hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Gelgelelim, en akla yakın sonuç Nietzsche'nin deliliğinin salt psikolojik bir durum olduğudur.

Bu da felsefesi ile deliliği arasında bir süreklilik olduğu gerçeğiyle yüzleşmekten kaçamayacağımız anlamına gelir: felsefesinin Dionysosçu tarafı ile "çılgınca mektupların" "Dionysosçu" karakteri ve Torino'daki son günleri arasında daha önce gözlemlediğimiz bir süreklilikten bahsediyorum. Bu süreklilik, felsefesinin önemli açılardan "patolojik" olduğunu mu açığa çıkarıyordu? Delilik Nietzsche'nin felsefesinin temellerini etkiler mi? 

* * *

Nietzsche'nin felsefesi esrimeye olağandışı büyüklükte bir değer verir. Bu esriklik halinde kişi gündelik kimliğini aşar, aynı zamanda dünyanın "kusursuzluğunu" bulur ve böylece "bengi dönüşü" isteyebilir. Esrimeye bu kadar değer verilmesi ta en başa, Tragedyanın Doğuşu'nun ilk bölümünde insanla insan arasındaki "tüm katı düşmanca engellerin" kalktığı durumun övülmesine kadar gider; engeller kalkınca "şarkı söyleyip dans eden" birey kendini "daha yüce bir topluluğa ait" hissedecektir.

Dionysosçu halin bu tanımında önemli olan nokta, hepimizin tanıyabileceği ve empati kurabileceği bir halden bahsedilmesidir. Zira daha önce işaret ettiğim gibi, "rock konseri" ya da "futbol taraftarı" hissidir burada söz konusu olan. Hepimiz kendimizde Dionysosçu halle karşılaştığımız için, Nietzsche'nin felsefesinde ortaya çıkan Dionysosçulukta "delice" bir şey tespit edecek halde değiliz.

Fakat kendi deneyimimizde tanıyamadığımız şey, dünyanın seçtiğimiz herhangi bir veçhesini istediğimiz zaman kontrol edebileceğimiz inancıdır. Ama bu da çift kutuplu maninin ve Nietzsche'nin Torino'daki son günlerinin öne çıkan özelliklerinden biridir. Bu yüzden felsefesindeki Dionysosçuluk ile son günlerindeki delice Dionysosçuluk arasında net bir ayrım çizgisi varmış gibi görünüyor bana. Nietzsche'nin felsefesinde, bir manik-depresif (büyük ihtimalle Platon, Newton, Mozart, Hölderlin, Coleridge, Schumann, Byron, Van Gogh, Geog Cantor, Winston Churchill, Silvia Plath, John Lennon, Leonard Cohen ve daha pek çok kişi de aynı durumdadır) tarafından üretilmiş olsa bile "patolojik" bir
şey yoktur -kadınlar üzerine görüşleri hariç.


*
Julian Young / Nietzsche

Turin / Gottfried Benn


AT


At Hikayesi:

Noel sonunda Yeni Yıla döndüğünde Finolarda yaşamak imkansız hale gelmişti. Nietzsche piyanoda daima ezberden çaldığı bitmek bilmez Wagnerlerin ötesine geçmiş, çılgınca notalar basmaya, çoğunlukla dirsekleriyle tuşlara vurmaya, gece gündüz bağıra çağıra şarkılar söylemeye başlamıştı. Art arda üç gece evde kimse uyuyamadı. Bir seferinde Fino, Nietzsche'nin odasının anahtar deliğinden içeri baktığında, onun odada çırılçıplak bağırıp çağırdığını, zıpladığını ve oynadığını gördü, anlaşılan tek kişilik bir Dionysos cümbüşünün ortasındaydı. Overbeck'in olayı aktarma tarzındaki kendini tutma hali, zikredilemeyecek kadar kaba "başka şeyleri" örtüyor. Sakladığı şeylerden biri de bir Satir'in dikilmiş penisi olabilir.

3 Ocak 1889'da ya da civarında işler iyice çığırından çıktı. Torino'nun meydanlarından birinde bir arabacının atını kırbaçladığını gören Nietzsche ata sarılıp ağlamaya başladı, sonra da yere yıkıldı.

Bu hikayenin esrarengiz yönü, şayet doğruysa, Nietzsche'nin bu sahneyi altı ay kadar önce yazmış olmasıdır. (Hölderlin'in deliliğinin Empedokles'le özdeşleşmesinde kısmen "alnına yazılı" olduğunu gençken öne sürdüğünü ve kendini Hölderlin'e çok yakın hissettiğini hatırlayın.) Von Seydlitz'e gönderdiği bir mektubun ortasında aniden sıradan şeylerden bahsetmeyi bırakır ve hiç yoktan gelen "ahlaki sulugözlülük" görüsünü anlatmaya başlar: 

"Kış manzarası. Yaşlı bir arabacı, yüzünde son derece zalimce ve çevredeki kıştan daha sert bir alaycılıkla atının üstüne işer. Zavallı, harap olmuş at minnettarlıkla,
büyük bir minnettarlıkla çevresine bakmaktadır."


Franz Marc,(1913) Dreaming Horse
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/06/Franz Marc


 Sahnenin daha da eksiksiz bir yazılı hali -Şen Bilim'de "kendini sahnelemekten" bahsedildiğini hatırlayın- Suç ve Ceza'da bulunabilir. Raskolnikov rüyasında ölümüne dayak yiyen bir atın boynuna şefkatle sarılır. (Putların Alacakaranlığı'nda suçlunun kötü koşullar yüzünden hastalanmış güçlü bir tip olduğuna dair tartışma bu içgörüyü "derin" Dostoyevski'ye atfeder; bu da büyük ihtimalle 1888'de Dostoyevski okumasına Suç ve Ceza'yı da eklediğini gösterir.

At hikayesinin güvenilirliği, ilk kaynağın olaydan on bir yıl sonra yazılan isimsiz bir gazete makalesi olması yüzünden sorgulanmaktadır. Yine de belli bir hakikat içeriyor olsa gerek, zira daha önce gördüğümüz üzere, Nietzsche'nin olağanüstü bir şefkat yatkınlığı vardı (şefkatliliğin tüketici etkilerini eleştirmesinin başlıca sebeplerinden biri de buydu anlaşılan) ve daima çok kolay gözyaşı döken biri olmuştu.

kitap: Julian Young / Nietzsche

Rapollo


Rapallo'dan doğuya görüntü, kartpostal, fotoğraf 1900 civarında

Ertesi kışı Cenova yakınında, Chiavari ile Portofino arasına sokulan o sevimli, sessiz Rapollo Koyunda geçirdim. Sağlık durumum hiç de parlak değildi; kış soğuktu, son derece yağmurluydu. Kaldığım küçük han denizin hemen üzerindeydi, öyle ki geceleri dalga çıkınca uyunmuyordu; istemediğim ne varsa hemen hepsi toplanmıştı orada. Gene de, sanki benim ilkemi, yani gerçekten bir diyeceği olan şeyin “her ne olursa olsun” ortaya çıkacağını kanıtlamak ister gibi, o kış, o güç koşullar içinde ortaya çıktı Zerdüşt’üm, -öğleden önceleri Zoagli'ye giden güzelim yolda, çamlıklar içinden geçerek güneye doğru çıkıyordum; göz alabildiğine denizi görüyordum ayağımın altında. Öğleden sonraları, sağlık durumum elverdikçe, Santa Margherita Koyunu ta Portofino’nun ötesine dek bir baştan bir başa dolanıyordum. Bu yerler, bu görünüşler, unutulmaz Alman İmparatoru Üçüncü Friedrich’in onlara olan büyük sevgisi yüzünden daha bir değerliydi benim gözümde. 1886 güzünde yolum gene o kıyılara düştüğünde, bu küçük unutulmuş mutluluk ülkesine onun da son gelişiydi. Zerdüşt'ün bütün birinci bölümü doğdu kafamda. En başta, Zerdüşt'ün kendisi, kişiliği doğdu: daha doğrusu çullandı üstüme.

  (Ecce Homo)

Mitromania


Original watercolor by Florian Grospietsch - Vue de la grotte de Matromania


Capri’deki bir yer hafızasında yer etmiş olmalı: grotta del Matrimonia” veya “grottadi ve yahut “Mitromonia” da denilen yer. Malwida’nin uzun uzun yazdığı anıları bize 23 Mart 1877 gecesi üç arkadaşın bu mağarayı gezip gezmediklerini söylemiyor» ama mağara arco naturale yakınlarında, geçtikleri yolda yer alıyor. Filozof aşağı yukarı bir yıl sonra, 1878 yazı sırasında» içinde otobiyografik notların bulunduğu ender rastlanan not defterlerinden birine Memorabilia başlığı altında şu kısa ve gizemli cümleleri yazmıştır:

Mitromania.- Güneşin ilk ışınının belirmesini beklemek- nihayet onu seyre dalmak ve - ona aldırmamak ve erimek.

Mithras'ın umudu Mithras'ın deliliği.

Grotta di Matrimonio, bilinçsiz yasamın idilik tablosu

Mitromania'dan başlayarak hayatı şenlik olarak hayal etmek.

 Hatırlamak sanatı, kötü, acı unsurlara hâkimiyet. Hastalığa, memnuniyetsizliğe, sıkıntıya karsı mücadele.

2. Mithra yılanın ve akrebin üstüne asılı olduğu boğayı öldürdü.


O halde, Capri’ye yaptığı ziyarette deneyimledikleri, filozofun felsefi hassasiyetinin ve klasik kültürünün filtresinden geçti ve dünyevi varoluşunun derin olumlanışının simgesine dönüştü. Aşağıdaki satırlarda Nietzsche büyük olasılıkla Malvida’nın eski bir arkadaşı Ferdinand Gregorovius’un İtalya’ya seyahat kitabında yer verdiği Capri ve Matromania Mağarası’nın betimlemesini hatırlıyor. Bu kitabı o sırada seyahat rehberi olarak kullanıyorlardı, aynı kitap günümüzde hâlâ Capri’de kitabevlerinde bulunuyor:

"Dik bir merdivenden inerken, derin ve güzel bir mağaranın birden fazla tonozlu bir kubbe oluşturduğu kıyının ortasına geliyoruz. Burası gizemli Matromania Mağarası. Girişi büyük hacimli bir yarım dairedir, çünkü mağara 55 adım genişliğinde ve 100 adım derinliğindedir. Bir doğa eseridir ama insan eli değmiştir; girişten itibaren Roma dönemi duvarlarını fark ederiz ve içerde çeperde duvarcılık işleri asılı durur. Mağaranın derinliğinde, yarım daire şeklinde kürsüye benzeyen iki yapı birbirlerine karsı dururlar, Tanrı'ya özel bir oda olması gereken ve heykellerin teşhir edildiği yere bu kürsülerin ortasından basamaklar çıkar. Her şey bir tapınağın hücresinde olduğumuzu gösterir bize. Bu mağaraya önce Matromania ismi verilmiş, halk da bu ismi kasıtsız bir ironiyle sanki Tîberius düğününü burada kutlamış gibi Matrimonio'ya (düğün) çevirmiştir. Bu isim aslında Magnae matris antrum veya Magnum Mitrae antrum'dan türemiştir. Denir ki tapınak Mithra'ya adanmıştır; Perslerin güneş tanrısı bu mağarada onurlandırdığı için değil de Mithra'nın mistik kurbanını temsil eden bir alçak kabartma bu mağarada, pek çok benzeri de Vatikan'daki müzede bulunduğu için. Napoli'nin Studilerinde bunlardan iki tane gördüm: Bir tanesi Posillipo Mağarası'nda bulunmuştu, diğeri Matromania da ve ikisi de Mithra'yı Acem giysisi içinde, bir boğanın üstünde diz çökmüş bıçağını onun ağzına sokarken tasvir ediyordu; aynı anda bir yılan, akrep ve köpek de boğayı ısırmaktaydı. Bu mağarayı Mithra'nın tapınağı addetmek saçma gelmiyor. Mağara güneşe yapılan mistik ayinlere mükemmel derecede uygun çünkü güneşin doğuşuna bakıyor. Her kim ki derinliğinde Helios'un uzak dağların üstünden doğmasına bakar ve kızıl, mor ışıltıyı ve yakın ve uzak dalgaları seyre dalar, o kişi gerçek bir güneşe tapan olur."


Gizemle dolu bu mağara, Romalı askerler tarafından doğudan ihraç edildikten sonra I. ve III. yüzyıllarda imparatorluğa yayılan ve Hıristiyanlığa karşı vahşi bir mücadele başlatan bir güneş dininin törenlerine mekân olmuştu muhtemelen. 25 Aralıkta, bu din güneşin doğuşunu kutlar ve boğanın kurban edilmesiyle hayatın, kötülüğün güçleri karşısındaki zaferini temsil ederdi. Bu  din son derece dünya ile ilgiliydi, diğer dünyaya inanmazdı ve dünyanın sonunun Stoacılar gibi kozmik bir yangınla geleceğini düşünüyorlardı. Bu din, Hıristiyanlığın tersine, hayatın olumlamasına değer veriyordu. Nietzsche burayı tam da 1878 yazında, varlığının en üzgün dönemlerinden birinde, kötü ve acı unsurları yenmenin hastalıkla, kederle ve dertlerle mücadele etmenin yollarını aradığı sırada anıyor. Zerdüşt’ün girişini protagonist ile güneş arasındaki diyalogla başlatırken de hatırladığı yer burasıydı:


“Sen, ey büyük yıldız! Neye yarardı mutluluğun, aydınlattıkların olmasaydı eğer! On yıl boyunca buralara, mağarama çıktım ben, kartalım ve yılanım olmasaydık eğer, sen ışığından da, bu yoldan da bıkardın.”

 Nietzsche’nin Gregorovius’un eserinden çıkardığı Matromania mağarasıyla ilintili ikinci bir öğe mağara civarında 1750’de bulunmuş bir dikilitaşın üzerine yazılmış Yunanca dizelerin yorumlanmasıyla alakalıdır. Yazıt bilimciler bugün, söz konusu olanın basit bir mezar taşı olduğunu düşünüyorlar, ama Gregorovius onun İmparator Tiberius tarafından icra edilen insan kurbanıyla ilgili bir belge olduğunu düşünür.

"Bu çocuğun mezarlığındaki bu gizemli satırlar hangi tüyler ürpertici cinayetten bahsediyorlar! Burada Capri’nin hikâyesi vardır. Zavallı Hypatos'un akıbeti unutuldu, oysaki ben onu tanıyorum. Şeytani bir anda, Tiberius güneşe en sevdiği gözdesini kurban etti; burada, bu mağarada! burada, bu hücrede. Tıpkı daha sonra Hadrianus'un güzel Antinous'u Nil'de kurban etmesi gibi. Çünkü o dönemde, çok sık olmasa da insan kurban etmek örf ve adetlerde vardı ve çoğunlukla bunlar Mitra adına uygulanıyordu."

Nietzsche Gregorovius’un varsayımını izler ve Capri’ye yapılan gezintiden 9 yıl sonra İyinin Ve Kötünün Ötesinde’de dinsel zalimliği işlerken, genç Hypatos’un kurban edilişine gönderme yapar:

“Bir zamanlar insanlık, tanrısına insanlar kurban ederdi, belki de en sevdiği insanları; tarih öncesi bütün dinlerde, ilk doğan çocuğun kurban edilmesi örneğin, veya tüm Roma tarihindeki çağdışılıklar arasında en tüyler ürpertici olanı, İmparator Tiberius’un Capri adasındaki Mithras Mağarası’nda kurban edilişi."


*
Paulo D'olorio
Nietzsche'nin Sorrento Yolculuğu

Tribschen

 Nietzsche saatinde gelen trenle yaklaşık üç saatte gidilen Tribschen denen yerde "paha biçilmez bir sığınak" keşfetmişti.



Tribschen denen yer Luzern'in merkezinden göl kıyısı boyunca yirmi dakikada yürünebilen bir burundu. (Tolstoy buraya katlanamıyordu, çünkü bugün olduğu gibi o gün de hep turistlerle kaynardı ve on dokuzuncu yüzyılda bu turistlerin çoğu İngilizdi.) Bavyera Kralı Ludwig'in verdiği parayla Wagner'in kocaman, kare şeklinde, dört katlı, on dokuzuncu yüzyıl başından kalma bir konak  kiraladığı yer burasıydı. Parisli bir iç mimara da konağı rokoko tarzında döşettirmişti. Elizabeth'in zarifçe ifade ettiği gibi, gösterişsiz bir İsviçre konağında "pembe saten ve minik aşk tanrıları " biraz rüküş kaçıyordu. Gölün hemen yukarısındaki bir tepede bulunan konak, ineklerin ve koyunların otladığı, ağaçlarla dolu bir yeşil alanla çevriliydi. Luzern Gölü'nün sularının ötesinde çok geniş bir manzara görülebiliyordu. Salonun pencerelerinden görünen doğu tarafında 2.000 metre yüksekliğindeki Rigi, güneydoğuda ise Bürgenstock'un üç doruğu görülüyordu. Güneybatı istikametindeki Pilatus çoğu zaman bulutların ardına saklanmış oluyordu. (J. M. W. Turner'ın pek çok Rigi ve Pilatus resmi "romantiklik " arayışındaki İngiliz turistlerin Luzern'i sevilen bir uğrak yapmasına yardımcı oldu.)

Almanya'dan sürgün edilen Wagner 1849'da İsviçre'ye ve 1866'da Tribschen'e taşınmıştı. 1870'te müzikal güçlerinin zirvesindeydi, Die Meistersinger ve Tristan und Isolde'nin yanı sıra Der Ring der Nibelungen (Nibelung Yüzüğü) dörtlemesinin ilk iki operası Das Rheingold (Ren Altını) ve Die Walküre'yi (Valkyrieler) tamamlamıştı ve Yüzük'ün (Der Ring) üçüncü parçası olan Siegfried üzerine yoğun bir şekilde çalışıyordu. Tribschen'de başka her yerde olduğundan daha mutluydu. Aynı şey Nietzsche için de geçerliydi. Hayatının sonunda, bozulmuş bir arkadaşlığın acısını ve karşılıklı suçlamalarını düşünen Nietzsche, Tribschen'i "kutsanmışların uzaktaki adası" olarak hatırlıyordu. (Gerçi yarımada olduğunu söylemek düz anlamda daha doğru olacaktır.)



Geçen Cumartesi Tribschen'e üzüntülü ve derinden yaralanmış bir ruh haliyle
veda ettik. Artık Tribschen yok: Adeta kalıntıların arasında dolanıp durduk, üzüntü
hissi her yeri dolduruyordu; havayı, bulutları. Köpek de bir şey yemedi. Hizmetkar
ailelerinden birilerine seslendiğinizde hıçkıra hıçkıra ağladıklarını fark ediyordunuz.
El yazmalarını, mektupları ve kitapları paketledik -ah ne perişandık! Tribschen yakınında
geçirdiğim bu üç yıl, 23 kez ziyaret ettiğim bu yer -bana neler ifade ediyordu!
Bu yıllar olmasa ben ne olurdum! En azından Tribschen dünyasını kitabımda [Tragedyanın
Doğuşu] taşa kazımış olmaktan mutluyum.

Wagner'lerin gidişi Nietzsche'yi adeta kimsesiz bırakmıştı. Büyük "efsuncuya " karşı yazdığı yüzlerce sayfa polemiğe rağmen, hayatının sonunda, yani Ecce Homo'da Tribschen hala büyülü bir düş olarak kalmıştır:

... Hepsinin ötesinde beni en derinden, en içten dinlendiren şey ... hiç şüphesiz
Richard Wagner'le yakından düşüp kalkmam olmuştur, insanlarla kurduğum öbür
ilişkilere metelik vermiyorum; ama Tribschen'de geçirdiğim günleri, o karşılıklı güven,
sevinç, yüce rastlantılar ve derin anlarla dolu günleri her ne pahasına olursa olsun
yaşamımdan silmek istemem ... Başkaları Wagner'le neler yaşamıştır, bilmem; bizim
göğümüzden bir tek bulut bile geçmedi.


kaynak: Julien Young / Nietzsche

Messina: Zerdüşt'ün Sırrı


2002'de yayımlanan Zarathustra 's Secret (Zarathustras Geheimnis,
1989; Zerdüşt'ün Sırrı) adlı kitapta -mutlak kanıt yokluğundan yılmayan- 
yazar, " Zerdüşt"ün (yani Nietzsche'nin) suçluluk hissetmesine
yol açan "sırrın" "eşcinsellik" olduğu şeklinde sansasyonel bir
iddiada bulunur.

Ex-libris para F. Suter de Soder (1907)

Nietzsche 1882 Mart'ının sonunda aniden Cenova'dan ayrılıp Sicilya'daki Messina'ya gitti ve Nisan'ın ilk üç haftasını orada geçirdi. Bu ani ayrılış hava ısınmaya başlar başlamaz yüksek dağlara çıkmasını gerektiren yerleşik deseni bozmuştu. Nietzsche'nin Messina'da geçirdiği zaman konusunda dört kısa posta kartı dışında bilgi verecek bir şey yok. Bu kartlardan birinin üzerinde Homeros'un Sicilya'yı "dünyanın kenarı" ve "mutluluğun oturduğu yer" diye tanımlaması alıntılanmış. Görünüşte  şaşırtıcı Messina tercihi ve orada geçen zaman konusunda somut bilgi eksikliği Joachim Kohler'in Zarathustra's Geheimnis: Friedrich Nietzsche und seine verschlüsselte Botschaft ( 1989; Zarathustra's Secret: The lnterior Life of Friedrich Nietzsche, 2002; Zerdüşt'ün Sırrı: Friedrich Nietzsche'nin İç Dünyası ) adlı tezinin çekirdeğini oluşturur. Bu kitaba göre Nietzsche'nin "iç dünyası"nın "sırrı" onun eşcinsel olmasıdır (Şok! Dehşet! ... Kitap satışlarında artış!! ) .Görünüşe bakılırsa, Messina'dan pek uzak olmayan Taormina'da bir eşcinsel sanatçılar kolonisi vardır. Fakat Kohler'in tezinin hilafına Nietzsche'nin Taormina'ya gittiğine dair en ufak bir kanıt bile yoktur. Sicilya'da kalışına dair tek bildiğimiz, sabah uyandığında pencereden palmiyeleri görmekten keyif aldığı ve Messina yerlilerini dost canlısı bulduğudur. Yine de şu soru cevapsız kalıyor, "iç dünyasının sırrı" uğruna gitmediyse niye oraya gitmişti?

Taormina - Wilhelm Von Gloeden

Curt Janz gizli "mıknatısın" Wagnerlerin Sicilya'da bulunması olduğunu öne sürer; Nietzsche tesadüfmüş gibi yaparak onlarla karşılaşmayı ummaktadır. (Gerçekten oradaydılar, ama Nietzsche vardığında oradan ayrılmışlardı.) Fakat bu hipoteze dair de hiçbir kanıt yoktur. Aslında bana kalırsa Nietzsche'nin Messina'yı ziyaretinde gerçek anlamda bir giz yoktur, çünkü mektupları bu ziyaretin sebeplerine dair son derece akla yakın açıklamalar sunmaktadır.

Nietzsche'nin hayatında sağlığın en merkezi yerde durduğu hatırlanmalıdır. Her gittiği yeri bir sağlık "deneyimi" olarak görüyordu, ayrıca önceki yaz Sils'te hava çok korkunçtu. Overbeck'e Messina'dan şöyle yazmıştı: "Akıl kazandı: -dağlarda kaldığım son yaz berbat geçtiğinden ve bulutların yakınlığı daima durumun kötüleşmesine yol açtığından, geriye sadece yazı deniz kıyısında geçirmenin nelere yol açacağını görmek kalıyor." Şaşırtıcı olan, dağlardan vazgeçmesi değil, sadece berrak gökyüzünün zihnini temizlediğine inanmasına rağmen daha önce deniz kıyısına inmemesidir. İlave bir sebep de -emekli aylığının yaşamasına ancak yettiğini hatırlarsak- yoksul Güney'de "fiyatların şaşırtıcı
düşüklüğüydü".

Taormina - Wilhelm Von Gloeden "Et i Arcadia Ego"

Yine de, Cenova zaten deniz kıyısındaydı, niye orada kalmadı? Benim tahminime göre daha güneye giderse daha berrak bir gökyüzü bulacağını düşünüyordu. Önceki yaz Sils'ten Overbeck'e yazdığında "aylar boyu berrak gökyüzünün" sağlığı için temel şart olduğunu belirtmiş, bu yüzden Avrupa'dan göçmek zorunda kalabileceğini de eklemişti -belki de Meksika'ya yerleşirdi. 1882 Mart'ında -yani Messina'ya gitmeden üç hafta önce- Elizabeth'in arkadaşı ve müstakbel kocası Bernhard Förster'in Güney Amerika' da bir koloni kurmayı planladığını duymuş, bu haberlerle kendisinin devam eden "özgür ruhlular manastırı" rüyasını birleştirerek Meksika yaylalarında bir koloni kurma hayallerine dalmıştı. Ama Sicilya "sağlık deneyi" işe yaramadı. Nietzsche üç hafta sonra "en büyük düşmanı " Sirocco .. tarafından kovuldu -nihayet gizli "sırrını"! yaşama fırsatı bulan birini caydırması pek beklenemez doğrusu. Fakat Messina'dayken Ree'nin Roma'dan gönderdiği mektupta Malwida'nın yanında genç, parlak ve güzel bir Rus kadının -Lou Salome-- kaldığını ve onunla tanışmak için "sabırsızlandığını" okuması da oradan ayrılmasıyla alakalı olsa gerek. Nietzsche'nin bu çağrıya tepkisinin de "gizli sır" hipotezine başka bir darbe indirdiğini göreceğiz.

Julian Young / Nietzsche

NİETZSCHE & DOSTOYEVSKİ

Nietzsche'nin, Şubatın başında kışın baskısını taşımasına yardımcı olan ikinci olay da Dostoyevski'yle tanışmasıdır. Nice'teki bir kitapçıda daha önce hiç duymadığı bir yazarın Yeraltından Notlar'ının Fransızca bir çevirisine rastlar ve kısa süre sonra Ezilenler'e, yani "bugüne dek yazılmış en insani kitaplardan biri"ne ve Ôlüler Evinden Anılar'a geçer. Sevinçle kabul ettiği gibi, "içgüdüsel olarak bağlantılı olduğunu" hissettiği insanlık durumu görüşünü bu "büyük psikologda" da görmüştür. 

Nietzsche'nin kendisi ile Dostoyevski'nin "aynı dalga boyunda" olduğunu hissetmesi Zerdüşt okurlarına şaşırtıcı gelmez. Dostoyevski'nin Raskolnikov'u ile Nietzsche'nin, işlediği cinayetin sebepleri konusunda en az onun kadar kafası karışık olan " Solgun Suçlu"su arasındaki benzerlik pek çok kişiyi Nietzsche'nin Suç ve Ceza'yı 1883'ten önce okuduğunu düşünmeye itmişti. Ama gerçekte 1887 öncesinde Dostoyevski adını duyduğuna dair bile hiçbir kanıt yoktur. Nietzsche-Dostoyevski bağlantısı konusunda dikkat edilmesi gereken nokta, her ikisinin de (Dostoyevski'nin sahte idamı ve Sibirya'ya sürgünü sonrasında) "sosyalizm", "anarşizm" ve "nihilizmin" şiddetli düşmanları olması ve her ikisinin de geçmişteki sert, aristokratik, dinin kutsadığı toplumsal hiyerarşinin korunması ve geri kazanılmasının gerektiğine inanmasıdır. Fakat aradaki fark Dostoyevski'nin Hıristiyan bir aristokratik topluma inanmasıdır. Nietzsche bu yüzden Brandes'e gönderdiği mektupta Dostoyevski'yi "bildiğim en değerli psikolojik malzeme" diyerek değerli bulmakla birlikte temel içgüdüsüne "tam anlamıyla ters düştüğü için tuhaf bir şekilde ona minnettar" olduğunu da belirtir. İkisinin arasındaki benzerlik o hadde varsaydı Nietzsche'ye söyleyecek hiçbir şey kalmayacaktı.

Julian Young / Nietzsche

Dionysos Buradaydı

Fotoğrafçı Thomas Steinert, Nietzsche'nin doğum yeri Röcken'den Leipzig, Bonn, Sils Maria, Venedik, Monte Carlo gibi yerleri dolaşarak filozofun izini sürmüş, felsefesinin uyandırdıklarından yola çıkarak uzun soluklu bir fotoğraf çalışması ortaya çıkartmış. (Benim de benzer bir güzergah'ı izleyerek (özellikle bu doğayla akrabayım dediği Alp'leri ve yaşamının güneşli günlerini geçirdiği .. Sorrento yıllarını izleyerek.. fotoğraf ve videoart çalışmaları yapmak çokça düşlediğim şeylerden biri) İnternette bu çalışma ile ilgili çok fazla görsel ve bilgi yok ne yazık ki.  Olanlar da Almanca. Ama ben fazlasıyla ilgiliydim.   

O çalışmadan birkaç fotoğraf: 

Friedrich Nietzsche burada 15 Ekim 1844'de doğdu. (Rocken)

Röcken



Anayol boyunca uzanan ve Lützen'in yakınlarında bulunan bir köy olan Röcken'de doğdum. Köyü söğüt ağaçları, birkaç kavak ve karaağaç çevreliyordu, bu yüzden de uzaktan bakıldığında ağaçların üzerinden sadece bacalar ve eski kilisenin kulesi görünürdü. Köyün içinde birbirinden sadece dar toprak şeritlerle ayrılan büyük göletler vardı. Göletlerin çevresi de açık yeşil, budaklı söğütlerle doluydu. Biraz yukarıda papazın evi ve kilise vardı; papazın evi bir bahçe ve bostanla çevriliydi.  Bitişikte kısmen toprağa gömülü mezar taşlarıyla dolu mezarlık vardı. Papaz evi üç gürbüz, kocaman karaağacın gölgesindeydi, bu ağaçların çarpıcı yüksekliği ve şekli ziyaretçiler üzerinde hoş bir etki bırakırdı ... Burada ailemin mutlu çevresi içinde yaşadım ve dışarıdaki geniş dünyanın temasından uzak kaldım. Benim dünyam köy ve çevresinden ibaretti, daha uzakta bulunan her şey bilinmez, sihirli bir alemdi.

...

Röcken köyü ... çevresindeki koruluk ve içindeki göletlerle çok alımlı durur. Her şeyin üstünde kilisenin yosunlu kulesi dikkatinizi çeker. Günün birinde babamla Lützen'den Röcken'e yürüyerek dönüşümüzü çok iyi hatırlıyorum. Yolun yarısındayken Paskalya şenliğini haber veren çanların canlandırıcı sesini duymuştuk. Çan sesleri hala sık sık içimde yankılanır ve geçmişin özlemi beni alıp babamın uzaktaki evine geri götürür. İçinde tabutlar, kara krepon kağıtları ve eski mezar taşı yazıtları bulunan o eski püskü cenaze evi, ne kadar da çok ilgimi çekerdi ... Evimiz 1820'de inşa edilmişti ve mükemmel durumdaydı. Birkaç basamakla zemin kata çıkılırdı. En üst kattaki çalışma odasını hala hatırlıyorum. Aralarında pek çok resimli kitap ve yazıt bulunan dizi dizi kitaplar yüzünden orası en çok sevdiğim yerdi. Evin arkasında bahçe ve bostan vardı. Baharda buraların bir kısmını ve bodrumu su bastığı olurdu. Evin önündeki avluda ahır ve samanlık vardı, buradan da çiçek bahçesine çıkılıyordu. Ben  genellikle gölgelik yerlerde otururdum. Yeşil duvarın arkasında söğütlerle çevrili dört gölet bulunuyordu. Göletler arasında yürümek, yüzeyinden yansıyan güneş ışınlarını ve neşeyle oynaşan balıkları seyretmek en büyük zevkimdi. Yine de beni daima gizli bir dehşetle dolduran bir şeyden henüz söz etmedim: Kilisenin içinde St. George'un usta bir el tarafından taştan yontulmuş, normal boyutların üstünde bir heykeli vardı. O çarpıcı adama, korkunç silaha ve gizemli alacakaranlığa baktığım her seferinde korkuyla gerilerdim. Söylendiğine göre bir keresinde gözleri öyle korkutucu bir ışıkla parlamış ki onu görenlerin yüreği korkuyla dolmuş. - Mezarlığın çevresinde gösterişsiz tarzda çiftlik evleri ve bahçeler uzanır. Her çatının altında uyum ve huzur vardır, nerdeyse hiç şiddet yoktur. Orada yaşayanlar köyden nadiren ayrılır, en fazla yıllık fuara giderler. Fuar zamanları kalabalığı ve satılık parlak eşyaları görmek isteyen neşeli genç erkek ve kızlar işlek Lützen'e gitmek için yığınlar halinde yola çıkarlar. 

Klaus Schulze - Nietzsche

Aforizmatik Üslup

"Günde yaklaşık bir buçuk saat görebiliyorum ... Daha uzun süre okur ya da yazarsam aynı gün çok kötü ağrım oluyor."

Tüm olgunluk eserlerindeki aforizmatik üslup salt bir edebi tercih değil -bir keresinde felsefi sorunlara soğuk duşa yaklaşır gibi yaklaştığını söylemişti: çabuk gir, çabuk çık- gözlerinin durumu yüzünden bir gereklilikti. 





n.nin not defterlerinden


İbsen & Nietzsche

Edvard Munch Geniene, Ibsen, Nietzsche og Sokrates, 1909.


7 Mart tarihinde Brandes Nietzsche'ye şöyle yazmıştır: İbsen, bir şahsiyet olarak ilgini çekmelidir. Ne yazık ki bir insan olarak bir şair olarak sahip olduğu kadar itibara sahip değildir. Zihin olarak Kierkegaard'a çok bağımlıdır ve hala teolojiyle doludur.... İnan bana, yapabildiğim her yerde senin için propaganda yapıyorum. Daha geçen hafta Henrik İbsen'e senin eserlerini inceletmeye çalıştım. Çok mesafeli de olsa, onunla bağlantılı olduğun bir yol var. Bu eksantrik adam büyük ve kuvvetli ve sevimsiz ama yine de sevgiyi hak ediyor. Strindberg ona saygı göstermene sevinecektir."


İbsen bilgini ve çevirmeni Michael Meyer, İbsen'in Nietzsche hakkında bulduğu tek kaydın, İbsen 72 yaşındayken, 26 Kasım 1900 tarihinde yayımlanan röportaj olduğunu bildirmiştir. "Son konuştuğumuzdan beri büyük bir düşünür öldü, Nietzsche. "

"Evet, eserlerini pek tanımıyordum. Ancak birkaç yıl önce gerçekten tanınmaya başladı. Dikkate değer bir yeteneğe sahipti ama felsefesi onun demokratik çağımızda popüler hale gelmesini engelledi.

"Kimileri Nietzsche'nin karanlıktan, şeytandan meydana geldiğini söylüyorlar.."

"Şeytan, Hayır. Hayır. Nietzsche bu değildi."

Başka odalar... Başka düşler...






Lou, Ree, Nietzsche (1882)

Lou Salome, Paul Ree, and Friedrich Nietzsche 1882

Üçlü Luzern'deyken Jules Bonnet'nin fotoğraf stüdyosunda o kötü şöhretli "kırbaç" fotoğrafı çekildi. Fotoğrafta Ree ve Nietzsche'nin "at" olarak koşulduğu küçük bir arabanın içindeki Lou elindeki leylak dalından "kırbacı" gösteriyordu. Bu tableau vivant'ı [canlı tablo-r.] ayarlayan Nietzsche'ydi. Onun yüksek morali Ree'nin daimi fotoğraf çektirme nefretine baskın çıkmıştı. Üç ay sonra Ree'ye yazan Lou, gerçek hayatta olduğu gibi fotoğrafta da Nietzsche'nin yüzünün tamamen anlaşılmaz olmasına rağmen Ree'nin yüzünün hemen kendini ele verdiğini söylemişti. Bütün karakteri kolayca yüzünden okunabiliyordu -gözlerinden ve alnından şiddetli gözlem gücü ve zekası, ağzının
hafifçe sarkışından bitkinliği ve hayatı hafife alması çıkartılabiliyordu.

Lou aslında başka bir fotoğrafı kastetse de, gözlemleri Luzern fotoğrafındaki iki "atın" zıt görünümüne cuk oturmaktadır. Ayrıca Ree'nin neden fotoğrafının çekilmesinden nefret ettiğini de açıkça gösterir. (Nietzsche'nin arkadaşı Resa von Schirnhofter de bir o kadar keskin bir gözlemde bulunarak, iki atın arabayı farklı yönlere çekiyormuş gibi göründüğünü söyler.)

Zerdüşt'teki meşhur sözü -"Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacını unutma"- düşünülürse, Nietzsche'ye atfedilen kadın düşmanlığına sadistçe bir renk verme yönünde pek çok spekülatif girişim olmuştur. Fakat Luzern fotoğrafında "kırbacı tutanın" Lou olması bu tip yorumları boşa çıkartıyor gibidir. En mantıklı yorum Curt Janz'dan gelmiştir: ona göre bu fotoğrafta Wagner'in Yüzük (Der Ring) dörtlemesindeki Fricka'ya gönderme yapılmış olması büyük bir ihtimaldır (özellikle de fotoğraf Tribschen'den yürüyerek yarım saat mesafede çekildiği için).

Fricka'nın gerçekten bir kırbacı, atların çektiği bir arabası vardır, ayrıca neredeyse daima kocasının, yani sözde üstün ama gerçekte çok kılıbık tanrı Wotan'ın iplerini elinde tutar. Nietzsche'nin tableau vivant'ı düzenlemekteki amacı, bana kalırsa, hem kendisinin hem de Ree'nin Lou'ya köleliğinin ironik bir ifadesini yaratmaktır. Eğer bu doğruysa artık Ree'nin Lou'ya hislerinin kendisinin hisleriyle aynı olduğunu fark etmiş olmalı -fakat öte yandan ikisinin de Lou'nun gözünde aynı seviyede olduğu gibi bir yanılgı içinde bulunduğu da fotoğraftan anlaşılıyor.

Julian Young / Nietzsche

Nietzsche / Kayıp Bir Kıta (Cogito 25)


Klaus Schulze - Friedrich Nietzsche


From the Brain CD reissue of the 1978 album "X".

RİLKE & NİETZSCHE

RİLKE İLE NİETZSCHE

ERICH HELLER

(Yazko Edebiyat 1981)


I


Güncesinin 6 Mayıs 1827 tarihli girişinde Eckerman, «Tasso’dan ve Goethe’nin Tasso'da vermek istediği fikirden söz etmeye başladık» diye yazıyor. «‘Fikir mi?’ dedi Goethe — ‘bildiğim kadarıyla böyle bir- şey yoktu ortada! Önümde Tasso’nun yaşamı vardı, bir de kendi ya­şamım; böylesine acaip iki insanı birbirine karıştırınca... Tasso bi­çimlendi kafamda... Almanlar gerçekten çok garip insanlar!

—Derin düşüncelerini ve fikirlerini her yerde bulmaya çalışarak, her şeye ka­rıştırarak yaşamı kendileri için gerektiğinden öte güçleştiriyorlar. — Sanki neden bir kerecik olsun kendini izlenimlerine bırakmasın in­san, eğlenceye, duygulanmaya, eğitilmeye, öğretilmeye ve büyük bir- şeye doğru yüceltilmeye neden bırakmasın kendini; şu ya da bu biçim­de soyut bir düşünce ya da fikir taşımayan her şeyin her zaman boş bir şey olacağına inanmamak gerek... Şiirsel bir yaratı, ölçüye gelme­diği, ussal olarak kavranamadığı ölçüde iyidir.» Aynı yıl içinde, bir süre sonra (5 Temmuz 1827’de) Faust’nun Helena sahnesini işleyi­şindeki tutarsızlıkları tartışırken de şunları söyler Goethe: «Alman eleştirmenler ne diyecekler acaba buna, çok merak ediyorum doğru­su. Bu tutarsızlıklara göz yumacak özgürlüğü ve gözüpekliği göste­rebilecekler mi? Fransızlar’ın usları çelme takacaktır ayaklarına,» onlar, imgelemin, usun anlayamayacağı, zaten anlaması da gerekli olmayan kendi özel yasalarına göre yaşadığını kabul edemeyecekler­dir. Us için sonsuza dek sorunsal olacak şeyler yaratmasa, imgelem hiç de uğraşılmaya değer birşey olmazdı. Şiirle düzyazı arasındaki ay­rım buradadır işte. Düzyazıda us, kendi evindedir, evinde olabilir, evinde olmalıdır.

T. S. Eliot genellikle pek sevmediği Goethe’yle bir kez olsun uyum içindedir burada.

«Shakespeare ve Seneca’nın Stoacılığı» adlı dene­mesinde T. S. Eliot, Shakespeare ve onun düşünsel yorumları konu­sunda, Goethe’nin Tasso ve Alman eleştirmenler için söylediklerine çok benzer şeyler yazıyor. Eliot, «Shakespeare’in askeri görkemlilik ve askeri olaylar üzerine düşünceleriyle ilgili pek çok kanıt var eli­mizde,» diyen bir yazarın bu sözlerini alıntı olarak veriyor. Buna kar­şılık «Var mı acaba?» diye soruyor, tıpkı Goethe’nin, «Bildiğim ka­darıyla böyle birşey yoktu ortada!» dediği havayla; bir ozanının atöl­yesinde olup bitenleri birazcık da olsa sezebilenlerin kendisini alkış­layacağını kesinlikle bilerek. Çünkü gerçekten de elimizde kanıt ola­rak bulunan herşey, Shakespeare’in imgeleminin, örneğin Cleopatra’ya tutulmasından önce ve sonra Antony’nin askeri olaylar konusun­da neler düşündüğünü, ya da askeri başarının örneğin Henry V, Ajax ya da Thersites gibi çeşitli kişilere göre ne demek olduğunu çok bü­yük bir duyarlıkla kavradığını göstermektedir. Aslında, sofrada ge­çerli olan iyi görgü kurallarındaki naziklik, herkesin kendi görüşle­rinden başka, herkesin görüşünü anlamaya hazır olması, en yüksek imgelem başarısı düzeyinde, oyun yazarı için de en başta gelen er­demdir; imgeleminin çapı ne denli genişse, yazar, şu ya da bu çelişkili konu üzerinde kendi düşüncelerinin ne olduğu konusunda o denli az kanıt bırakacaktır. İkiye bölünmüş kafasındaki onca çelişkili inanca katılmış olduğundan böyle bir yazarın, aydınlanma eğitiminin ilk buyruğunu, insanın kendi fikirlerini kendisinin oluşturması yolun­daki buyruğu yerine getirememesi olasıdır. Ne yazık ki yazar, ken­disinin neye inandığını bilmeden, ya da bildiğine inanmadan başla­yabilirse, giderek işi böyle bitirebilir bile.

Öyleyse buraya dek, Eliot’un «Var mı acaba?» sorusu, retorik so­ruların zaten varsaydığı o genel onayı haklı olarak beklemektedir. Ne var ki bu onayın bir kısmı, Eliot’un «Ya da daha doğrusu, Sha­kespeare birşey düşünüyor muydu acaba? O, insan eylemlerini şiire dönüştürmekle uğraşıyordu.» demesinden sonra geri alınabilir bel­ki başka deyişle, tıpkı Goethe’nin, fikirlerle hiç ilgilenmeden, Tasso’ nun yaşamıyla kendi yaşamından şiir yaratması gibi. Gene, Goethe’nin tüm yapıtlarının büyük bir itirafın parçalarını oluşturduğu yo­lundaki o ünlü sözüne çok uygun olarak, ama bu konuda «Gelenek ve Bireysel Yeti» adlı denemesinde daha önce ortaya koyduğu dü­şüncelerine göre büyük bir vurgu değişikliğiyle Eliot artık, «her oza­nın kendi duygularından yola çıktığını» ve «Shakespeare’in de kendi kişisel ve özel acılarını, zengin ve garip, kişisel-olmayan, evrensel birşeye dönüştürme savaşıyla — bir ozan için yaşamı yalnızca bu sa­vaş oluşturur zaten — uğraştığını savunmaktadır. Ozanın şiirde kul­lanmak amacıyla ödünç aldığı kuramlara, teolojilere, ya da felsefe­lere ille de inanıp inanmadığını —Dante’nin Divina Commedia'sında öylesine güzel kullandığı Thomas Aquinas’ın teolojik dizgesine ger­çekten inanıp inanmadığını, ya da Shakespeare’in düşüncelerini şi­irsel olarak dile getirirken Machiavelli, Montaigne ya da Seneca gi­bi düşünürlerin düşüncelerine katılıp katılmadığını — tartışırken Eli­ot, Goethe’ye özgü bir imgeyi geliştirir gibi görünen bir sonuca var­maktadır: «Ozan, şiir yapar, metafizikçi metafizik yapar, arı, bal ya­par, örümcek bir sıvı salgılar; bu yapıcılardan hiçbirinin inanç sahi­bi olduğu söylenemez; onlar yalnızca yaparlar.» Şiir yazmaya biraz ara vermesi öğüdünü, «Hiç ipekböceğine koza örme denir mi!» diye bağırarak bir yana iten Goethe’nin Tasso’sudur.


Görülüyor ki, her şey alıkça şuna gelip dayanıyor: başlıca savı düşünür olmak olan Nietzche’yle, ünü şiir üzerine kurulmuş olan Rilke arasında bir koşutluk bulmaya çalışırken eleştirmen edebi­yat eleştirisinin ilk günahını işlemiş oluyor. Gene de ben şimdi Rilke’nin, inansın inanmasın, Nietzche’nin şu ya da bu fikrini nasıl kul­landığını, Goethe’nin büyük bir olasılıkla Spinoza’dan, Shakespeare’in Seneca’dan, Montaigne’nin de Machievelli’den yararlanışı gibi, bu fikirleri nasıl şiire dönüştürdüğünü göstermeye kalktığımda pek bü­yük bir günah işliyor sayılmam, sanıyorum. Bu tutum, saygıya değer ve uzun zamandır kullanılan bir yazın deneyini sürdürmek olacak­tır; üstelik şu özel durumda Rilke ve Nietzche’yi bağlayan «ve»nin arkasında «bu işte bir kadın parmağı var’ın gölgesi dolaştığından oldukça eğlendirici bir girişim olacaktır bu; bu kadın, Nietzche’nin yaşamında küçümsenemeyecek, Rilke’nin yaşamında ise kesinlikle çok önemli bir rol oynayan Lou Andreas-Salome’dir. Rilke’yle Lou arasında Nietzsche üzerine geçen konuşmaların güvenilir kanıtlarını bulabilir ya da Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün, Rilke’nin eliyle notlar dü­şülmüş bir kopyasını ortaya çıkarabilirsem, daha bir değerli olabilir bu girişim hiç kuşkusuz. Bundan sonra Rilke’nin şiire dönüştürebil­me çabası içinde, Nietzsche’nin düşüncelerinin nasıl bir değişikliğe uğradığını göstermeye geçebilirim artık; çünkü Eliot’un da dediği gi­bi ozan, «ille de düşüncenin kendisini değil», yalnızca «o düşüncenin duygusal karşılığını» dile getirmekle uğraşır. Ama benim ele almak istediğim şey düşünce, inanç ve şiir arasındaki ilişkiler kuramı olduğundan, başka bir yol izlemek zorundayım; katı bir biçimde bilimsel olan yol da zaten ilk-elden malzemenin şaşırtıcı ölçüde az olmasın­dan ötürü bize kapalıdır. Rilke’yle Lou arasındaki yazışmanın eksik­siz yayınlanmasının da pek yararlı bilgiler getireceğine inanmıyorum; çünkü genel olarak Rilke, fikir alanındaki borçlanmalarını ka­bul etme eğilimini çok ince yollardan da olsa, bastırma alışkanlığındaydı; çünkü o da, önemli olan şeyin ödünç alınan bu düşüncelerin sanatının biricik aracı içinde özümlenmesi ve dönüştürülmesi oldu­ğuna inanıyordu.

II


Düş


 Görünenin Bilinci. - 

Nasıl da harika ve yeni, aynı zamanda da ürkütücü ve ironik; tüm varoluş hakkında, bilgimle, hissettiklerim!

 Kendi kendime keşfettim, geçmişteki insanlığın ve hayvanlığın, evet tüm tarih öncesinin ve duyumsayan varlıkların geçmişinin içimde şiir söylemeyi, nefret etmeyi, akıl yürütmeyi sürdürdüğünü, - ansızın bir düşün ortasında uyandım, anladım ki düş görüyorum, düş görmeliyim yok olmayayım diye: Uyurgezer gibi, düşünmemek için uyumak zorunda olan. Nedir, şimdi, “görünüş” bana! Doğrusu, bir özün zıddı değil, - bir öz hakkında, görünüşün yüklemlerini adlandırmaktan başka ne diyebilirim! Gerçekten de bir ölü maskesi değil, bilinmeyen X’e giydirilip, bilinmeyen X’den çıkarılacak. Bana göre görünüş, etkin olanın ve yaşayanın kendisidir; kendinle alay etmeye kadar giden ve bana şunları hissettiren: Burada bir görünüşten, bir yanlıştan, ruhların dansından başka bir şey yoktur, - Bütün bu düşçüler arasında, ben bile, ben bilen, dansımı ediyorum; bilen dünyayla ilgili dansı uzatmanın aracıdır, böylece de varoluş şenliğinin ustalarına aittir; bilginin yüce tutarlılığı ve bilgiler arası ilişkiler, belki de düşlerin evrenselliğinin, düşçülerin karşılıklı olarak birbirlerini anlamasının, böylece de düşün süresini korumanın en yüksek aracıdır.

Ah não ser eu toda a gente e toda a parte!


"Ah Nao ser eu toda a gente e toda a parte!” 
(Ah, her yerde herkes olamamak!”) 
Fernando Pessoa


Bu haykırış, iki şekilde yorumlanabilir: Bir yandan, psikozun temel bir özelliğini ortaya koyar, öte yandan dünya karşısında kozmik bir tutumu açığa vurur. Bireysel kimliğin reddi, her şey olabilmek için hiçbir şey ve hiç kimse haline gelme, başkasının duyumsamasıyla tam özdeşleşme noktasına taşınan mimetizm, mest edici, heyecan verici, hatta baş döndürücü deneyimler olmanın ötesinde dünyaya ve gerçeklik üzerine bilgi edinmenin güçlü araçlarıdır bunlar, bir yandan deliliğin son derece tedirgin edici yönlerini derinden anlamamızı sağlar, öte yandan insanı bir kimliğin tutsağı olmanın verdiği üzüntü ve umutsuzluktan kurtarırlar... (Görülmemiş İmgeler Kütüphanesi)


Film boyunca Pessoa okuyan Philip