Piss Paintings / Andy Warhol


Andy Warhol / Piss Paintings (1977 - 78)

'The last time I saw Dali in New York he was so nice... I told him that I was doing piss paintings. And he said Pier Paolo Pasolini had an artist pissing on a painting years ago in his movie Teorama. I lied and said I did mine before that."   Andy



 "I'm pretty sure that the Piss Paintings idea came from friends telling him about what went on at the Toilet, reinforced perhaps by the punks peeing at his Paris opening. He was also aware of the scene in the 1968 Pasolini movie, Teorema, where an aspiring artist pisses on is paintings. 'It's a parody of Jackson Pollock,' he told me, referring to rumours that Pollock would urinate on a canvas before delivering it to a dealer or client he didn't like. Andy liked his work to have art-historical references, though if you brought it up, he would pretend he didn't know what you were talking about... Nonetheless, the true muse of Andy's sexual works in 1977-78 was Victor Hugo.

"By 1977, Manhattan boasted at least a dozen thriving gay bathhouses, although they were considered a bit passé compared to the backroom bars of the far West Village... The Anvil was famous for its fist-fucking stage show. The Toilet featured tubs and troughs where naked men lay for other naked men to urinate on them... Andy only went to the Anvil once, as far as I know, and he never went to the Toilet, though he also once went to the Eagle's Nest... where he was fascinated, he told me, by a man who urinated in an empty beer bottle and left it on the bar for someone else to to drink. 'They were all fighting over it,' he said. 'It was so abstract.'" 

Bob Colacello


 



 




*

Teorema: 

Bukowski Arası

hava, ışık, zaman ve ferahlık,



“-biliyor musun, ya ailem vardı başımda ya da iş, araya

hep bir şeyler girdi

ama şimdi

evimi sattım, nefis bir yer

buldum, geniş bir stüdyo, o ferahlık

o ışık, görmelisin

hayatımda ilk kez yaratmak için yeterince

mekanım ve ışığım olacak.”



Hayır yavrum, yaratacağın varsa

bir maden ocağında günde 16 saat

çalışırken de yaratırsın

ya da

üç çocukla küçük bir odada

işsizlik yardımı ile

geçinirken,

vücudun ve beynin

kısmen parçalanmışken bile

yaratırsın,

kör

topal

felçli,

kent depremle, bombardımanla, selle,

yangınla boğuşurken sırtına bir

kedi tırmanır ve sen

yaratırsın.



Güzelim, havaymış, ışıkmış, zamanmış, ferahlıkmış,

yok bunların bu işle ilgisi

ve hiçbir şey yaratmazlar

yeni bahaneler bulmaya yarayacak

daha uzun bir hayattan

başka.

Bugünkü Ayvalık Ne işe Yarar?



Fikret Mualla ne yapsın Ayvalık'ı, dayanamamış, kaçmış:

 "Okul müdürünü kovdum, geldim. Zeytinyağı, zeytinyağı... Neredeyse salata olacaktım! Kaçtım, geldim!"

 1934'te Ayvalık'ta bir ortaokulda resim öğretmenliği yaptığı sıralarda Ayvalık'tan kaçışını İstanbul'da Petrograd'ın Kahvesinde arkadaşlarına böyle anlatıyor. (Kaynak: Salah Birsel / Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu) 

Fotoğraf Ayvalık günlerinden, en üstteki kaşkollu adam Fikret Mualla.



İkinci görsel Bugünkü Ayvalık Ne işe Yarar başlıklı bir eskizi ve onun sıkça kullandığı deyimiyle Ayvalık'ın leblebici güruhu olsa gerek çizimdekiler. 

Zeytin






...kavaklardan, söğütlerden sonra - zeytin: 

Leolo ( 1992, Jean-Claude Lauzon)

"Düşlediğim için, ben ben değilim. Çünkü düşlüyorum. Düşlüyorum... Çünkü onlar beni güne bırakmadan önce, ben kendimi düşlerime bıraktım. Çünkü sevmiyorum... Çünkü sevmekten korktum...Artık düşlemeyeceğim. Artık düşlemeyeceğim. Düşlediğim için, ben ben değilim. Çünkü düşlüyorum. Düşlüyorum. Çünkü onlar beni güne bırakmadan önce, ben kendimi düşlerime bıraktım. Çünkü sevmiyorum. Çünkü sevmekten korktum. Artık düşlemeyeceğim. Artık düşlemeyeceğim."

ZOR SAAT / Thomas Mann

Yazı masasından kalktı, küçük, kırık dökük yazı masasından, ümitsiz biri gibi kalktı ve aşağı sarkıttığı kafasıyla odanın karşı köşesine, sütun misali ince uzun sobaya doğru yürüdü. Ellerini çinilere koydu, fakat neredeyse buz gibi olmuşlardı, zira vakit gece yarısını çoktan geçmişti; böylece, aradığı küçük huzuru bulamadan sırtını sobaya yaslayıp öksürerek, göğüs kısmından rengi atmış jabosunun dışarı sarktığı geceliğinin eteklerini topladı ve ciğerlerine biraz hava girsin diye burnundan güçlükle nefes aldı, çünkü her zamanki gibi nezleydi.

Bu, onu neredeyse hiç terk etmeyen özel ve ürkütücü bir nezleydi. Hastalıktan gözkapakları yanmış, burun deliklerinin kenarları yara bere olmuştu; nezle kafasında ve diğer uzuvlarında ağır ve acı veren bir sarhoşluk gibi dolanıyordu. Yoksa tüm dermansızlığının ve ağırlığının suçu, doktorun yine haftalardan beri kendisini mahkûm ettiği bıkkınlık veren bu oda müşahedesinin miydi? Bunun doğru bir hareket mi olduğunu Tanrı bilirdi. Ebedî nezlesi, göğsündeki ve karnının alt kısmındaki kramplar bunu gerekli kılmış olabilirdi, ayrıca haftalardır, haftalardır Jena’ya kötü bir hava hâkimdi, gerçekten, insanın tüm sinirlerinde hissettiği nefret edilesi bir hava, karanlık ve soğuk; aralık ayı rüzgârı da bakımsız ve terk edilmiş soba borusunda uğulduyordu, öyle ki sesi kulağa fırtına ve karışıklık içindeki bir çalılık ve ruhtaki onulmaz bir keder gibi geliyordu. Fakat iyi değildi bu sıkıcı esaret, düşünceler ve düşüncelerin çıktığı kan ritmi için iyi değildi...

Eşyasız, cansız ve rahatsız, altında tütün dumanı salınan beyaza boyanmış tavanıyla, üzerinde oval çerçeveli siluetlerin asıldığı çapraz kareli duvar kâğıdıyla ve dört-beş ince bacaklı mobilyasıyla altı köşeli odası, yazı masasının üstündeki müsveddenin başında yanan iki mumla aydınlanıyordu. Pencerelerin üst pervazında kırmızı perdeler asılıydı, flama gibi, simetrik katlanmış kumaşlar; fakat bu sıcak ve alev alev bir kırmızıydı, bu perdeleri seviyor ve odasının heyecansız ve yoksun mahrumiyetine dolgunluk ve şehvet kattıkları için onlardan asla vazgeçmek istemiyordu...

Sobanın yanında durup acıyla kırpıştırdığı gözleriyle hızlıca, kaçtığı eserine baktı, o yüke, o baskıya, o vicdan azabına, içip bitirmesi gereken o denize, gururu ve sefaleti, cenneti ve laneti olan o göreve. Eseri sürünüyordu, tıkanıp kalıyordu; yine ve yeniden! Havanın suçuydu bu, nezlesinin ve yorgunluğunun suçuydu. Yoksa eserin mi? Çalışmanın kendisinin mi? Aksi ve ümitsizliğe terk edilmiş bir fikir olan bu çalışmanın mı?

Müsveddeden uzaklaşmak için ayağa kalkmıştı, zira ondan mekânca uzak kalması genelde kontrol kazanmayı, konuya daha geniş bakıp karar verebilmeyi sağlıyordu. Evet, insanın mücadele sahasına arkasını dönmesiyle hafifleme hissinin heyecanlandırıcı bir etki gösterdiği durumlar vardı. Bu, likör veya koyu ve sert bir kahve içmekten daha masumca bir heyecandı... Küçük fincan masada duruyordu. Bu engeli aşmasına yardım eder miydi? Hayır, hayır, artık etmezdi! Sadece doktoru değil, ondan daha itibarlı olan başka biri de onu bu tür şeylerden ihtiyatla men etmişti: özlem ve husumetle sevdiği Weimar’daki adam. Akıllı biriydi o. Yaşamayı, yaratmayı biliyordu, kendine kötü davranmıyor, saygı duyuyordu...

Evde sessizlik hüküm sürüyordu. Sadece Şato Sokağı‘ndan aşağı doğru inleyen rüzgârın ve pencerelerde tıkırdayan yağmurun sesi duyuluyordu. Herkes uyuyordu, ev sahibi ve ailesi, Lotte ve çocuklar. O ise bir başına uyanık, soğumuş sobanın yanında duruyor ve acıyla, hastalıktan doğan yetersizliğinin inanmasını engellediği eserine bakıyordu... Solgun boynu yakasından dışarı taşıyor ve geceliğinin eteği arasından içe bükük bacakları görülüyordu. Kızıl saçı yüksek ve narin alnından geri taranmıştı ve şakaklarında solgun damarlı koylar oluşturuyor, ince pürçekler de kulaklarını örtüyordu. Doğrudan, beyazımsı bir sivrilikle son bulan büyük, kemerli burnunun kökünde saçından daha koyu renkteki gür kaşları birbirine yaklaşıyor, bu da yaralı, çukur gözlerinin nazarına trajik bir bakış veriyordu. Ağzından nefes almaya mecbur bir halde ince dudaklarını açtı, odanın havasından sararmış çilli yanakları gevşeyip içe çöktü...

Hayır, başarısız oldu, her şey boşunaydı! Ordu! Ordunun gösterilmesi lazımdı! Ordu her şeyin başıydı! Göz önüne çıkarılamadığı için; onu hayal gücüne dayatmak gibi muazzam bir sanat düşünülebilir miydi? Kahraman da kahraman değildi, soysuz ve soğuktu! Taslak yanlıştı, dil yanlıştı; sıkıcı ve miskin bir tarih dersiydi, geniş, cansız ve sahne için lüzumsuz!

Pekâlâ, anlaşılan bitmişti. Yenilgi. İsabetsiz bir girişim. İflas. Korner'e yazmak istiyordu, kendisine inanan, çocuksu bir güvenle dehasına bağlanan dostu Korner’e. Alay edecek, yalvaracak, söylenecekti arkadaşı, şüphe, zahmet ve değişimlerden çıkıp sonunda, tüm acılardan sonra, oldukça mükemmel bir şey, övülesi bir iş olarak kendini gösteren Carlos'u hatırlatacaktı ona. Fakat başka bir şeydi bu. O zamanlar henüz, meseleyi hünerli eliyle kavrayıp içinden zaferle çıkabilen bir adamdı. Vicdan azabı ve mücadeleler? Elbette. Hastaydı da, belki de şimdikinden daha hasta, darda, kaçak, dünyayla birlikte göçmüş, bezgin ve insanlıktan yoksun. Fakat genç, henüz oldukça gençti! Ne kadar çok eğilse de, her defasında ruhu esnekçe yukarı fırlamış ve elem dolu saatler sonrasında inanç ve manevi zafer saatleri gelmişti. Oysa artık gelmiyorlar veya çok az geliyorlardı. Aniden dâhice ve ihtiraslı bir aydınlık içinde, sürekli böylesi lütufların tadılması halinde neler olabileceğinin görüldüğü coşkun bir ruh haline sahip bir gecenin, karanlık ve kötürümlük dolu bir haftayla ödenmesi gerekiyordu. Yorgundu, daha otuz yedi yaşında ama işi bitmiş. İnancı yaşamıyordu, sefalette ışığı olan geleceğe inancı. Durum böyleydi, ümitsiz hakikat buydu: Dert ve imtihan yılları sandığı mahrumiyet ve değersizlik yılları aslında dolu dolu ve verimli yıllar olmuştu; biraz mutluluğun yerleştiği, ruhun yağmacılığından bir miktar meşruluğa ve sıradan topluluğa girdiği, işi ve evinin olduğu, kadın ve çocuk sahibi bulunduğu bugünde, şimdi, tükenmiş ve bitmiş bir haldeydi. Başarısızlık ve ümitsizlik; geriye kalan buydu.

"Ben meselemi Hiç’e bıraktım"





 "Ben kendi kudretimin malikiyim ve Ben ancak Biricik olduğumu bildiğim an kudretimin malikiyim. Kendine-sahip-olan, Biricik’te yaratıcı Hiç’e, doğduğu yere geri döner. Benden yüce her varlık, ister Tanrı olsun ister insan, Biriciklik duygumu zayıflatır ve ancak bu bilincin rüzgarı karşısında sönüp gider. Meselemi Kendime, şu Biricik’e bırakırsam, o zaman meselem kendi yaşamını kendisi tüketen geçici ve ölümlü bir yaratıcının meselesi olur ve diyebilirim ki:

Ben meselemi Hiç’e bıraktım."

Nietzsche & Stirner

"Nietzsche, şiir yazan bir Stirner'dır"

Nietzsche ile Stirner’in aynı yolda yürüdüklerini düşünüyorum. Şöyle bir resim: Aynı yolda yürüyen bu iki düşünür yolun sonunda karşılarına çıkan yüksek bir kayanın en uç tepesine tırmanır ve kayanın dibindeki denizi seyre dalarlar. Biri geriye düşünülecek bir şey kalmayıncaya kadar mantığı son aşamasına taşır: Düşünceyi düşünerek anlamsızlaştırınca geriye Hiç kaldığına idrak eder, işte o an “Meselemi Hiç’e Bıraktım” der ve susar. Diğeri düşüncenin hiçliğine idrak edince, üzerinde dikildiği kayadan denize atlar. Atlayan Nietzsche’dir. Düşünce denizinde Varlık’ı başka boyutlarıyla görmeye çalışır. Biri filozof diğeri şairdir. İşte felsefeyle şiirin eşleşmesi.

Bir insan sadece kafası içinde yaşıyorsa, bu çok acı olmalıdır. Nietzsche, Dionysos’u ancak kafasında konuk edebilmiştir ve bu kafanın dinamit olup patlamaktan başka bir şansı yoktur: Sözcükler! Şöyle seslenmek gerekiyor Nietzsche’ye: “Sen kafanda yaşayansın! Sen sözcüklerde yaşayansın!” En büyük çaresizlik, en büyük kötülük: Düşüncelere hapsolmak, sözcüklere hapsolmak


İlgili Okumalar:




Le Tourbillon / John Zorn


Sözcükler

Dil dokunduğu her şeyi kaçınılmaz olarak yabancılaştırır.

Dilin bittiği yerde susmak gerekirmiş, oysa ben dilimi çoktan bitirdim, dilimin üstündeyim, sözcüklerin gerçek olmadığına idrak ettikten sonra dillenmeye başladım zaten, bundandır kendi dilime yabancılığım, bundandır dile yabancılığım, bundandır anlaşılmazlığım. "Sözcüklerin bir anlamı olduğunu sananlar, domuzdurlar" demişti Artaud. Eklemek gerekir: Sözün egemenliğinde yaşayan bu domuzlar, akıllı bile değildirler. Bir sözü sonuna kadar düşünebilecek psikolojik cesareti gösterebilseler, o sıcak vajina gübresini terkedip kendilerini yeniden doğuracaklar. Boş konuşuyorum, boşuna konuşuyorum, kendimi bile aldatamıyorum. Her sözcük soğuk bir penisin sıcak bir vajina arayışıdır. Ben bu işte yokum. Gübreye her girişim, bir an önce çıkış yapma isteğimdendir. Ben hiç bir işte yokum. Ben yokum.

Beni Dil ötesinde gör.


İlgili Okumalar:


HİÇ


H. İbrahim Türkdoğan
Sınır Ötesi Tümceler

DİL

Dil.
H.İbrahim Türkdoğan









CİNSELLİK

Cinsellik.
H. İbrahim Türkdoğan






ÇİMEN YAPRAKLARI


"Miras bırakıyorum kendimi toprağa, canım çimen olarak çıkayım diye,
Beni görmek isterseniz yeniden bakın ayakkabılarınızın tabanına..."


çeviriler: Fahri Öz

Neler geçiyor aklımdan seni düşününce, Walt whitman...

SANA...


Eğilip gönlümce aylaklık ediyorum bir yaz çimenini inceleyerek...



Aylaklık ediyorum ve davet ediyorum ruhumu, 
Eğilip gönlümce aylaklık ediyorum bir yaz çimenini inceleyerek.

Sen deniz! Kendimi sana bırakıyorum...



Sen deniz! Kendimi sana bırakıyorum—tahmin ediyorum ne demek istediğini,

Sahilden izliyorum davetkâr kıvrık parmaklarını, Biliyorum bana dokunmadan geri dönmeyi reddediyorsun, Sarmaş dolaş olmalıyız birlikte, soyunuyorum, acele ediyorum karadan uzaklaşmak için,

Altıma yastık koy yumuşacık, salla beni dalgalı uykunda, Şehvetli sularınla ıslat, karşılığını verebilirim sana.

Arzu, arzu, arzu,
Hep doğurgan arzusu dünyanın

Şu muğlaklığın ötesinde zıtlık ilerleme demektir; her zaman madde, çoğalma, her zaman cinsellik,
Her zaman kimliğin dokunması demektir, her zaman üstünlük, her zaman üremesi hayatın.


Çimen Nedir?



"Bence bir çimen yaprağı küçük değildir yıldızların yolculuğundan"

Borges'in Whitman'ı

Walt Whitman'ı Cenevre'de Johannes Schlaf'ın Almanca çevirisi aracılığıyla (“Als ich in Alabama memen Morgengang machte " - "As I have Walk'd in Alabama my morning walk") tanıştım. Hiç kuşkusuz, Amerikalı bir şairi Almanca okumak o zaman çok saçma gelmişti ve hemen Londra'dan bir Çimen Yaprakları istetmiştim. Gönderilen kitabı hâlâ anımsıyorum, yeşil ciltliydi. Whitman'ı bir süre yalnızca büyük bir şair olarak değil, tek şair olarak gördüm. Daha doğrusu, 1855'e kadar dünyanın bütün şairlerinin eninde sonunda Whitman’a vardığını, ona öykünmemenin cahillikten başka bir şey olmadığını düşünüyordum. Böyle bir sanıya, daha önceleri de, şimdi artık hiç katlanamadığım Carlyle'ın düzyazısı ve Swinburne'ün şiiri karşısında kapılmıştım. İçinden geçtiğim evrelerdi bunlar. Daha sonraları da, belli bir yazardan müthiş etkilendiğim benzer deneyimler yaşayacaktım.

1919-20 kışını Sevilla'da geçirdik. İlk şiirim de Sevilla'da yayınlandı. “Denize Övgü” adlı şiirim, Grecia dergisinin 31 Aralık 1919 tarihli sayısında çıktı. Şiirde, Walt Whitman olabilmek için elimden geleni ardıma koymuyordum:

Ey Deniz! Ey mitos! Ey güneş! Ey sonsuz dinginlik! Biliyorum neden sevdiğimi seni, ikimiz de çok yaşlıyız yüzyıllardır tanıyoruz birbirimizi...

Ey Proteus, senden doğmuşum ben-İkimiz de zincire vurulmuş, yollara düşmüşüz,
yıldızların özlemindeyiz ikimiz de, ikimiz de umut ve Düş kırıklığı yüklüyüz...!


Bugün artık deniz neredeyse aklıma bile gelmiyor, yıldızların özlemini çektiğimi düşünemiyorum bile. Yıllar sonra, Arnold Bennett'ın “üçüncü sınıf muhteşem” deyimini gördüğümde, ne demek istediğini hemen anlayacaktım tabii. Yayınladığım tek şiir bu olduğundan, birkaç ay sonra Madrid’e gittiğimde orada herkes bir deniz şairi gözüyle baktı bana.

Ot Sapları / Upton Sinclair

Upton Sinclair'in
 bir yazısından:


 Whitman'ın eserine koyduğu «Ot Sapları» adı insan ruhuna sembol olarak 
en bayağı ve en göze çarpmaz doğa ürününü seçtiğini ifade eder. 
Şair kendisi bu ot saplarından biriydi.



Walt Whitman’ın ana babası Long Island’ın uzak bir köşesinde çiftlik sahibiydi. Sonra baba marangoz olunca, daha o zaman ufak bir şehir olan Brooklyn’e göç ettiler. Oniki yaşındayken Walt bir büroda müstahdem oldu. Çok okuyordu, mürettiplik öğrendi, sonra öğretmen ve hatip oldu. Abolitionist, içki düşmanıydı ve kafasında daha bir çok «heves ve merak» vardı. Ağır, biraz inatçı bir delikanlı olarak ordan oraya dolaşıp çeşitli insanlar tanıyor, hayatı ilgi ile seyrediyor ama büyük başarı umudu beslemiyordu. Redaktör olarak elde tuttuğu iyi bir mevkiyi esaret hakkındaki fikirleri yüzünden terketti. Walt bugün işçi hareketi içinde sık sık rastlanan, yeni bir tip yarattı: Yaşamak için en zaruri şeyleri kendi elinin emeği ile kazanıp geri kalan zamanında okuyan ve hayatı inceleyen adam! Walt'ın ailesi onu pek seviyor, fakat anlamıyordu; işsiz dolaşıp fikirlerinin arkasından koşarken onu tembel sayıyordu.

Fakat o dahiyane tabiatının itişiyle kendi yolunda yürüyordu. Mevcut bütün insan cinslerini tanımak, onlarla konuşmak ve kendini onlardan biri olarak duymak istiyordu. Tarla ırgatlarıyla birlikte çalışıyor, sandal ve vapur yolcularıyla gevezelik ediyor ve minibüs sürücüleriyle dost oluyordu. Gerçekten bütün Amerika’yı görmek istiyor, yavaş yavaş taa aşağıya, New Orleans’a kadar gidiyor ve geri dönüyordu. Edebiyatı da tanımak istediğinden -okuyordu; fakat daima kendi zevkine uyan ve hiç kimsenin etkisi altında kalmadan... Benliğini anlatmaya kalkışınca onun, edebiyatta hiçbir eşi olmayan bir benlik ve Amerikada duyulmuş olan seslerin en sarsıcısı olduğunu gösterdi.

Yeni ve hayati akımları, basımlarının yazılarından öğrendiğimiz çok olur. Ben kendi hesabıma Walt Whitman’ı, Güney devletlerinin sayılı bir centilmen şairi olan Sidney Lanier’in bir eserinden öğrendim. O burada Whitman’ın, demokrasinin sesi olduğu iddiasındaki saçmalığı ispat etmek istiyordu; kütleler bu eksantrik poezi için hiç bir ilgi duymuyorlar ve şairin ne istediğini anlamıyorlarmış.



Walt Whitman, Amerikan halkını gerçekten tanıyordu, kütlelerin kültürlü azlıktan farkını, kendinden önce hiçbir şairin bilmediği kadar biliyordu. Kütlelerin içinde muazzam içgüdüsel güçlerin saklı olduğuna inanıyor ve kendisinin, şair ve peygamber olarak, bu bilinçsiz kütle varlığını kavrayıp yönetebileceğini kabul ediyordu. Demokrasi yolu hazırlandığına, onun arzu ve duygularını ve kurum ve sanatlarda gerçekleştireceği sevgi, kardeşlik ve dayanışmayı ifade ettiğine inanıyordu. Seziş ve mistik gaipten biliciliğinin doğru olup olmadığını gelecek gösterecektir. Whitman’ın çağdaşları arasında iki tip herhalde bu konuda yargı veremezdi: Bilgisiz vo güvensiz ücret kölesiyle Georgia'lı - çiçekler, dereler vo kuşlar üzerine nefis ve fakat geleneğe uygun şiirler yazan - kibar efendi!

PORNO


PORNO gösterime açılan çıplak yaşamdır. Eros’un hasmıdır. Bizzat cinselliği tahrip eder. Bu bakımdan, ahlaktan bile daha etkilidir: “Cinsellik yüceltme, bastırma ve ahlakta değil, büyük ihtimalle, cinsellikten bile daha cinsel olan şeyde ortadan kaybolur: Porno'da.” Pornonun cazibesi “canlı cinsellikte ölü bir seks yapılması beklentisinden ileri gelir. Pornonun müstehcen unsurları seks fazlalığından değil, seks içermemesinden kaynaklanır. Bugün cinsellik, seksi haz düşmanı bir tutumla “kirli” bularak ondan kaçınan “saf aklın” değil, pornografinin tehdidi altındadır. Porno sanal bir mekânda yapılan seks değildir sadece. Bugün gerçek seks bile pornoya dönüşmektedir.

Bugün dünyanın pornografikleşmesi, onun kutsallığının bozulması (Profanisierung) olarak gerçekleşmektedir. Porno erotiğin kutsallığını bozmaktadır. (...)

















Kutsallığı bozma, ritüellerden ve kutsanmışlıktan arındırma şeklinde gerçekleşir. Bugün ritüel mekânları ve eylemleri giderek ortadan kayboluyor. Dünya giderek daha çıplak ve müstehcen bir hal alıyor. Bataille’ın “kutsal erotik”i, ritüelleşmiş iletişimi de temsil eder. "Bu erotikte ritüel kutlamalar ve oyunlar özel mekânlar olarak, imtiyaz mekânları olarak var olurlar. Bugün sıcaklık, samimiyet ve hoş uyarımlardan ibaret olmak zorunda bırakılan aşk, kutsal erotiğin tahribatı anlamına gelir. Pornoda bütünüyle bertaraf edilen erotik baştan çıkarma da, yanılsamalar ve şaşırtmacalı formların sahneye koyulmasıyla oynanır. Baudrillard da bu minvalde, baştan çıkarmayı bile aşkın karşısında konumlandırır: “Ritüel, baştan çıkarmanın düzenindendir. Aşk ritüel formlarının tahrip edilmesinden, onların azat edilmesinden ibarettir ...” Aşkın ritüellerinden arındırılması pornoyla sonuçlanır.

Yeni iletişim mecraları fantaziyi coşturmaz. Görsel enformasyon başta olmak üzere, yüksek enformasyon yoğunluğu onu daha da bastırır. Hiper-görünürlük hayal gücüne bir fayda sağlamaz. Görsel enformasyonu adeta azami düzeye çıkartan porno işte-böylelikle erotik fantaziyi harap eder.


*
Byung Chul Han
Eros'un Istırabı

*
bak:

EROS


...Depresyon narsisist bir hastalıktır. Depresyona yol açan şey, aşırı abartılı, hastalıklı bir şekilde çarpıtılmış bir "kendini referans alma"dır. Narsisist-depresif özne kendinden bitap düşmüş, yıpranmıştır. Dünyasız kalmış, Başka tarafından terk edilmiştir. Eros ve depresyon birbirinin karşıtıdır. Eros özneyi kendinden çıkarıp Başka'ya yönlendirir. Depresyon ise onu kendine doğru fırlatır.  

Lars von Trier’in Melancholia filmi kıyamet benzeri bir olayın, bir felaketin bildirilmesiyle başlar. Felaketin lafzi anlamı Unstern (Lat. Des-astrum) — kötü yıldızdır. Justine kız kardeşinin evinde gece gökyüzüne bakarken, daha sonra lanetli olduğu ortaya çıkan, kırmızı ışıklar saçan bir yıldız keşfeder. Melancholia, bütün uğursuzlukları harekete geçiren bir desastrum' dur. Bir yandan da iyileştirici, ıslah edici etkiye yol açan bir negatiftir. Melancholia bu bakımdan paradokslu bir addır çünkü gezegen, melankolinin özel bir türü olan depresyondan iyileşmeyi de beraberinde getirir. Justine’i narsisist bataklıktan çekip çıkaran atopik Başka olarak tezahür eder. Böylece ölüm getiren gezegenin etkisi altında serpilip gelişir Justine.

Eros depresyonu alt eder. Aşk ve depresyon arasındaki gerilimli ilişki başından itibaren Melancholia'nın film söylemine hâkimdir. Filmin müzikal çerçevesini oluşturan Tristan ve Isolde prelüdü aşkın gücünü çağırır. Depresyon kendini aşkın imkânsızlığı olarak sunar. Ya da, imkânsız aşk, depresyona yol açar. Justine’de erotik bir arzunun alevlenmesine yol açan atopik Başka da, Aynı’nın Cehennemine zorla giren “Melancholia” gezegenidir. Nehrin kenarındaki kayalıklardaki çıplak sahnede âşık insanın şehvetle parıldayan bedeni görülür. Justine ölüm getiren gezegenin mavi ışığı altında beklentiyle kıvranmaktadır. Bu sahne Justine’in aslında atopik gökcismiyle ölümcül bir çarpışmayı arzuladığı izlenimi uyandırır. Yaklaşmakta olan felaketi, âşığıyla mutlu bir birleşme gibi beklemektedir. Burada kaçınılmaz olarak Isolde’ nin Liebestod'u gelir akla. Yaklaşan ölüm karşısında Isolde de şevhetle “dünyanın soluğunu üfleyen evrene” vermiştir kendini. Filmin tek erotik sahnesinde tekrar Tristan ve Isolde prelüdünün çalması tesadüf değildir. Bu prelüdde Eros ile ölüm, kıyamet ile selamet büyülü bir şekilde yan yana gelir. Yaklaşan ölüm, paradokslu bir şekilde Justine’i canlandırır. Onu Başka’ya açar. Narsisistik esaretinden kurtulan Justine şefkatle Claire’e ve oğluna yönelir. Filmin gerçek büyüsü Justine’in bir depresiften seven bir insana mucizevi dönüşümüdür. Böylece Başka’nın atopisi Eros’un ütopyası olarak çıkar ortaya. Lars von Trier filmin söylemini yönlendirmek ve özgül bir semantikle beslemek için maksatlı olarak ünlü klasik tablolara başvurmaktadır. Filmin sürrealist jeneriğinde, izleyiciyi derin bir kış melankolisine sokan Pieter Bruegel’in Karda Avcılar tablosunu gösterir. Tablonun arka planında, tıpkı tablonun ön planındaki Claire’in arazisinde olduğu gibi, kara parçası suyla birleşir. İki sahnenin benzer topolojisi Karda Avcılar tablosundaki kış melankolisinin Claire’in arazisine yayılmasını sağlar. Koyu giysili avcılar iki büklüm halde eve dönmektedirler. Ağaçlardaki kara kuşlar kış manzarasına daha da kasvetli bir görünüm verir, “Zum Hirsehen" adlı hanın, üzerinde bir azizin resmi olan tabelası yamulmuş, neredeyse yere düşmek üzeredir. Bu kış- melankoli dünyası tamamen ıssız bir yer etkisi bırakır. Sonra Lars von Trier’in gökyüzünden yağdırdığı kara döküntüler tabloyu adeta kundaklayarak kül eder. Bu melankolik kış manzarasının ardından Justine’in John Everett Millais’nin Ophelia ’sı gibi göründüğü, insanda tablo etkisi bırakan bir sahne gelir. Elinde bir çiçek demeti, güzel Ophelia gibi suyun üzerinde süzülmektedir.