October 22, 1837.
“What are you doing now?” he asked; “Do you keep a journal?”
So I make my first entry to-day.
Linkler:
October 22, 1837.
“What are you doing now?” he asked; “Do you keep a journal?”
So I make my first entry to-day.
Linkler:
in late 1849, two years after henry david thoreau left walden pond—where he had lived for two years, two months, and two days in a cabin that he had built himself—he began the process of completely reorienting his life again. his hermit-style interlude at the pond had attracted quite a bit of attention in his hometown of concord, massachusetts. “living alone on the pond in ostentatious simplicity, right in sight of a main road,” his latest biographer, laura dassow walls, writes, “he became a spectacle,” admired by some and belittled by others. thoreau’s subsequent life change was less conspicuous. yet it engaged him in a quest more enlightening and relevant today than the proud asceticism he flaunted throughout walden, a book that has never ceased to inspire reverence or provoke contempt.
what the 32-year-old thoreau quietly did in the fall of 1849 was to set up a new and systematic daily regimen. in the afternoons, he went on long walks, equipped with an array of instruments: his hat for specimen-collecting, a heavy book to press plants, a spyglass to watch birds, his walking stick to take measurements, and small scraps of paper for jotting down notes. mornings and evenings were now dedicated to serious study, including reading scientific books such as those by the german explorer and visionary thinker alexander von humboldt, whose cosmos (the first volume was published in 1845) had become an international best seller.
thoreau’s real masterpiece is not walden but the 2-million-word journal that he kept until six months before he died. its continuing relevance lies in the vivid spectacle of a man wrestling with tensions that still confound us. the journal illustrates his almost daily balancing act between recording scrupulous observations of nature and expressing sheer joy at the beauty of it all....
Andrea Wulf'un yazısı için:
https://www.theatlantic.com/magazine/archive/2017/11/what-thoreau-saw/540615/
Beni her zaman büyüleyen bu masalsı fotoğraf yirmi yaşında Utah'taki Davis Kanyonu'nda kaybolan ve bir daha haber alınamayan genç Everett Ruess'in. Bıraktığı son iz taşlara kazıdığı son ismi: Nemo. (Lat. Hiç kimse)
"Bir daha ne zaman medeniyete döneceğime gelecek olursak, bunun yakınlarda olacağını hiç sanmıyorum. Doğadan sıkılmış değilim; aksine tabiatın güzelliğinden ve sürdüğüm başıboş hayattan her geçen gün daha da keyif alıyorum. Bir ata semer vurmayı tramvaya binmeye, yıldızlarla bezenmiş açık bir gökyüzünü tepemde bir çatı olmasına, bilinmeze giden belirsiz, zorlu bir patikayı asfalt kaplı yollara, yabanda hayatın verdiği derin huzuru kentlerin tedirginliğine tercih ederim. Ait olduğumu hissettiğim ve kendimi etrafımdaki dünyayla bütün olarak algıladığım bir yerde yaşam sürdüğüm için beni suçlayabilir misin? Bana refakat edecek zeki varlıklardan yoksun olduğum doğru. Ama benim için gerçekten anlamlı olan şeyleri paylaşabildiğim o kadar az insan tanıdım ki, kendi içime çekilmem gerektiğini öğrendim. Bu güzellikle sarmalanmış olmak bana yetiyor... Senin dar tanımlamanla bile, yaşamak zorunda olduğun hayatın monotonluğuna, yavanlığına hiçbir şekilde dayanamayacağımı biliyorum. Asla durulmayacağım. Şimdiden hayatın derinliklerine dair fazlasıyla şey gördüm ve bundan bir adım geri atmaktansa, her şeyi yapabilirim. " ( 11 Kasım 1934 tarihli son mektubundan)
Everet Ruess için bak:
https://kaotikbenlik.blogspot.com/search/label/Everett%20Ruess
Katie Fitzpatrick*
Bir mahalle kavgasının dünya-tarihine geçen bir olay olarak hatırlandığına pek sık rastlamayız. 1846 yazında, Henry David Thoreau yerel vergi memuruna kelle vergisi ödemeyi reddettikten sonra, Massachusetts’te bulunan Concord hapishanesinde bir gece tutuklu kaldı. Bu küçük ölçekli meydan okumanın ardından, Thoreau’nun 1849’da yayınladığı ölümsüz eseri ‘Sivil İtaatsizlik Görevi Üzerine’ adlı denemesi ortaya çıktı. Bu eserde, özellikle de kölelik ve Meksika-Amerika savaşı nedeniyle, kitlesel adaletsizliği devam ettiren bir federal hükümete maddi destek sağlamak istemediğini ortaya koyuyordu. Makale, kendi yaşam süresince büyük oranda okunmamış olsa bile, Thoreau’nun sivil itaatsizlik teorisi, daha sonraları Leo Tolstoy ve Gandi’den Martin Luther King’e kadar dünyanın en önemli politik düşünürleri için bir ilham kaynağı olacaktı.
Öte yandan, onun muhalif teorisinin de muhalifleri olacaktı. Politik kuramcı Hannah Arendt, 'sivil itaatsizlik' konusunda, Eylül 1970’de The New Yorker dergisinde yayınlanan bir makale kaleme aldı. Thoreau’nun, bir 'sivil itaatsiz' olmadığını öne sürdü. İşin gerçeği, Arendt, (Thoreau’nun) ahlaki felsefesinin tamamının, kamusal eylemlere rehberlik etmesi gereken kolektif ruhu aforoz ettiği hususunda ısrarcıydı. Sivil itaatsizliğin büyük bilgesi nasıl olup da bu denli yanlış anlaşılmıştı?
OLDUKÇA KİŞİSEL VE TAVİZSİZ BİR TAVIR
Whitman on Thoreau from
Horace Traubel’s With Walt Whitman in Camden
(New York: Mitchell Kennerley, 1914)
Thoreau had his own odd ways. Once he got to the house while I was out — went straight to the kitchen where my dear mother was baking some cakes — took the cakes hot from the oven. He was always doing things of the plain sort — without fuss. I liked all that about him. But Thoreau’s great fault was disdain — disdain for men (for Tom, Dick and Harry): inability to appreciate the average life even the exceptional life: it seemed to me a want of imagination. He couldn’t put his life into any other life — realize why one man was so and another man was not so: was impatient with other people on the street and so forth. We had a hot discussion about it — it was a bitter difference: it was rather a surprise to me to meet in Thoreau such a very aggravated case of superciliousness. It was egotistic — not taking that word in its worst sense…. We could not agree at all in our estimate of men — of the men we meet here, there, everywhere — the concrete man. Thoreau had an abstraction about man — a right abstraction: there we agreed. We had our quarrel only on this ground. Yet he was a man you would have to like — an interesting man, simple, conclusive…. When I lived in Brooklyn — in the suburbs — probably two miles distant from the ferries—though there were cheap cabs, I always walked to the ferry to get over to New York. Several times when Thoreau was there with me we walked together. Thoreau, in Brooklyn, that first time he came to see me, referred to my critics as ‘reprobates.’ I asked him: ‘Would you apply so severe a word to them?’ He was surprised: ‘Do you regard that as a severe word? reprobates? what they really deserve is something infinitely stronger, more caustic: I thought I was letting them off easy.’
*****
THOREAU'NUN YAŞAMÖYKÜSEL
PORTRESİ
RALPH WALDO EMERSON
Sanki onu rüzgarlar getirmişti,
Sanki onu serçeler eğitmişti,
Sanki herkesten gizli bir işaretle
Orkidenin büyüdüğü uzak kırı bilirdi.
Emerson'ın "Ormanda Cıvıltılar"
(Woodnotes) şiirinden.
Henry David Thoreau, bu ülkeye Guernsey Adası'ndan
gelmiş olan Fransız kökenli bir ailenin en küçük erkek evladıydı.
Karakteri, kaynağını bu kandan alan özgün niteliklerle çok
güçlü bir Sakson dehanın eşine az rastlanır birleşimini ortaya
koyuyordu. 12 Temmuz 1817'de Concord, Massachusetts'te doğmuştu.
1837'de Harvard'dan mezun olduğunda herhangi bir edebiyat yeteneği
sergilemiş değildi. Edebi bir putkırıcı olarak,
okuduğu okulların kendisine olan katkısına pek nadiren şükran
duymuş, onlara fazlaca itibar atfetmemişti; ama gene de onlara
çok şey borçludur. Üniversiteyi bitirince, özel bir okulda ağabeyiyle
öğretmenliğe başlamış, ancak kısa sürede bırakmıştı.
Babası bir kurşun kalem üreticisi olduğundan Henry de bu
mesleğe bir süre kendini adamış, kullanımdaki kalemlerden daha
iyisini yapabileceğine inanmıştı. Deneylerini tamamladıktan
sonra eserini Boston'daki kimyacı ve sanatçılara göstermiş, ürününün
mükemmelliği ve Londra' daki en iyi ürüne olan denkliği
konusunda onlardan sertifikalar aldıktan sonra, evine memnun
bir şekilde dönmüştü. Arkadaşları, servet yolunda attığı bu adım
için onu tebrik ettiyse de o, bir daha asla kalem yapmayacağını
söylemişti: "Neden yapayım? Bir kere yaptığım şeyi tekrar yapmam
ben." Sonu gelmez yürüyüşlerine ve çok yönlü araştırmalarına
devam etmiş, Doğa ile her gün ayrı bir tanışıklık kurmuş,
ancak doğal verilere son derece meraklı olmasına rağmen teknik
ve ansiklopedik bilime ilgi duymadığından, zooloji ve botaniğin
adını anmamıştı.
John Kaag & Clancy Martin*
O, Walden Gölü'nün hemen üstünde bulunan, bir dönümlük arazide yaşıyordu. Kendisine burada küçük bir ev edindi. Burada yaşamayı başardı ve 19. yüzyılda Massachusetts eyaletindeki Concord kentinin etrafında hâlâ mevcut olan yabani elmaların tadını çıkardı. Walden’ın dışında, özgürlüğünü kazanan eski kölelerle birlikte yaşıyordu; çünkü burada kendini özgür hissediyordu.
O'nun adı Henry David Thoreau değildi. Brister Freeman, Walden Woods’un burada doğmuş sakinlerinden biriydi ve bir siyahiydi. Laura Walls’un “Thoreau” adlı yeni biyografi kitabında aktardığı kadarıyla, Freeman (Özgür İnsan) Devrimi’nde savaşmıştı ve ardından, “soyadından ötürü (Freeman/Özgür İnsan) kendi özgürlüğünü” ilan etmişti; ancak Concord kenti haricinde özgürlüğünü kanıtlayamadığından, Walden Gölü'nün kuzeyindeki Brister adlı tepede bir dönümlük arazi satın aldı. Günümüzde, Walden bir devlet parkı olarak korunuyor ve tescilli bir Ulusal Tarih parkı. Ziyaretçiler rahat bir yer bulabildikleri sürece, (Henry David Thoreau’nun da yaptığı gibi) gelip giderler; ancak Thoreau’nun komşularının çoğu bunu yapamıyordu.
Bu yılın temmuz ayında, yani Henry David Thoreau’nun 200. doğum gününde, dünyanın bu cennetvari köşesine sıkışmış olan şeyleri ve tarih bazında büyük oranda kabul görmemiş olan erkek ve kadınları hatırlamamız gerekiyor. Gerçekten de burası bir çeşit sığınaktı; fakat Thoreau’nun dostlarının çoğu açısından, özgürlük sadece bu kentle sınırlıydı. Tarihçi Elise Lemire’a göre, tüm dünyaları, pek de kabullenmedikleri bir çaresizliğin kenti olan “Black Walden”dan (Kara Walden) ibaretti.
Sıradan tarih okuyucularının gözünde, Thoreau’nun Walden'da yaşayan tek insan olduğuna, bölgenin el değmemiş vahşi bir alan olduğuna ikna olmak kolaydır. Oysa gerçek böyle değildi. Walden, o dönemdeki "medeni standartlar"ın dışında kalmıştı; bu da sistem dışında kalanlar için bir yaşam alanı olduğu anlamına geliyor. Thoreau da bu durumun farkındaydı ve aralarında Boston’ın zengin banliyö hayatından dışlanan insanların bulunduğu bu toplumla birlikte yaşamayı seçmişti.
Thoreau’nun tabiata dört elle sarılma eğilimiyle sıkça ilintilendirdiğimiz durum, aslında, toplumun dışına itilenleri, yetersiz bir hayat yaşamak zorunda kalan bireyleri anlama aracıdır. Bu gerçek, Thoreau’yu bir aziz kılmaz elbette; ancak Thoreau’nun ormanda inzivaya çekilmesi ve zulüm altında acı çekenleri anlaması arasındaki samimi uğraşı gösterir.
ESKİ KÖLELER, GÖÇMENLER GECEKONDU SAKİNLERİ...
1862’de ölen, sivil itaatsizliğin teorisyeni ve radikal kölecilik-karşıtı Thoreau, kısa süre önce tekrar basımı yapılan günlüğünde bir şair, bir doğa bilgini, ama aynı zamanda da sessiz sedasız bir peygamber gibi beliriyor. Thoreau’nun doğayla tensel ve şiirsel ilişkisinin ardında, doğal dünyanın köleleştirilmesi ile azınlıklara baskı arasındaki çıkışsız bağı sezmesi var.
“Açık havada yaşıyor olmam, içimdeki mineral, bitkisel ve hayvansal için.” Henry David Thoreau’nun (1817-1862) günlüğünü ve onun çevrecilik düşüncesi için kurucu tavır alışını bundan iyi hiçbir amentü özetleyemezdi.
İnsanla doğanın ortakyaşarlığını kutsayan, 4 Kasım 1852 tarihli bu formül, Le Mot et le Reste Yayınları tarafından yeniden yayımlanan günlüğü baskıya hazırlayan Thoreau uzmanı Michel Granger tarafından sık sık zikrediliyor. Michel Granger, 1837-1861 yılları arasını kapsayan bu seyir defterindeki parçalı ve içten gelen düşünce kaynaşmasını korumaya özen göstererek derlemenin metinlerini özenle seçmiş. Kopuk kopuk görünen ama tutarlı biçimde bir araya getirilmiş bu metinde, Thoreau’nun ömrünün büyük kısmını geçirdiği Concord ve Massachusetts çevresindeki doğada çıktığı keşif seferlerinin titiz öyküleriyle filozof akıl yürütmeleri iç içe geçiyor.
ABD’de bir demirbaş kıymetinde olan Henry David Thoreau, son yıllarda yapılan bir dizi çevirinin (bilhassa Brice Matthieussent’in kusursuz çevirisinin) ve yeniden basımların yardımıyla Fransa’da da ün kazandı ve zamanın havasıyla uyuşan klasikler kategorisine yerleşti. Hayattayken tanınmayan Thoreau, dalga dalga tekrar keşfedilmiş ve sonunda neredeyse atadan kalma pürüzsüz bir kurumsal çehreye dönüşmüştür. Amerikan kültürünün bir nevi mecburî istikametlerindendir bu.
Köleci eyaletine vergi ödeyerek mâlî kaynak sağlamayı reddettiği için hapishanede bir gece geçiren sivil itaatsizliğin yıkıcı teorisyeni (“Sivil Hükümete Direniş”, Resistance to Civil Government, 1856), kölecilere karşı düpedüz silahlanma çağrısında bulunduğu son metni “Yüzbaşı John Brown İçin Bir Müdafaanâme”yi (A Plea for Capt. John Brown, 1856) tarihin gözünden kaçırmak pahasına, tepeden tırnağa barışçı bir bilge olarak yüceltilmiştir. Çevre için kaygı duymanın öncüsü olup kendi paragöz uygarlığına karşı çıkan Thoreau, Walden Gölü kıyısındaki köyüne iki kilometre mesafede bir ormanda kendi elleriyle inşa ettiği bir kulübede iki yıl (1845’ten 1847’ye) geçirmiş olduğu için, çoğu zaman zararsız bir münzeviye indirgenmiştir.
Bu basmakalıplar ve sahiplenme denemeleri karşısında, Thoreau’nun düşüncesini inceliği ve kendiliğindenliği içinde keşfetmek için hatıra defterinden iyi bir giriş kapısı yoktur. Bu “zihnin meteorolojik günlüğü”nde, açık havanın ve binbir yaşamın filozofu, hayattayken yayımlanan eserlerindekinden (Walden, Marcher [“Yürümek”], Les Forêts du Maine [“Maine Ormanları”]) daha özgür ve dışarıdan bakanlara karşı daha serbest biçimde gerçek çehresiyle gösteriyor kendini; ama aynı zamanda daha pimpirikli, kuşkulara dûçar, daha seve seve içli dışlı. Bir araştırma destanı olan günlük, hem şair hem doğa bilgini bir filozofun saha notları gibi okunuyor.
Mesleği yer ölçümü olan (haritaların çiziminde kullanılmaya yönelik saha ölçüleri almaktaydı), günde en az dört saat yürüyen Thoreau, günlüğüne kuşlarla (ornitolojik) ve bitkilerle (botanik) ilgili tasvirlerini, hayvan krokilerini, ısı çizelgelerini, bitkilerin ve hayvan tüylerinin renklerini, kendi kendini yetiştirmiş bir tecrübe meraklısı ve Humboldt okuru olarak şaşmaz bir titizlikle kaydediyordu. Dryoptère [bir tür eğreltiotu], prêle fluviatile [ırmak boylarında yetişen bir atkuyruğu cinsi], salsepareille [saparna], séneçons dorés [altın kanaryaotu], jaseur d’Amérique [ardıç ipekkuyruğu], bédégars [mazı] ve ellébore [bohçaotu]: Nadir ya da unutulmuş kelimelere meraklı okur, bu günlükten öncelikle bir lugat hazzı alıyor.
Ama, her ne kadar günlüğü bugün değerli bir botanik ve biyoloji aracı haline gelmişse de, soğuk teknikliğini ve doğayı yağmalamaya eğilimliliğini kınadığı bilim karşısında duyduğu güvensizlik gereği, onun doğayla bağlantısı, bazen hayıflandığı bu nesnelleştirmeden başka yerde bulunur. Thoreau’nun doğayla yakın ilişkisi, 26 Ekim 1857’deki formülleştirmesine göre, “içindeyken insanın kendini evinde hissettiği, doğayla insanın kusursuz uygunluğu”ndadır.
"Kasım ayının başında bir yamacın kenarından çıktığımda arsız ve genç bir elma ağacı gördüm. Kuşlar veya inekler tarafından ekilmiş, kaya ve seyrek ağaçlı ormanların arasından yükselmiş ve işlenmiş elmalar toplanırken bu ağaç hala soğuktan etkilenmemişti ve bolca meyve taşıyordu. Bu eski ve kuvvetli ağaççığın yanından geçtiğimde ve dallarında sallanan meyvesini gördüğümde, bu ağaca sonsuz saygı duyuyorum ve yiyemesem de doğaya bu armağan için minnettarım. Neredeyse tüm yabani elmalar güzeldir. Çıkıntı ve gamzelerinde akşam güneşinin kızıllığına rastlayacaksınız. Yaz güneşinin, elmanın kabuğundaki bazı yerlerinde lekeler bırakmadan geçip gitmesine ender rastlanır. Şahit olduğu sabahların ve akşamların anısını taşıyan bazı kırmızı lekeleri olacaktır; bazı lekeleri de bulutların ve gelip geçen sisli ve nemli günlerin hatırasına kararmış ve fazla olgunlaşmış olacaktır ve geniş, yeşil çayırlar doğanın özünü yansıtacaktır - yeşil çayırlar gibi dingin ve daha yumuşak bir tada işaret eden toprak sarısı ve de tepeler gibi kızıl kahverengine de rastlayacaksınız."
Thoreau / Yabani Elmalar
Meyveyle yüklü bir elma ağacı: Nasıl da huzurlu, nasıl da pitoresk. Ama bir de bakışınızın önündeki insancıl filtreyi kaldırarak bakalım. Doğanın köpürüşünü, çılgın gibi hareket eden sperm baloncuklarının nasıl da biteviye fışkırıp, bu çürümüş ve gayri insani kıyımın ortasında patladığını tahayyül edelim. Bizleri birer cinsel varlığa dönüştüren kitonyen dünyanın kara büyüsü; Hıristiyanlığın ilk günah olarak tanımladığı ve bizleri arındırabileceğini iddia ettiği daemonik kimlik budur işte. Doğa, varlığın kaynayıp fokurdayan aşırılığıdır. Doğa, Şeytanın bayram yeridir, bütün iblislerin şenliğidir. Doğada her şey erir. Nesneleri gördüğümüzü sanırız, oysa gözlerimiz yavaş ve sınırlıdır. Doğa uzun soluklar sonucunda çiçeklenir ve solar; okyanussu dalga hareketleriyle yükselir ve alçalır. Duygusal önyargılar olmaksızın kendini tamamıyla doğaya açan bir zihin, doğanın kaba maddeciliği ve huzursuz taşkınlığı içinde boğulacaktır.
Camille Paglia, Cinsellik ve Şiddet
ya da Doğa ve Sanat başlıklı yazısından.
"Bir tepenin güneyine kalacak yerimi yapacağım ve Tanrıların bana bahşettiği hayatı yaşayacağım. Güneşle güneş arasında bana bahşedilen şeyleri şükranla kabul etmek başlı başına bir iş değil midir? ... Çok yakında gidip sadece rüzgârın sazların arasından fısıltısının duyulduğu göl kenarında yaşamak istiyorum. Kendimi geride bırakırsam bunu başarmış olacağım. Arkadaşlarım, oraya gidince ne yapacağımı soruyorlar. Mevsimlerin gelip geçmesini seyretmek başlı başına bir iş değil midir?"
1844’ün sonbaharında Ralph Waldo Emerson, Walden Gölü kıyısındaki ağaçları kesilmekten kurtarmak için birçok orman arazisi satın alır.
5 Mart 1845’te Thoreau'ya yazar:
‘Bu dünyada senin için Funda adını verdiğim (Walden'daki) araziden daha uygun bir yer göremiyorum: oraya git. kulübeni yap ve en büyük planını uygulamaya, canlı canlı kendini yemeye başla.”
"Eğer kitaplar olmasaydı, yağmurlu günlerde ne yapacağını bilemezdi."
Thoreau'dan (1817 - 1962), Walden anılarından, çapa ile felsefe yapışından çok hoşlandığımı söyleyemem, ama yine de okudum. Walden Gölü'nün kıyısında, en yakın eve bir mil uzaklıkta yer alan ıssız bir ormanda inşa ettiği kulübede iki yıl iki ay kadar yaşamış. Kasabalılardan en çok da ne yiyip ne içtiği, yalnızlık çekip çekmediği ya da öyle ıssız bir yerde korkup korkmadığı gibi sorulara maruz kalmış. Benim de geçen haftalarda benzer türde sayılabilecek sorulara acemi bir muhataplığım olmuştu. Ormanda yapabilir misin, diye sormuştu genç bir arkadaşım. Yapamam demiştim, nasıl, neyle yapılır, nereye sıçılır bilmem çünkü. Bazı kaprislerim var ki vazgeçemem, doğru, düzmece biriyim ben ama ikiyüzlü değilim diye de eklemiştim. Thoreau bile Walden'daki yaşamına iki yıl dayanabilmiş: ("Ormanı tıpkı oraya gidişiminki gibi iyi bir sebeple terk ettim. Belki de bana öyle geldi; yaşayacağım birkaç hayat daha vardı ve bu bir tanesi için daha fazla zaman kalmamıştı.") Parasız yapabilir misin, diye sordu. Yapamam. Thoreau'nun anlatısında uzun uzun söz ettiği yirmi sekiz yaşında odunculuk ve direkçilik yapan Kanadalı genç bir işçi var: "günde elli direk dikebilen, dünkü yemeğinde köpeğinin yakalamış olduğu bir dağ sıçanını yemiş olan biriydi. O da Homer'i duymuştu ve "eğer kitaplar olmasaydı, yağmurlu günlerde ne yapacağını bilemezdi." Ne hakkında yazdığını bilmese de, ona göre Homer büyük bir yazardı. Daha basit ve doğal birini bulamazdınız. Yabancı birine, genel olarak hiçbir şey bilmiyormuş gibi görünürdü. Fakat onda bazen daha önce hiç görmemiş olduğum bir adam görürdüm. Bu adamın Shakspeare kadar bilge mi olduğunu yoksa bir çocuk kadar basit ve cahil mi olduğunu, ondan ince ve şiirsel bir bilinç mi yoksa aptallık mı beklemem gerektiğini bilemezdim. Birleşik Devletler'de çalışıp sonunda, belki de kendi ülkesinde, bir çiftlik alacak kadar para kazanmak için on iki yıl önce Kanada'dan ve baba evinden ayrılmıştı."
Thoreau bu genç işçiye Parasız yapabilir misin diye sorduğunda, genç işçi ona paranın sağladığı kolaylıklardan söz etmek için şöyle bir örnek verir: Eğer bir öküz sahibi olsaydı ve dükkandan iğne iplik almak isteseydi her seferinde alacağı şeylere karşılık hayvanın bir kısmını ipotek etmek önce oldukça zahmetli, daha sonra ise imkansız hale gelecektir." :) (Pecunia sözcüğünün Latince para anlamına geldiğini ve sığır anlamına gelen pecus sözcüğünden türemiş olduğunu da öğrenmiş oldum böylelikle.)