Bukowski Arası
Bugünkü Ayvalık Ne işe Yarar?
Leolo ( 1992, Jean-Claude Lauzon)
"Düşlediğim için, ben ben değilim. Çünkü düşlüyorum. Düşlüyorum... Çünkü onlar beni güne bırakmadan önce, ben kendimi düşlerime bıraktım. Çünkü sevmiyorum... Çünkü sevmekten korktum...Artık düşlemeyeceğim. Artık düşlemeyeceğim. Düşlediğim için, ben ben değilim. Çünkü düşlüyorum. Düşlüyorum. Çünkü onlar beni güne bırakmadan önce, ben kendimi düşlerime bıraktım. Çünkü sevmiyorum. Çünkü sevmekten korktum. Artık düşlemeyeceğim. Artık düşlemeyeceğim."
ZOR SAAT / Thomas Mann
Yazı masasından kalktı, küçük, kırık dökük yazı masasından, ümitsiz biri gibi kalktı ve aşağı sarkıttığı kafasıyla odanın karşı köşesine, sütun misali ince uzun sobaya doğru yürüdü. Ellerini çinilere koydu, fakat neredeyse buz gibi olmuşlardı, zira vakit gece yarısını çoktan geçmişti; böylece, aradığı küçük huzuru bulamadan sırtını sobaya yaslayıp öksürerek, göğüs kısmından rengi atmış jabosunun dışarı sarktığı geceliğinin eteklerini topladı ve ciğerlerine biraz hava girsin diye burnundan güçlükle nefes aldı, çünkü her zamanki gibi nezleydi.
Bu, onu neredeyse hiç terk etmeyen özel ve ürkütücü bir nezleydi. Hastalıktan gözkapakları yanmış, burun deliklerinin kenarları yara bere olmuştu; nezle kafasında ve diğer uzuvlarında ağır ve acı veren bir sarhoşluk gibi dolanıyordu. Yoksa tüm dermansızlığının ve ağırlığının suçu, doktorun yine haftalardan beri kendisini mahkûm ettiği bıkkınlık veren bu oda müşahedesinin miydi? Bunun doğru bir hareket mi olduğunu Tanrı bilirdi. Ebedî nezlesi, göğsündeki ve karnının alt kısmındaki kramplar bunu gerekli kılmış olabilirdi, ayrıca haftalardır, haftalardır Jena’ya kötü bir hava hâkimdi, gerçekten, insanın tüm sinirlerinde hissettiği nefret edilesi bir hava, karanlık ve soğuk; aralık ayı rüzgârı da bakımsız ve terk edilmiş soba borusunda uğulduyordu, öyle ki sesi kulağa fırtına ve karışıklık içindeki bir çalılık ve ruhtaki onulmaz bir keder gibi geliyordu. Fakat iyi değildi bu sıkıcı esaret, düşünceler ve düşüncelerin çıktığı kan ritmi için iyi değildi...
Eşyasız, cansız ve rahatsız, altında tütün dumanı salınan beyaza boyanmış tavanıyla, üzerinde oval çerçeveli siluetlerin asıldığı çapraz kareli duvar kâğıdıyla ve dört-beş ince bacaklı mobilyasıyla altı köşeli odası, yazı masasının üstündeki müsveddenin başında yanan iki mumla aydınlanıyordu. Pencerelerin üst pervazında kırmızı perdeler asılıydı, flama gibi, simetrik katlanmış kumaşlar; fakat bu sıcak ve alev alev bir kırmızıydı, bu perdeleri seviyor ve odasının heyecansız ve yoksun mahrumiyetine dolgunluk ve şehvet kattıkları için onlardan asla vazgeçmek istemiyordu...
Sobanın yanında durup acıyla kırpıştırdığı gözleriyle hızlıca, kaçtığı eserine baktı, o yüke, o baskıya, o vicdan azabına, içip bitirmesi gereken o denize, gururu ve sefaleti, cenneti ve laneti olan o göreve. Eseri sürünüyordu, tıkanıp kalıyordu; yine ve yeniden! Havanın suçuydu bu, nezlesinin ve yorgunluğunun suçuydu. Yoksa eserin mi? Çalışmanın kendisinin mi? Aksi ve ümitsizliğe terk edilmiş bir fikir olan bu çalışmanın mı?
Müsveddeden uzaklaşmak için ayağa kalkmıştı, zira ondan mekânca uzak kalması genelde kontrol kazanmayı, konuya daha geniş bakıp karar verebilmeyi sağlıyordu. Evet, insanın mücadele sahasına arkasını dönmesiyle hafifleme hissinin heyecanlandırıcı bir etki gösterdiği durumlar vardı. Bu, likör veya koyu ve sert bir kahve içmekten daha masumca bir heyecandı... Küçük fincan masada duruyordu. Bu engeli aşmasına yardım eder miydi? Hayır, hayır, artık etmezdi! Sadece doktoru değil, ondan daha itibarlı olan başka biri de onu bu tür şeylerden ihtiyatla men etmişti: özlem ve husumetle sevdiği Weimar’daki adam. Akıllı biriydi o. Yaşamayı, yaratmayı biliyordu, kendine kötü davranmıyor, saygı duyuyordu...
Evde sessizlik hüküm sürüyordu. Sadece Şato Sokağı‘ndan aşağı doğru inleyen rüzgârın ve pencerelerde tıkırdayan yağmurun sesi duyuluyordu. Herkes uyuyordu, ev sahibi ve ailesi, Lotte ve çocuklar. O ise bir başına uyanık, soğumuş sobanın yanında duruyor ve acıyla, hastalıktan doğan yetersizliğinin inanmasını engellediği eserine bakıyordu... Solgun boynu yakasından dışarı taşıyor ve geceliğinin eteği arasından içe bükük bacakları görülüyordu. Kızıl saçı yüksek ve narin alnından geri taranmıştı ve şakaklarında solgun damarlı koylar oluşturuyor, ince pürçekler de kulaklarını örtüyordu. Doğrudan, beyazımsı bir sivrilikle son bulan büyük, kemerli burnunun kökünde saçından daha koyu renkteki gür kaşları birbirine yaklaşıyor, bu da yaralı, çukur gözlerinin nazarına trajik bir bakış veriyordu. Ağzından nefes almaya mecbur bir halde ince dudaklarını açtı, odanın havasından sararmış çilli yanakları gevşeyip içe çöktü...
Hayır, başarısız oldu, her şey boşunaydı! Ordu! Ordunun gösterilmesi lazımdı! Ordu her şeyin başıydı! Göz önüne çıkarılamadığı için; onu hayal gücüne dayatmak gibi muazzam bir sanat düşünülebilir miydi? Kahraman da kahraman değildi, soysuz ve soğuktu! Taslak yanlıştı, dil yanlıştı; sıkıcı ve miskin bir tarih dersiydi, geniş, cansız ve sahne için lüzumsuz!
Pekâlâ, anlaşılan bitmişti. Yenilgi. İsabetsiz bir girişim. İflas. Korner'e yazmak istiyordu, kendisine inanan, çocuksu bir güvenle dehasına bağlanan dostu Korner’e. Alay edecek, yalvaracak, söylenecekti arkadaşı, şüphe, zahmet ve değişimlerden çıkıp sonunda, tüm acılardan sonra, oldukça mükemmel bir şey, övülesi bir iş olarak kendini gösteren Carlos'u hatırlatacaktı ona. Fakat başka bir şeydi bu. O zamanlar henüz, meseleyi hünerli eliyle kavrayıp içinden zaferle çıkabilen bir adamdı. Vicdan azabı ve mücadeleler? Elbette. Hastaydı da, belki de şimdikinden daha hasta, darda, kaçak, dünyayla birlikte göçmüş, bezgin ve insanlıktan yoksun. Fakat genç, henüz oldukça gençti! Ne kadar çok eğilse de, her defasında ruhu esnekçe yukarı fırlamış ve elem dolu saatler sonrasında inanç ve manevi zafer saatleri gelmişti. Oysa artık gelmiyorlar veya çok az geliyorlardı. Aniden dâhice ve ihtiraslı bir aydınlık içinde, sürekli böylesi lütufların tadılması halinde neler olabileceğinin görüldüğü coşkun bir ruh haline sahip bir gecenin, karanlık ve kötürümlük dolu bir haftayla ödenmesi gerekiyordu. Yorgundu, daha otuz yedi yaşında ama işi bitmiş. İnancı yaşamıyordu, sefalette ışığı olan geleceğe inancı. Durum böyleydi, ümitsiz hakikat buydu: Dert ve imtihan yılları sandığı mahrumiyet ve değersizlik yılları aslında dolu dolu ve verimli yıllar olmuştu; biraz mutluluğun yerleştiği, ruhun yağmacılığından bir miktar meşruluğa ve sıradan topluluğa girdiği, işi ve evinin olduğu, kadın ve çocuk sahibi bulunduğu bugünde, şimdi, tükenmiş ve bitmiş bir haldeydi. Başarısızlık ve ümitsizlik; geriye kalan buydu.
"Ben meselemi Hiç’e bıraktım"
Nietzsche & Stirner
Nietzsche ile Stirner’in aynı yolda yürüdüklerini düşünüyorum. Şöyle bir resim: Aynı yolda yürüyen bu iki düşünür yolun sonunda karşılarına çıkan yüksek bir kayanın en uç tepesine tırmanır ve kayanın dibindeki denizi seyre dalarlar. Biri geriye düşünülecek bir şey kalmayıncaya kadar mantığı son aşamasına taşır: Düşünceyi düşünerek anlamsızlaştırınca geriye Hiç kaldığına idrak eder, işte o an “Meselemi Hiç’e Bıraktım” der ve susar. Diğeri düşüncenin hiçliğine idrak edince, üzerinde dikildiği kayadan denize atlar. Atlayan Nietzsche’dir. Düşünce denizinde Varlık’ı başka boyutlarıyla görmeye çalışır. Biri filozof diğeri şairdir. İşte felsefeyle şiirin eşleşmesi.
Sözcükler
Dilin bittiği yerde susmak gerekirmiş, oysa ben dilimi çoktan bitirdim, dilimin üstündeyim, sözcüklerin gerçek olmadığına idrak ettikten sonra dillenmeye başladım zaten, bundandır kendi dilime yabancılığım, bundandır dile yabancılığım, bundandır anlaşılmazlığım. "Sözcüklerin bir anlamı olduğunu sananlar, domuzdurlar" demişti Artaud. Eklemek gerekir: Sözün egemenliğinde yaşayan bu domuzlar, akıllı bile değildirler. Bir sözü sonuna kadar düşünebilecek psikolojik cesareti gösterebilseler, o sıcak vajina gübresini terkedip kendilerini yeniden doğuracaklar. Boş konuşuyorum, boşuna konuşuyorum, kendimi bile aldatamıyorum. Her sözcük soğuk bir penisin sıcak bir vajina arayışıdır. Ben bu işte yokum. Gübreye her girişim, bir an önce çıkış yapma isteğimdendir. Ben hiç bir işte yokum. Ben yokum.
Beni Dil ötesinde gör.
ÇİMEN YAPRAKLARI
Eğilip gönlümce aylaklık ediyorum bir yaz çimenini inceleyerek...
Sen deniz! Kendimi sana bırakıyorum...
Borges'in Whitman'ı
1919-20 kışını Sevilla'da geçirdik. İlk şiirim de Sevilla'da yayınlandı. “Denize Övgü” adlı şiirim, Grecia dergisinin 31 Aralık 1919 tarihli sayısında çıktı. Şiirde, Walt Whitman olabilmek için elimden geleni ardıma koymuyordum:
Ey Deniz! Ey mitos! Ey güneş! Ey sonsuz dinginlik! Biliyorum neden sevdiğimi seni, ikimiz de çok yaşlıyız yüzyıllardır tanıyoruz birbirimizi...
Ey Proteus, senden doğmuşum ben-İkimiz de zincire vurulmuş, yollara düşmüşüz,
yıldızların özlemindeyiz ikimiz de, ikimiz de umut ve Düş kırıklığı yüklüyüz...!
Bugün artık deniz neredeyse aklıma bile gelmiyor, yıldızların özlemini çektiğimi düşünemiyorum bile. Yıllar sonra, Arnold Bennett'ın “üçüncü sınıf muhteşem” deyimini gördüğümde, ne demek istediğini hemen anlayacaktım tabii. Yayınladığım tek şiir bu olduğundan, birkaç ay sonra Madrid’e gittiğimde orada herkes bir deniz şairi gözüyle baktı bana.
Ot Sapları / Upton Sinclair
bir yazısından:
Whitman'ın eserine koyduğu «Ot Sapları» adı insan ruhuna sembol olarak
PORNO
EROS
Sıkıntı Üzerine Parçalar / Pessoa
herhangi bir şey yapmanın gereksizliğine yürekten inanmış
insanların başına gelen, çok daha ağır bir hastalıktır bu."
1 Aralık 1931
Sıkıntıya meyilli bir insan olarak, bugüne dek sıkıntının tabiatı üzerine kafa yormamış olmam çok tuhaf. Ruhum iki arada bir derede, hani insanın canı ne yaşamak, ne başka bir şey ister ya, işte o durumda. Ve aklıma ansızın gelen bu düşünceyi kullanarak –sıkıntının ne olduğunu hiç düşünmemiş olmayı– hayal kuracağım, yarı-düşünerek, yarı-hissederek her zamanki gibi biraz zorlama bir şekilde, sıkıntıyı tahlil edeceğim.
Sıkıntı, bir serserinin uyuklamasının uyanık bir insandaki dengi midir, yoksa bu uyuşukluktan daha soylu bir şey midir, gerçekten bilemiyorum. Sıkıntı sık sık musallat olur bana, ama bildiğim ve tespit edebildiğim kadarıyla belli bir kuralı yoktur. Bir pazar gününü hiç kıpırdamadan, zerre kadar sıkılmadan geçirebilirim; tam kendimi işe kaptırmışken, dışarıdan gelen bir bulut gibi aniden üzerime çöktüğü de olur. Sıkıntıyla sağlıklı olup olmamak arasında bağ kuramıyorum; benliğimin en görünür, açık bölümünde yuvalanan birtakım nedenlerden kaynaklandığını kabul edemiyorum.
Sıkıntı metafizik bir sıkıntının maskesidir, bilinmeyen, büyük bir hayal kırıklığıdır, hayatın penceresine hüzünle sürtünen sağır bir şiirdir demek – böyle ya da buna benzer şeyler söylemek sıkıntıyı renklendirir; tıpkı çocukların yaptıkları resimleri boyaması, sonra bir adım öteye geçip resmin dış çizgilerini silmesi gibi, ama bütün bunlar, boş kelimelerin düşüncenin mağaralarında çoğalan yankılarından başka bir şey kazandırmıyor bana.
Sıkıntı... Benliğimizde düşünen bir şey yokken, düşünmenin yorgunluğuyla düşünmek; hisseden hiçbir şey yokken, hissetme kaygısıyla hissetmek; istemeyi reddeden hiçbir şey yokken, istememenin yarattığı bulantıyla istememek – hepsi sıkıntının içinde ama sıkıntı değil, sıkıntının birer açılımı ya da metaforu. Sanki ruhumuzun şatosunu saran hendeklerin üzerindeki köprü birden kalkıvermiş, ama şatoyla komşu toprakların arasında durup sadece bakmak mümkünmüş, karşıya geçmek imkânsızmış gibi hissetmektir sıkıntı. İçimizin en derin yerindeki bizlerin yalnızlığıdır, ama onunla aramızdaki şey de hayatla aramızdaki derin uyumsuzluğu kuşatan, en az bizim kadar durgun, pis sularla dolu bir hendektir.
Sıkıntı... Istırapsız ıstırap çekmek, istek olmadan istemek, akıl yürütmeden düşünmek... Bir olumsuzluk şeytanının eline geçmeye, var olmayan bir şey tarafından büyülenmeye benzer sıkıntı. Derler ki cadılar ya da beceriksiz büyücüler tasvirlerimizi yapar, sonra onlara eziyet ederlermiş, birtakım astral transferler sayesinde de o işkenceleri biz de etimizde duyarmışız. Bu imgeyi anlaşılabilir bir bağlama taşıyacak olursak, sıkıntı birtakım şeytanların periler diyarında yaptığı büyülerin üzerimizdeki zararlı bir yansıması gibi görünüyor, ama şeytanlar bir tasvirim üzerinde değil, tasvirimin gölgesi üzerinde çalışıyorlar. Benliğimin en mahrem gölgesine, ruhumun içinin dışına yapıştırıyorlar kâğıt parçalarını ya da iğnelerini saplıyorlar. Gölgesini satan o adama, daha doğrusu satan adamın gölgesine benziyorum.
Sıkıntı... Çok çalışıyorum. Eylem yanlısı ahlakçıların toplumsal sorumluluk dediği şeyi yerine getiriyorum. Bu görevi ya da kaderi fazla zorlanmadan, pek hırgür çıkmadan sürdürüyorum. Ama kâh işimin ortasında, kâh gene ahlakçıların dediğine göre sapına kadar hak ettiğim üzere mola verdiğimde, ruhum birdenbire, zehirli kıpırtısızlığından taşıveriyor ve o an, yaptığım işten ya da dinlenmekten değil, kendimden usanıyorum.
Mademki kendimi düşünmüyorum, öyleyse niye kendimden usanıyorum? Hiçbir şey düşünmediğime göre başka neden usanabilirim? Muhasebe defterlerim ya da umursamazlığım yüzünden değersizleşen evrenden mi? Geleceği görme yeteneğine sahip ruhumda birdenbire özgün bir biçime bürünen evrensel yaşama acısından mı? Böyle yapıp da kim olduğunu bile bilmeyen bir varlığı yüceltmek neye yarar? Bu bir boşluk duygusu, yemek arzusu vermeyen bir açlık; çok sigara içince ya da hazımsızlığa uğrayınca beyinde, midede hissedilen basit duyumlar kadar da soylu.
Sıkıntı... Belki de aslında, inançtan mahrum bıraktığımız derin ruhumuzun tatminsizliği bu, tanrısal oyuncağını elinden aldığımız biz hüzünlü çocukların çektiği derin, büyük üzüntü. Belki de, kendisine kılavuzluk edecek bir ele ihtiyaç duyan, ama derin duyguların karanlık patikalarında, düşünememenin sessiz gecesinden, hissedememenin bomboş yollarından başka bir şey hissedemeyen varlığın kaygısı...
Sıkıntı... Tanrıları olan birini sıkıntı asla ele geçiremez. Sıkıntı, mitolojinin olmayışıdır. İnanç yoksa kuşku bile imkânsızdır, o halde şüphecilik bile şüphe duyma gücünden yoksun kalır. Evet, sıkıntı budur işte: ruhun kendine yalan söyleme yeteneğini yitirmesi, düşüncenin, gerçeğe uzandığı kesin olan, var olmayan merdivenin eksikliğini duyması.