THOREAU'NUN YAŞAMÖYKÜSEL
PORTRESİ
RALPH WALDO EMERSON
Sanki onu rüzgarlar getirmişti,
Sanki onu serçeler eğitmişti,
Sanki herkesten gizli bir işaretle
Orkidenin büyüdüğü uzak kırı bilirdi.
Emerson'ın "Ormanda Cıvıltılar"
(Woodnotes) şiirinden.
Henry David Thoreau, bu ülkeye Guernsey Adası'ndan
gelmiş olan Fransız kökenli bir ailenin en küçük erkek evladıydı.
Karakteri, kaynağını bu kandan alan özgün niteliklerle çok
güçlü bir Sakson dehanın eşine az rastlanır birleşimini ortaya
koyuyordu. 12 Temmuz 1817'de Concord, Massachusetts'te doğmuştu.
1837'de Harvard'dan mezun olduğunda herhangi bir edebiyat yeteneği
sergilemiş değildi. Edebi bir putkırıcı olarak,
okuduğu okulların kendisine olan katkısına pek nadiren şükran
duymuş, onlara fazlaca itibar atfetmemişti; ama gene de onlara
çok şey borçludur. Üniversiteyi bitirince, özel bir okulda ağabeyiyle
öğretmenliğe başlamış, ancak kısa sürede bırakmıştı.
Babası bir kurşun kalem üreticisi olduğundan Henry de bu
mesleğe bir süre kendini adamış, kullanımdaki kalemlerden daha
iyisini yapabileceğine inanmıştı. Deneylerini tamamladıktan
sonra eserini Boston'daki kimyacı ve sanatçılara göstermiş, ürününün
mükemmelliği ve Londra' daki en iyi ürüne olan denkliği
konusunda onlardan sertifikalar aldıktan sonra, evine memnun
bir şekilde dönmüştü. Arkadaşları, servet yolunda attığı bu adım
için onu tebrik ettiyse de o, bir daha asla kalem yapmayacağını
söylemişti: "Neden yapayım? Bir kere yaptığım şeyi tekrar yapmam
ben." Sonu gelmez yürüyüşlerine ve çok yönlü araştırmalarına
devam etmiş, Doğa ile her gün ayrı bir tanışıklık kurmuş,
ancak doğal verilere son derece meraklı olmasına rağmen teknik
ve ansiklopedik bilime ilgi duymadığından, zooloji ve botaniğin
adını anmamıştı.
Arkadaşlarının doğal beklentilerini hiçe sayma pahasına kendi
bireysel özgürlüğünün yolunu tutması yürekli bir tercihi gerektiriyordu.
Bundan da zoru, onun kendi bağımsızlığını sağlama
alıp aynı vazifeyi herkesten beklerken kusursuz bir doğruluğa
sahip olmasıydı. Ama Thoreau asla bocalamadı. Doğuştan
protestandı o. Bilmeye ve eylemeye olan büyük tutkusundan
herhangi dar bir zanaat veya meslek uğruna vazgeçmeyi reddetti,
çok daha kapsamlı bir vazifeyi, iyi yaşama sanatını gözetti.
Eğer başkalarının yargılarını hiçe sayıp onlara karşı çıktıysa,
bu yalnızca, kendi pratiğini inancıyla uzlaştırmaya daha kararlı
olmasındandı. Asla tembel veya nefis düşkünü değildi; paraya
ihtiyacı olduğunda, onu uzun süreli yükümlülüklerdense kendisine
uygun bir parça el emeğiyle, tekne veya çit yaparak, ağaç dikerek,
aşılama yaparak, harita çıkararak veya kısa süreli başka bir
iş yoluyla kazanmayı yeğlerdi. Gözüpek alışkanlıkları ve nadir
ihtiyaçlarının yanına ahşap işçiliğindeki becerisi ve güçlü aritmetiğini
de eklersek onun dünyanın her yerinde yaşamaya uygun
biri olduğunu söyleyebiliriz. Başkalarındansa kendi ihtiyaçlarını
tedarik etmek ona daha az zamana mal oluyordu; böylece kendi
vaktini sağlama alıyordu.
Matematik bilgisinden ve ağaçların boyutları, göl ve nehirlerin
derinlik ve genişliği, dağların yüksekliği, sevdiği dağ zirveleri
arasındaki kuş-uçuşu mesafeler gibi kendisini ilgilendiren şeylerin
ölçü ve mesafelerini belirleme alışkanlığından türeyen doğal ölçümbilim
yeteneği ve bunun yanısıra Concord bölgesini yakından
bilmesi sayesinde haritacılık mesleğine kendiliğinden yöneldi.
Bunun onun için avantajı, onu sürekli yeni ve ücra alanlara yöneltmesi,
Doğa araştırmalarını desteklemesiydi. Bu işteki isabetliliği
ve becerisi kısa sürede takdir gördü; istediği her işi bulabildi.
Haritacılık meselelerini kolayca çözebildiği gibi, her gün
karşı karşıya kaldığı bundan daha ağır meselelerle de gözüpekçe
çarpışıyordu. Her türlü geleneği sorguluyor, ideal bir düzene
dair pratiğini oturtmaya gayret ediyordu. Kanıyla canıyla bir
protestandı: Pek az yaşam onunki gibi bir el etek çekmeyi barındırabilir.
Hiçbir mesleğe göre yetişmemişti; hiç evlenmedi; hep
yalnız yaşadı; kiliseye asla gitmedi; asla oy vermedi; devlete vergi
vermeyi reddetti: Et yemedi, şarap içmedi, tütün kullanmadı;
doğabilimciydi, ama av tuzaklarından ve silahtan hep kaçındı.
Bir düşünce ve Doğa aşığı olmayı, hiç süphesiz, bilinçli olarak
kendine seçmişti. Zenginliğe kabiliyeti yoktu, ancak en ufak bir
sefalet ve kabalık emaresi taşımaksızın fakir kalmasını da bilirdi.
Belki de bu yaşam yoluna pek de öngörmeden girmiş, ama sonradan
onu bilgece benimsemişti.
"Bana Karun'un zenginliği bahşedilmiş olsaydı bile, ereğim
aynı, tuttuğum yol aynı olurdu" diye yazmış günlüğüne. Mücadele
etmesi gereken iştah, şehvet, lüks merakı gibi hiçbir dürtüsü yoktu.
Yüksek tabaka insanların hoş evleri, kıyafetleri, tavır ve söylemleri
ona göre değildi. İyi bir Kızılderiliyi tercih eder, öbür süsleri ise
sohbetin engeli olarak görür, ahbabıyla en sade koşullarda buluşmayı
isterdi. Kalabalık yemek davetlerini reddederdi, çünkü orada
herkes birbiri gibi olur, ona amaçsız görünürdü.
"Onlar yemeklerini pahalıya getirmekle gururlanırlar" derdi,
"bense yemeklerimi ucuza getirmekle gururlanırım." Sofrada neyi tercih ettiği
sorulduğunda, "En yakındakini" derdi. Şarap tadından hoşlanmazdı ve
hayat boyu hiçbir kötü huyu olmamıştı. Şöyle diyordu: "Gençliğimde
kurutulmuş zambak kökü dumanı tüttürmekten aldığım
keyfi hayal meyal hatırlıyorum. Bunlardan elimde genellikle bir
miktar bulunurdu. Bundan başka zararlı hiçbir şey tüketmedim."
İsteklerini azaltıp onları kendi tedarik ederek zengin olmayı
seçmişti. Gezileri sırasında demiryolunu bir tek o anki amacını
ilgilendirmeyen bölgeleri geçmek için kullanır, yüzlerce mil
yürür, hanlardan sakınır, hem daha ucuz olduğu, hem daha çok
hoşuna gittiği, hem de aradığı insanları ve bilgileri oralarda daha
iyi bulabildiği için çiftçi ve balıkçı evlerinde konaklardı.
İçinde asla boyun eğdirilemez, savaşkan bir şeyler vardı; her
zaman erkeksi ve işbitiriciydi; nadiren hassastı; adeta, karşıtlık
içinde olmazsa kendini var hissedemezdi. İfşa edilecek bir mantıksızlık,
ortaya dökülecek bir kusur arar, yetilerini tümüyle işlemeye
çağıracak bir zafer duygusuna, bir davul gümbürdemesine ihtiyaç
duyardı. "Hayır" demek bir şey değildi onun için, "Evet" demekten
daha bile kolaydı. Bir önermeyi duyduğundaki ilk dürtüsü
ona karşı çıkmak yönünde olurdu, o denli katlanamazdı gündelik
düşüncenin sınırlarına. Elbette bu alışkanlık, sosyal yakınlıklar
adına biraz soğukluk yaratırdı; ahbabı sonunda onda kötü niyet
veya samimiyetsizlik olmadığını anlasa da, sohbetin tadı kaçmış
olurdu. Bundan dolayı, ahbapları böyle katıksız ve yapmacıksız
biriyle yakın ilişki kurmakta zorlanırdı. "Henry'yi severim" demişti
arkadaşlarından biri, "ama onunla anlaşamıyorum; onun koluna
girmektense, bir karaağacın koluna girmeyi tercih ederim."
Gene de o, münzevi ve çileci olduğu halde paylaşımdan
hoşlanırdı; iyi anlaştığı, tarla ve nehir kıyılarındaki deneyimlerinin
türlü türlü, sonu gelmez anekdotlarıyla elinden geldiğince
eğlendirdiği genç insanların arkadaşlığına kendini tüm kalbiyle
ve çocuksuluğuyla atardı. Bir yaban mersini, kestane veya üzüm
turuna çıkılacağında başı çekmeye her zaman hazırdı. Henry,
bir keresinde kamusal bir söylevden bahsederken, dinleyiciler
üzerinde başarılı olan şeylerin kötü olduğunu dile getirmişti.
Ben, "Herkesin okuyabileceği, Robinson Crusoe benzeri bir
şey yazmayı kim istemez, ya da kim yazdığı metnin herkesin
hoşuna gidecek doğru bir şekilsel elden geçirmeyle mükemmelleştirilmemiş
olduğunun farkına varıp da üzülmez?" dediğimde,
Henry elbette karşı çıkmış, en iyi söylevlerin bir avuç insana
ulaştığını söyleyerek gururlanmıştı. Ancak akşam yemeğinde,
onun toplantı salonunda söylev vereceğini anlayan genç bir kız,
ona, "söylevinin duymak istediği tarzda hoş, ilginç bir şey mi,
yoksa hiç umursamadığı türden eski felsefi şeyler üzerine mi
olacağını" keskin bir dille sorduğunda, Henry'nin kıza doğru
döndüğünü, düşünüp kaldığını gördüm; kendilerine uygun olduğu
takdirde konuşmayı oturup dinleyecek olan kıza ve erkek
kardeşine göre bir malzemeye sahip olduğundan emin olmaya
çalışıyordu.
O, gerçeğin bir sözcüsü ve eylemcisiydi, doğuştan öyleydi,
bu nedenle de sürekli çarpıcı durumlara maruz kalırdı. Her koşulda,
çevresindekiler Henry'nin hangi tarafta duracağını ve ne
söyleyeceğini merak ederlerdi; o da, canalıcı anlarda hep özgün
bir hükme vararak beklentileri haklı çıkarırdı. 1845'te Walden
Gölü kıyısında kendine mütevazı bir kulübe yaptı ve orada
iki yıl boyunca tek başına bir emek ve çalışma hayatı yaşadı.
Bu eylem onun için son derece doğal ve uygundu. Onu tanıyan
hiç kimse onu yapmacıklıkla suçlayamazdı. Komşularından,
düşüncelerinde, eylemlerinde olduğundan daha da farklıydı. Söz
konusu inzivanın nimetlerinden yeterince faydalandığında, orayı
terk etti. 1847'de, kamusal harcamaların doğru yere kullanılmadığına
kanaat getirerek vergisini ödemeyi reddetti ve hapse atıldı.
Bir arkadaşı onun adına vergisini ödeyince serbest kaldı.
Benzeri bir sıkıntı ertesi yıl neredeyse yeniden baş gösterdi. Ancak
sanırım, onun karşı çıkmalarına rağmen arkadaşları vergiyi
ödeyince direnmekten vazgeçti. Hiçbir karşıtlık veya aşağılama
ona etki edemezdi. Kendi fikrini, topluluğun fikri buymuş gibi
davranmaksızın, soğukkanlılıkla ve eksiksizce ifade ederdi. Ortamdaki
herkesin ona karşıt olan fikri benimsemiş olması hiç de
şaşırtıcı olmazdı. Bir keresinde bazı kitaplar almaya Üniversite
Kütüphanesi'ne gitmişti. Kütüphaneci kitapları ödünç vermeyi
reddetti. Bay Thoreau rektöre başvurunca kendisine, kitapla-
rın yakında yaşayan mezunlara, üniversiteye bağlı bulunan din
adamlarına ve kampüsten uzaklığı on mil yarıçapında bir çember
içinde kalan bazı kimselere ödünç verilmesine olanak tanıyan
birtakım kural ve uygulamalar olduğu beyan edildi. Bay Thoreau
rektöre demiryolunun eski uzaklık ölçülerini yerle bir ettiğini,
söz konusu kurallar bakımından kütüphanenin, hatta bizzat rektörün
ve üniversitenin işe yaramaz olduğunu, kendi adına üniversitenin
bir tek kitaplarından fayda gördüğünü, o an için hem
kitap talebinin bir emir olduğunu, hem de daha birçok kitap isteyeceğini,
dahası, kitapların asıl himayecisinin kütüphaneciden
çok bizzat kendisi Bay Thoreau olduğunu sert bir dille söyledi.
Sonuçta rektör talep sahibini fazlasıyla dişli buldu ve kuralların
gülünç hale geldiğini kabullenerek, Thoreau'ya o andan itibaren
kitaplar adına sınırsız ayrıcalık tanımak zorunda kaldı.
Thoreau'dan daha hakiki bir Amerikalı var olmamıştır. Ülkesine
ve onun koşullarına gösterdiği takdir benzersizdi; İngiliz
ve Avrupalı tutum ve beğenilerden sakınması onlardan tiksinti
derecesine varırdı. Londra çevrelerinden devşirilen haber ve
nükteleri zorlukla dinler, nazik olmaya çalışsa da bu anekdotlardan
bunalırdı. İnsanlar birbirlerini taklit ediyorlar, aynı kalıba
uyuyorlardı. Hayatlarını neden olabildiğince ayrı yaşamıyorlardı,
neden her kişi kendi yolunu tutmuyordu? Onun aradığı, en
enerjik yaradılıştı; Londra'dansa, Oregon'a gitmek istiyordu.
Günlüğünde şöyle demişti: "Büyük Britanya'nın her tarafında
Roma kalıntıları, mezar küpleri, ordugahlar, yollar, konutlar
keşfediliyor. Neyse ki New England, Roma kalıntıları üzerine
kurulu değil. Evlerimizin temelini eski bir uygarlığın külleri
üzerine kurmak zorunda değiliz."
Ne var ki köleliğin ve gümrük vergilerinin kaldırılmasını,
hatta neredeyse devletin kaldırılmasını desteklerken idealist
olduğu ölçüde, hem kendini güncel politikada temsil edilemez
bulduğunu, hem de bütün reformcular sınıfına toptan karşı
olduğunu söylemeye herhalde gerek yoktur. Gene de o, kölecilik
karşıtı oluşuma kayıtsız şartsız bağlılığını ifade etmiştir. Bu
anlamda, kişisel tanışıklık kurduğu birini istisnai bir saygıyla
onurlandırmıştır. John Brown tutuklandıktan sonra hakkında
henüz tek bir dostane sözcük söylenmemişken, Concord' daki
pek çok eve ve kuruma bildiriler yollayıp pazar akşamı şehir
toplantı salonunda John Brown'un konumu ve kişiliği hakkında
bir konuşma yapacağını, herkesin davetli olduğunu söylemişti.
Cumhuriyetçi Komite ve Kölecilik Karşıtı Komite ona bunun
zamansız olduğu ve tavsiye edilmediği şeklinde görüş iletti.
Onlara şöyle cevap verdi: "Ben size görüşünüzü sormadım;
konuşma yapacağımı bildirdim." Salon her partiden insanlar
tarafından saatler öncesinden doldurulmuştu ve Thoreau'nun
kahramana olan içten övgüsü herkesçe saygıyla dinlenmiş, pek
çokları kendilerinin bile şaşırdığı bir duygudaşlık göstermişti.
Plotinus için, bedeninden utandığı, bunun pek de boşuna
olmadığı söylenir: Soyut düşünüş insanlarında sıkça rastlandığı
üzere, bedeni ona yeterince hizmet etmediğinden, maddi dünyayla
baş etmekte zorlanırmış. Oysa Bay Thoreau en gelişkin ve
işe yarar türden bir bedenle donatılmıştı. Kısa boylu, sağlam yapılı,
açık tenli, mavi gözlü, sert ve ciddi bakışlı, vakur tavırlı bir
adamdı, yüzü son yıllarda kendisine yakışan bir sakalla kaplanmıştı.
Duyuları keskindi, vücudu adaleli ve dirençli, elleri güçlü
ve alet kullanımında becerikliydi. Hem bedenen hem zihnen
müthiş dinçti. Seksen metre mesafeyi adımlarıyla, başka birinin
alet edevatla ölçebileceğinden çok daha isabetli bir şekilde
ölçerdi. Söylediğine göre, geceleri ormanda yolunu ayaklarıyla,
gözleriyle olduğundan daha iyi bulabilirdi. Bir ağacın boyunu
gözleriyle okuyabilir, bir buzağı veya domuzun ağırlığını celep
kadar iyi tahmin edebilirdi. İçinde bir sürü kalem olan bir kutudan,
ellerini çabuk çabuk her daldırdığında birer düzine kalem
alabilirdi. İyi yüzer, iyi koşar, iyi paten kayar, iyi tekne sürerdi
ve günlük bir gezintide yürüyebileceği mesafeyle hemen her
taşralıyı geçebilirdi. Gene de beden ve zihin ilişkisi onda bizim
aktarabildiğimizden çok daha iyiydi. Bacaklarının her adıma can
attığını söylerdi. Yürüyüşünün uzunluğu, yazısının uzunluğunu
birebir belirlerdi. Eve kapanıp kaldığı zamanlar, tek kelime
yazmazdı.
Scott' ın romanında Rose Flammock, dokumacı babasını
överken, onun ketenbezi ve çarşaf ölçerken olduğu kadar duvar
kilimi ve atlas kumaş ölçerken de cetvel gibi hassaslık gösterdiğini
söyler ya, Thoreau' da da işte böyle kuvvetli bir sezgi vardı.
O, her zaman yaratıcıydı. Bir keresinde ağaç dikecek olup bir
torba meşe palamudu almıştım, bana onların sadece az bir kısmının
tutacağını söyleyerek torbadakileri incelemeye, iyilerini
ayırmaya başladı. Ancak bunun zaman alacağını anlayınca, "Sanırım
bunları suya koyarsam, iyileri dibe batar" dedi ve bu deneyin
başarılı olduğunu gördü. Bir bahçe, ev veya çiftlik ambarı
tasarlayabilirdi; bir "Pasifik Keşif Seferi" idare edebilirdi; en ciddi
özel veya kamusal meselelerde hukuki tavsiyede bulunabilirdi.
Günü yaşardı Thoreau; belleğin yükü altında ezilip sefil
olmazdı. Size dün yeni bir öneri getirdiyse, bugün ondan aşağı
kalmayacak yepyeni bir öneri getirebilirdi. Hem çok çalışkan
ve tüm üst düzey üretken insanlarda rastlandığı üzere zamanına
çokça değer atfeden biriydi, hem de kasabamızda güzel
şeyler vaat eden gezilere veya saatlerce sürecek sohbetlere vakit
yaratabilen tek kişiydi. Keskin duyarlılığı gündelik ihtiyat ilkeleriyle
çatışmaz, koşullara uygun düşerdi. Yemeğin en basitini
sevip yerdi, ama gene de biri sebze ağırlıklı bir perhiz önerse,
beslenmenin teferruat olduğu düşüncesiyle, "bufaloyu avlayan
kişi, karnını Graham'ın Evi'nde doyurandan daha iyi yaşıyor"
derdi. Ve şöyle derdi: "Demiryolu kıyısında uyuyup hiç rahatsız
olmayabilirsiniz: İnsanın doğası hangi seslerin kulak kabartmaya
değer olduğunu iyi bilir, tren düdüğünü duymazdan gelir.
Şeyler adanmış düşünceye saygı gösterir: Esrime hali kesintiye
uğramaz." Uzakta ender bir bitkiyi fark ettikten sonra aynısını
bulunduğu yerin civarında da keşfetmenin başına sıkça geldiğini
ifade ederdi. Sadece en iyi oyunculara nasip olan şans anları
gelip onu bulurdu. Bir keresinde yolda karşılaştığı bir yabancı
ona Kızılderili temrenlerini nerede bulabileceğini sorduğunda,
o, "Her yerde" demiş, hemen o an eğilip yerden bir tane
alıvermişti. Washington Dağı'ndaki Tuckerman Geçidi'nde
kötü bir şekilde düşüp ayağını burkmuş, ancak ayağa kalkarken,
hayatında ilk defa bir Arnica mollis görmüştü.
Güçlü ellerle donanmış capcanlı sağduyusu, keskin algısı ve
sağlam iradesi onun sade ve gizli yaşamında parıldayan yüceliği
açıklamaya yetmez. Temel bir gerçeği eklemem gerekir ki Thoreau'nun
içinde, maddi dünyayı ona sadece bir araç ve sembol
olarak gösteren, eşine az rastlanır insanlar sınıfına ait müthiş bir
bilgelik vardı. Şairlere bir tür düzensiz ve kesintili ışık bahşedip
şiirlerindeki süse katkı yapan böyle bir aydınlanma, onda ise,
asla dinmeyen bir içgörü niteliğindeydi; mizacın kusur ve kısıtları
perdelese bile tabi olduğu göksel görüşten vazgeçmiyordu.
Gençliğinde bir gün şöyle demişti: "Öteki dünyadır benim sanatım:
Kalemlerim başkasını çizmez, cebimdeki çakı başkasını
kesmez, benim için bir araç değildir o." İşte, onun fikirlerini,
söylemini, araştırmalarını, emeğini, yaşam akışını yöneten esin
perisi ve deha buydu. İnsanlığın arayış halindeki değerbiçicisiydi
o. Karşılaştığı kimseyi bir bakışta tartar, kültürün birtakım
inceliklerine duyarlı olmasa da muhatabının çapını ve kalıbını
kestiriverirdi. Onunla edilen sohbetin onun dehasına dair yarattığı
izlenim buradan gelirdi.
Eldeki meseleyi bir bakışta kavrar, konuştuğu kişilerin sınırlarını
ve noksanlarını görürdü; bu yaman gözlerden hiçbir şey
kaçmazdı. Duyarlı genç insanların defalarca kez, onun aradıkları
kişi olduğuna, yapacakları her şeyi kendilerine söyleyebilecek
olan en seçkin insanı bulduklarına çabucak inandıklarını gördüm.
Onun gençlerle ilişkisi şefkatli değil, amirane ve öğreticiydi;
onların küçük meselelerine tepeden bakar, zamanla ve pek
ağırdan ağıra, o da uygun görürse, evlerine konuk olma lütfunda
bulunur, ya da onları evine davet ederdi. "Onlarla yürüyüşe
çıkmaz mıydı?" "Bu, belli olmazdı. Onun için yürümekten daha
önemli bir şey yoktu; yürüyüşlerini yol arkadaşlığına harcayamazdı."
Bazı itibarlı gruplar onu ziyaret etmek isterdi, ama o
reddederdi. Hayranlık besleyen arkadaşları ona, kendi ceplerinden
karşılamak suretiyle Yellow Stone'a, Karayip Adaları'na,
Güney Amerika'ya gitmeyi teklif ederlerdi. Onun reddedişleri
ne kadar ciddi ve ince düşünülmüş olursa olsun, başkalarının
aklına züppe Brummel'in kendisine sağanak yağmurda at
arabasını öneren bir centilmene, "Peki, sen neyle gideceksin o
zaman?" demesini getiriyordu. Böyle daha ne kınayıcı suskunluklar,
içe işleyip insana gardını düşürten karşı konulmaz sözler
hatırlar dostları onda, neler neler!
Bay Thoreau dehasını öyle eksiksiz bir sevgiyle memleketinin
kırları, tepeleri ve sularına adamıştır ki onları tüm Amerikalı
ve okyanusaşırı okurlar için ilginç kılmıştır. Kıyısında doğup
öldüğü nehri pınarlarıyla ve Merrimack'e karışan akıntılarıyla
bilirdi. Onun üzerinde yıllar boyu yaz kış, günün ve gecenin her
saatinde gözlemler yapmıştı. Massachusetts Eyaleti tarafından
görevlendirilen Su Komisyonu'nun en son araştırmasının sonuçlarına,
onlardan birkaç yıl önce kendi özel deneyleriyle varmıştı.
Nehrin kıyısında, yatağında, üzerindeki hava akımlarında gerçekleşen
her olguyu; balıkları, üremelerini ve yuvalarını, davra-
nışlarını ve besinlerini; her sene bir geceliğine havayı dolduran
birgün sineklerini ve onları oburca yakalayıp yiyen balıkların
aşırı doygunluktan ölmesini; nehir sığlıklarındaki küçük balıkların
yuvaları olan, bazen bir el arabasından taşacak büyüklükteki
konik taş yığınlarını; akıntıyı ziyaret eden balıkçıl, ördek, angıt,
dalgıçkuşu, balık kartalı gibi kuşları; kıyıdaki yılanı, misk faresini,
su samurunu, dağ sıçanın,, tilkiyi; kıyıları seslere boğan
kaplumbağayı, kara ve ağaç kurbağasını, çekirgeyi pek iyi bilirdi.
Bunlar onun için sanki kasabanın insanları, ahbaplardı, öyle
ki onlardan herhangi birine dair kesip-biçme, santimlik boyut
ölçümü hikayelerini duyduğunda, iskelet teşhirlerini, likörde
bekletilen sincabı veya kuşu gördüğünde bunda saçmalık ve
şiddet bulurdu. Nehrin davranışlarından, sanki o hep kaideli bir
yaratıkmışçasına, gözlenebilir gerçekliğe dayalı bir kesinlikle söz
etmekten hoşlanırdı. Ve nehri bildiği gibi, bölgedeki gölleri de
bilirdi.
Onun kullandığı silahlardan biri, başka araştırmacılar için
mikroskop veya alkol imbiği neyse ondan daha önemli olarak,
ciddiyetle ortaya konduğu halde aslında haz yoluyla gelişmiş,
kendi kasabası ve civarını doğal gözlemler için başlıca merkez
olarak yüceltmesini sağlayan bir eğilimdi. Massachusetts bitki
örtüsünün Amerika'nın en önemli bitkilerinin tamamını, meşeyi,
söğütlerin çoğunu, en iyi çamları, dişbudağı, akçaağacı,
kayını, cevizi içerdiğine dikkat çekmişti. Kane'in "Kutup Seferi"ni,
ödünç aldığı arkadaşına geri verirken, "sözü edilen pek çok
fenomenin Concord'da gözlenebildiğini" belirtmişti. Gene de
kutuptaki gündoğumu-günbatımı çakışması veya altı ay sonun-
da beş dakika süren gün, Annursnac'ın ona sağlayamayacağı
eşsiz nitelikler olarak onu cezbediyordu. Yürüyüşleri sırasında
kırmızı kara rastlamış ve bana Concord'da Victoria regia
bulmayı umduğunu söylemişti. Yerel bitkilerin savunucusuydu
o; Kızılderili 'yi uygar insana yeğlediği gibi, dışarıdan getirilen
türlerdense bölgenin otlarını tercih ederdi; komşusunun kaba
fasulye sırıklarının kendi fasulyelerinden daha çok büyüdüğünü
görmekten sevinç duyardı. "Şu yabanıl otlara bak" derdi, "tüm
bahar ve yaz boyu milyon tane çiftçi tarafından çapalanmışlar,
ama gene de yenilmemişler, şimdi tüm yol kenarlarında, otlaklarda,
tarlalarda, bahçelerde zaferlerini kutluyorlar, öylesine
canlılık dolular." Ve şöyle devam ederdi: "Hak ettikleri isimleri
veremedik onlara; Domuzotu dedik, Pelinotu dedik, Kuşotu
dedik, Taşarmudu dedik; halbuki onların da görkemli adları var:
Amaranth, Ambrosia, Stellaria, Amelanchia."
Bence onun Concord meridyenini her şey için başlangıç olarak
alması, öteki enlem ve boylamlara dair herhangi bir bilgisizliği
veya horgörüsünden değil, tüm yerlerin benzerliğine ve her
kimse için en doğru yerin bulunduğu yer olduğuna dair görüşünden
kaynaklanıyordu. Bunu bir defasında şöyle ifade etmişti:
"Eğer ayağınızın dibindeki mantar sizin için tüm alemlerin en
lezzetli şeyi değilse, sizden hiçbir şey beklenemez."
Henry'nin elindeki, bilimin tüm engellerini aşmasını sağlayan
bir diğer silah da sabrıydı. Üzerinde durduğu kayanın
bir parçasıymış gibi hareketsiz oturmayı becerebilir, bu arada
ondan uzaklaşmış olan kuş, sürüngen veya balık geri gelerek
olağan davranışlarına döner, hatta merakla yaklaşıp onu incelerdi.
Onunla yürümek bir ayrıcalık ve zevkti. Bölgeyi bir tilki veya
kuş gibi bilir, arazinin içinden kendi yollarıyla serbestçe geçerdi.
Kardaki veya topraktaki her izi tanır, kendinden önce aynı yolu
hangi yaratığın tutmuş olduğunu kestirirdi. Kişi böyle bir rehbere
kendini kayıtsız şartsız teslim ettiğinde ödülü büyük olurdu.
Kolunun altında bitkileri kurutmak için eski bir müzik kitabı
taşır, cebinde günlüğünü, kalemini, kuşlar için büyütecini, mikroskopunu,
çakısını, kınnabını bulundururdu. Hasır şapka takar,
dikenli çalılara ve saparnalara kafa tutup şahin veya sincap yuvaları
için ağaca tırmanmak üzere sert tabanlı ayakkabı ve kalın gri pantolon
giyerdi. Su bitkileri için gölet sularına bata çıka gezinirken,
güçlü bacakları zırhının önemli bir parçası olurdu. Bir keresinde
su yoncalarını arıyordu, sonunda gölün ilerisinde onları tespit edip
çiçekçiklerini incelediğinde, onlar çiçekleneli beş gün olduğuna
karar verdi. Göğüs cebinden günlüğünü çıkardı, tıpkı bir bankacının
alacak-verecek hesabı tutması gibi, söz konusu tarihte çiçek
açması gereken tüm bitkilerin adlarını okudu. Örneğin, hanım
terliğinin ertesi güne kadar zamanı vardı. Düşündü ki, eğer bu
bataklıkta bir transtan uyansa, bitkilere bakarak yılın hangi zamanında
olduğunu bir iki günlük aralıkla söyleyebilirdi. Kızılkuyruk
uçuyordu havada; müthiş kırmızısı pervasızca bakanın gözünü
kamaştıran ve berrak, hoş ezgisiyle, Thoreau'ya göre sesinin kısıklığından
kurtulmuş bir tanager kuşuna benzeyen kardinal kuşu
geziniyordu etrafta. O esnada, gece ötleğeni olarak adlandırdığı
bir kuşun sesini duyduğunu söyledi; on iki yıldır peşinde olduğu,
her defasında bir ağaca veya çalılığa dalarken fark ettiği için tam
olarak tanımlayamadığı, aramanın da işe yaramadığı bu kuş, gündüz
ve gece ayırt etmeksizin öten tek kuş. Ona her kuşu tespit
edip kayda geçirmemesini, böyle giderse hayatın ona yeni bir şey
sunamaz hile geleceğini söyledim. Buna karşılık şöyle dedi: "Bir
şeyi yarı ömrün boyunca arar durursun, günün birinde ailenle
akşam yemeğindeyken her şeyiyle çıkar karşına. Hayal gibidir,
gördüğünüz an seni çoktan teslim almıştır bile."
Çiçeklere veya kuşlara olan ilgisi zihninin derinlerinde yatardı,
doğrudan Doğa'yla bağlantılıydı - ve Doğa'nın anlamı onun
tarafından asla tanımlanmamıştı. Gözlem yazılarını Doğa Tarihi
Topluluğu'na (Natura/ History Society) sunmayı düşünmezdi.
"Neden düşüneyim ki?" derdi: "Tanımı zihnimdeki bağlantılarından
koparmak, onun benim için gerçekliğini ve değerini
yitirmesine sebep olur: Üstelik öteki kimseler de bu bağlantıyla
ilgilenmezler." Onun gözlem gücü başka duyuların varlığına işaret
ediyordu. Sanki mikroskopla görüp kulak borusuyla duyardı;
belleği görüp duyduğu her şeyin fotografık kaydı gibiydi.
Asıl önemli olanın, gerçeklikten ziyade onun zihindeki izlenimi
ve etkisi olduğunu ondan iyi kimse bilemezdi. Her gerçek, onun
zihninde ihtişam içerisinde durur, bütünün düzen ve güzelliğini
yansıtırdı. Doğa tarihine olan hırsı, organikti. Kendini bazen
bir tazı veya panter gibi hissettiğini, Kızılderili olarak doğsaydı
muhakkak yaman bir avcı olacağını söylerdi. Ancak Massachusetts
kültürüyle kısıtlanmış olarak, aynı oyunu daha ılımlı bir
botanik ve balık bilimi biçiminde oynuyordu. Hayvanlara olan
yakınlığı, Thomas Fuller'ın arı bilimci Butler için söylediği,
"ya arılar ona bir şeyler söyledi, ya da o arılara" sözünü hatırlatıyordu.
Yılanlar onun bacağına sarılırdı; balıklar avucuna yüzerdi
ve o onları sudan eliyle alırdı; dağ sıçanını kuyruğundan tutup
deliğinden çıkarırdı; tilkileri avcılardan korurdu. Kusursuz bir
yücegönüllülüğü vardı bu doğa bilimcimizin; sırları yoktu: Balıkçılın
uğrağına da götürürdü sizi, botanik açısından en değerli
gördüğü bataklığa da - herhalde bilirdi sizin orayı tekrar bulamayacağınızı,
gene de bu riski almak isterdi.
Ona hiçbir üniversite onur derecesi ya da hocalık vermemiştir;
hiçbir akademi onu kuruma bağlı araştırmacı, danışman veya üye
yapmamıştır. Belki de bu eğitim kurumları onun varlığının ironisinden
korktular, kim bilir? Gelgelelim pek az kimse Doğa'nın
ruhunun ve sırlarının bilgisine onun kadar vakıf olmuştur - hatta
bütünlüklü ve manevi bir sentez söz konusu olduğunda, ondan
başka hiç kimse. Çünkü o, başka kimselerin veya kurumların
fikrine zerre kadar itibar duymayıp gerçeğin ta kendisine bağlılık
göstermiş, başka araştırmacılardaki nezaketen taviz verme
eğiliminin onları değerden düşürdüğünü düşünmüştür. Önceleri
kendisine bir garabet gözüyle bakan hemşerilerinden zamanla
saygı ve takdir görmüştür. Ona haritacılık işi veren çiftlik sahipleri
kısa sürede onun eşsiz becerisi ve isabetliliğini, kendi arazilerine,
ağaçlara, kuşlara, Kızılderili kalıntılarına vb. dair bilgisini fark etmişler,
böylece ondan kendi çiftlikleri hakkında önceye göre çok
daha fazla bilgi edindikçe, arazileri üzerinde Bay Thoreau'nun
kendilerinden daha fazla hak sahibi olduğu hissine kapılmışlardır.
Herkese yerel bir otoriteyle hitap eden bu karakterin üstünlüğünü
onlar da teslim etmişlerdir.
Concord bölgesi Kızılderili kalıntılarıyla -temrenler, taş
keskiler, havan tokmakları, çömlek parçaları- dolup taşar; ve
yerlilerin nehir kıyısında sıkça uğradığı alanları istiridye kabuğu
ve kül yığınları belirler. Thoreau için bunlar ve Kızılderilileri ilgilendiren
her durum önemliydi. Onun Maine ziyaretleri büyük
ölçüde Kızılderili sevgisindendi. Ağaç kabuğundan kano imal
edilmesini görmekten, hatta bizzat onun üzerine binip akıntıda
şansını denemekten keyif duyardı. Taş temren yapımına çok
meraklıydı ve son günlerinde, Rocky Dağları'na gitmekte olan
bir gence, kendisine "bunu öğrenmek üzere California'ya gitmeye
değeceğini" söyleyebilecek bir Kızılderili bulma görevi vermişti.
Bazen küçük bir Penobscot Kızılderilileri grubu Concord'a
uğrar, çadırlarını yazın birkaç haftalığına nehir kıyısına
kurardı. Thoreau, her ne kadar Kızılderililere sorular sormanın
kunduzları ve tavşanları sorgu suale çekmekten bir farkı olmadığını
bilse de, onlarla arkadaşlık kurmayı ihmal etmezdi. Maine'e
son ziyaretinde, kendine haftalarca rehberlik eden zeki Oldtown
Kızılderilisi Joseph Polis'ten büyük memnuniyet duymuştu.
O, her doğal gerçeğe eşit derecede meraklıydı. Algısının
derinliği Doğa'nın tümünde yasanın benzerliğini bulurdu: Tekil
örnekten evrensel yasaya onun kadar çabuk varabilen başka bir
deha tanımıyorum. Belirli bir alanın bilgiçi değildi o. Gözü her
zaman güzelliğe, kulağı her zaman müziğe açıktı. Bunları nadir
durumlarda değil, gittiği her yerde bulurdu. En iyi müziğin basit
ezgilerde olduğunu düşünür, telgraf telinin tınlamasında şiirsel
bir çağrışım yakalardı.
Onun şiiri kimine göre iyi, kimine göre kötüdür; her halükarda
lirik akıcılık ve teknik beceri konusunda noksandır;
ancak şiirinin kaynağı onun manevi sezgisinde yatar. İyi bir
okur ve eleştirmendi o; beğenisi şiirin temeline yönelikti. Herhangi
bir terkipte şiirsel öğenin varlığı veya yokluğuna dair asla
yanılmazdı; buna olan açlığı onu yüzeysel incelikler konusunda
umursamaz, hatta horgörülü yapmıştır. Pek çok zarif kafiyeyi
esgeçer, ancak bir kitaptaki her canlı dörtlüğü veya dizeyi tespit
ederdi; düzyazıda benzeri bir şiirsel tılsımı nerede bulacağını
da iyi bilirdi. Manevi güzelliğe öylesine tutkundu ki yazılmış
tüm şiirleri bu güzelliğe kıyasla biraz hafifserdi. Aiskhylos'u
ve Pindaros'u beğenirdi, ancak başka biri onları övdüğünde
şöyle demişti: "Aiskhylos ve Yunanlar, betimledikleri Apollon
ve Orpheus'u gerektiği gibi şarkılaştıramadılar. Onlar ağaçları
kımıldatıp yürütmek yerine tanrılara öyle bir ilahi söylemeliydiler
ki bu, tüm eski fikirleri kafalarından atmalı, içeri yenilerini
buyur etmeliydi." Thoreau'nun kendi dizeleri sıklıkla kaba ve
kusurludur: Altın katışıksızca akmaz burada, cüruflu ve hamdır;
kekik ve mercanköşk henüz bal olmamıştır. Ne var ki lirik
incelik, teknik meziyet ve şiirsel mizaç konusunda noksan da
olsa, nedensel düşünce onda her zaman tamdır ve bu, onun
dehasının becerilerinin ötesinde olduğunu gösterir. O, insan
yaşamının yüceltilmesi ve avuntusu adına lmgelem'in değerini
bilir, her düşünceyi bir sembole dönüştürmeye bayılırdı. Aslında
aktardığınız gerçeğin bir değeri yoktur; izlenim önemlidir. İşte
bu nedenle, onun bilinci şiirseldi; zihnin gizlerini derinlemesine
bilme merakını ateşler dururdu. Gene de muhtelif çekinceler
taşırdı; kendi gözünde kutsal olanı bayağı gözlere sergilemekte
isteksizdi: Deneyimin üstüne şiirsel bir örtü atmasını bilirdi.
Walden'ın okurları, onun, hüsranlarını nasıl efsaneleştirerek
aktardığını hatırlayacaktır:
"Epey zaman önceydi, bir tazımı, bir doru atımı, bir kumrumu
kaybettim ve hala onların peşindeyim. İzlerini, hangi
seslere tepki verdiklerini tarif ederek, onlar hakkında pek çok
gezginle konuştum. Tazıyı ve atın yürüyüşünü duymuş, hatta
kumrunun bir bulutun ardında yitip gittiğini görmüş olan bir
iki kişiyle karşılaştım; onları geri getirmek için sanki kaybeden
kendileriymiş gibi telaş içindeydiler."
Onun nükteleri okunmaya değer olurdu; ve kabul etmeliyim
ki, eğer ifadeyi o an için anlayamıyorsam, bu henüz ona hazır
olmadığım anlamına gelirdi. Onun gerçekliği o denli zengindi
ki sözcükleri boş yere kullanmakla vakit harcayamazdı. "Canayakınlık"
(Sympathy) adlı şiiri, çelik gibi bir metanetin ardındaki
yumuşaklığı ve onun hayat verdiği entelektüel bir inceliği ortaya
koyar. Klasik şiiri "Duman", Simonides'i1 andırır ama Simonides'in
tüm şiirlerinden iyidir. Onun yaşamöyküsü dizelerindedir.
Ondaki düşünce alışkanlığı tüm şiirini, kendisine can ve yön
veren Ruh'a, Nedenler Nedeni'ne yazılmış bir tür ilahi yapar.
"Duyuyorum şimdi, eskiden kulaklarım vardı;
Görüyorum, eskiden gözlerim vardı;
Yaşıyorum şimdi, eskiden yıllar geçerdi;
Kavrıyorum hakikati, eskiden kuru kuruya bilmek vardı. "
Şu manevi dizelerde dahası da vardır:
'1şte şu andır doğduğum saat,
Şu andır ömrümün altın çağı;
Kuşku/anmayacağım dile gelmeyen aşktan,
Odur ne liyakatle ne istekle kazanılan,
Gençlikte ve yaşlılıkta beni cezbeden,
Beni bu akşama kadar getiren. "
Thoreau "İlham"
(lnspiration) adlı mistik şiirinden.
Yazılarında kiliselere ve din adamlarına atıfta bulunurken
bazı iğneleyici ifadeler kullanmış da olsa, o aslında eşsiz, incelikli,
mutlak bir dinin insanıydı; düşüncede ve eylemde küfre düşmesi
imkansızdı. Elbette özgün düşünüş ve yaşayışına ait olan el
etek çekmişlik onu sosyal din biçimlerinden uzak tutuyordu. Bu
kınanacak veya vahlanılacak bir şey değildir. Aristoteles bunu
çok önce açıklamıştı: "Hemşerilerine erdemde üstün olan kimse,
artık şehrin bir parçası değildir. Kanunlar ona uymaz, çünkü o
kendi kendisinin kanunudur."
Thoreau esaslılığın varlık bulmuş haliydi; manevi yaşamıyla
peygamberlerin ahlak kanunlarına dair hükmünü haklı çıkarırdı.
Onunki, göz ardı edilmesi imkansız olan, olumlayıcı bir deneyimdir.
O, en derin ve katı sohbete gücü yetebilen bir hakikat
sözcüsüydü; her ruhun yaralarına göre bir hekimdi; sadece dost-
luğun sırrını değil, aklın ve yüce kalbin derin değerini de bilen,
kendisine günah çıkarıcı ve peygamber olarak başvuran bir avuç
insan tarafından neredeyse tapılan bir dosttu. Dinin veya manevi
adanmışlığın belirli bir türü olmaksızın hiçbir büyük şeyin başarılamayacağını
düşünürdü: Öncelikle mezhepçi bağnazın bunu
aklına yazması gerekirdi.
Meziyetleri elbette bazen uçlara kayardı. Bu gönüllü münzevinin
onu aslında olmayı istediğinden çok daha yalnız kılan
katılığını, herkesten tam hakikati talep eden ödün vermezliğine
bağlamak mümkündü. Kendinde olan kusursuz doğruluğu
başkalarından da beklerdi. Suçtan tiksinti duyardı ve ona göre
hiçbir dünyevi başarı bunun üstünü örtemezdi. Kandırmacayı,
soylu ve zengin kimselerde de dilencilerde olduğu gibi netlikle
tespit eder, ikisine eşit derece nefretle bakardı. İlişkilerinde öyle
tehlikeli bir açıksözlülüğü vardı ki sevenleri onu bazen "Korkunç
Thoreau" olarak adlandırırdı: Sanki suskunken konuşur
gibiydi, ayrılıp gittiğinde geriye varlığı kalırdı. Bence onu yeterli
insan yoldaşlığından mahrum bırakan, ilkesindeki bu kararlılık
olmuştur.
Şeylerde görünüşlerinin zıddını bulmak yönündeki realist
alışkanlığı, onu her ifadeyi bir paradoksa dökmeye yöneltiyordu.
Erken dönem yazılarını, sonraki yazılarında o denli ön planda
olmayan bir tür söz oyunu, her kelime ve fikrin yerine onun
taban tabana zıddını koyan belirli bir karşıtlık alışkanlığı bulandırıyordu.
Vahşi dağların ve kış ormanlarının "uygar havasını"
övüyor, karda ve buzda "boğucu sıcağı" buluyor, yaban doğanın
Roma'yı ve Paris'i andırdığını ileri sürüyordu. "Öyle kuruydu ki,
ıslak diyesiniz gelirdi."
Anın değerini büyütme, gözün önündeki tek bir nesne veya
bileşimde Doğa'nın tüm yasalarını okuma eğilimi elbette filozofun
özdeşlik algısını paylaşmayan kimselere gülünç görünecektir.
Onun için boyutların bir önemi yoktu. Gölet, küçük bir
okyanustu; Atlantik, büyük bir Walden Gölü'ydü. Gerçekliğin
küçük ayrıntılarını bile kozmik yasalara bağlardı. Her ne kadar
hakkaniyetli olmaya çalışsa da, günümüz biliminin tamlık
iddiasında olduğu şeklindeki bir varsayımı kafasından atamaz,
bilginlerin falanca botanik çeşitliliğin ayrımını gözden kaçırıp
tohumların tarifini veya yaprakların sayımını ihmal ettiklerini
tespit edip dururdu. Bunu şöyle yanıtlardık: "Demek oluyor ki
bu taşkafalılar senin gibi Concord'da doğmamışlar, ama aksini
zaten kim söyledi? Ne yazık ki onlar Londra'da, Paris'te veya
Roma'da doğmuşlar; gene de, Bateman's Pond'u, Nine-Acre
Corner'ı, Becky-Stow's Swamp'ı hiç görmedikleri göz önünde
bulundurulursa, zavallılar ellerinden geleni yapmış sayılırlar.
Ama bu gözlemi yapmak, zaten sen daha dünyaya gelirken senin
görevin değil miydi?"
Yalnızca düşünsel bir dehası da olsa, yaşadığı hayata uygun
biriydi o; gene de enerjisi ve pratik becerisiyle dünyaya daha
büyük girişimler ve liderlik için gelmiş gibiydi; bu yüzden onun
eşsiz eylem gücünün boşa harcanmış olmasına üzülüyor, yüksek
bir hırsı olmamasını kusur olarak saymaktan kendimi alamıyorum.
Bu önemli eksiğinden dolayı, tüm Amerika için bir şeylere
önderlik etmek yerine yaban mersini keşfine çıkanların başı
olmakla yetindi. İleride bir gün havanda fasulye dövmek imparatorlukları
şekillendirmek adına yararlı olabilir - ama uzun
yıllar sonunda, mesele hala fasulyeyse, eyvah ki eyvah!
Ancak bu zayıflıklar, ister gerçek ister görünüşte olsun,
capcanlı ve bilgelik dolu bir ruhun durmakbilmez gelişiminde
hızla silinip gider, yenilgiler yeni zaferlerle telafi edilirdi. Doğa
çalışmaları onun ebedi süsüydü; bu, arkadaşlarına dünyayı onun
gözlerinden görüp onun serüvenlerini dinleme hevesi aşılardı.
O, insanlara her türden özgünlüğü sunardı.
Alışıldık güzelliği alaya alır, öte yandan kendinde türlü
güzellikler taşırdı. Örneğin, kendi ayak sesine ve çakıltaşı sürtünmesine
dayanamadığından yolda yürümemeyi tercih eder,
çimenlerden, tepelerden, ağaç korularından giderdi. Duyuları
keskindi; geceleri her evin mezbaha gibi kötü hava yaydığını
söylerdi. Sarıyoncanın saf kokusunu severdi. En başta nilüfer,
gentiyan, Mikania scandens, ölmezotu ve her yıl Temmuz
ortasında çiçek açtığı zaman ziyaret ettiği ıhlamur ağacı olmak
üzere, bazı bitkilere özel değer verirdi. Kokuda görüntüye kıyasla
çok daha derinlikli -daha derin ve güvenilir- bir sezgi
bulurdu. Çünkü koku, öteki duyulardan gizleneni açığa vurur.
Thoreau onda topraksılığı tespit ederdi. Ormandaki yankılardan
keyif duyar, işittiği yegane çocuksu sesin onlar olduğunu söylerdi.
Doğayı öyle çok sever, oradaki yalnızlığından öyle mutlu
olurdu ki, şehirden, onun düzenlilik ve yapaylığının insanla,
insanın eviyle ortaya koyduğu üzücü yapıttan tiksinti duyardı.
Söz gelimi, ormanı sürekli mahveden balta için, "Tanrıya şükür
ki bulutları kesip biçemiyorlar!" derdi: "Masmavi zeminde bu
yoğun beyaz boyayla türlü şekiller çizilebiliyor."
***
Buraya, onun yayımlanmamış el yazmalarından, sadece onun
düşünceleri ve hislerine dair kayıtlar olmayıp aynı zamanda
onun betimleme gücü ve edebi yetkinliğinin örnekleri olan bir
dizi cümle ekliyorum.
"Bazı rastlantısal deliller çok çarpıcıdır: sütte alabalık bulmak
gibi."
"Kefal yumuşak bir balıktır ve haşlanıp tuzlanmış kese kağıdı
tadındadır."
"Çocuk, malzemeleri, aya ulaşacak bir köprü veya dünya
üzerinde bir saray, bir tapınak yapmak için yan yana dizer; ancak
nihayet yetişkin adam, malzemelerle odunluk yapmak gerektiği
sonucuna varır. "
"Ağustos böceği zzz'lıyor."
"Nut-Meadow deresi boyunca zikzak çizen yeşil dikenler."
"Şeker, damak tadı için, sesin sağlıklı bir kulak için olduğu
kadar tatlı değildir."
"Ateşe birkaç katranağacı dalı attım, yanan yapraklardaki tuzun
ve sayısız zerrenin çıtırtısı kulağıma hardal tadı verdi. - Olü
ağaçlar ateşi sever."
"Göğü sırtında taşır mavikuş."
"Tanager, yeşilliğin içinden yaprakları tutuşturacakmışçasına
geçiyor."
"Yönümü at kılı kullanarak tayin etmek istesem, önce ahıra
gitmem gerekir; keskin gözlü serçe ise dosdoğru yola çıkıyor."
"Ölümsüz su: Dış yüzeyiyle bile capcanlı."
"En katlanılabilir üçüncü şahıstır ateş."
"Doğa eğreltiotlarını, o surette neler yapabileceğini göstermek
için sırf yapraktan yapmıştır."
"Hiçbir ağacın kayın kadar hoş bir gövdesi ve zarif bir ayak
tarağı yoktur."
"Bu güzelim gökkuşağı tonları bizim kapkara nehrin dibinde,
çamurda gömülü duran tatlı su istiridyemizin kabuğuna nasıl
geçebilmiş?"
"Bebeğin ayakkabıları ikinci ayaksa, belli ki zor zamanlardır.
"Özgürlük verdiğimiz insanlara tutsak oluruz."
"Korku kadar korkulacak bir şey yoktur. Tanrıtanımazlık bile
Tanrı nezdinde daha makbul olabilir."
"Bir şeyleri unutmuş olmanızın ne önemi vardır? Az bir düşünce
bile tüm dünyanın zangocudur."
"Karakterin ekin vaktini yaşamamış birinden düşünceler hasadı
bekleyebilir miyiz?"
"Yalnızca beklentilere yanık bir tenle yanıt verene sunarız
mükafatları."
"Erimeyi diliyorum. Kendilerini eriten ateşe karşı yumuşak
olmalarını, sadece metallere söyleyebilirsiniz. Başka hiçbir şeye
karşı yumuşak olamaz onlar."
***
Botanikçilerin bildiği, bizim "ölmezotu" olarak adlandırdığımız
yaz bitkisiyle aynı cinsten, Gnaphalium benzeri bir çiçek
vardır; Tirol Dağları 'nda dağ keçilerinin bile yürümekten çekindiği
en ulaşılmaz uçurumlarda yetişir; bazen sevgilileri için
onun güzelliğinin peşine düşen avcılar (İsviçreli kızlar ona müthiş
değer verdiğinden), sırf onu toplayabilmek için söz konusu
uçurumlara tırmanır ve bazen düşüp ölmüş olarak, ellerinde bu
çiçekle bulunurlar. Botanikçiler ona Gnaphalium leontopodium
derler; İsviçreliler ise, Asil Saflığı temsil eden Edelweisse. Thoreau
bana, zaten kendine ait olan bu bitkiyi elde etme ümidiyle
yaşıyor gibi gelirdi. Çalışmaları uzun bir ömrü gerektirecek kadar
büyük bir ölçekte ilerliyordu ve onu aniden yitirmeye fazlasıyla
hazırlıksız yakalandık. Ülkemiz henüz nasıl bir evladını
yitirdiğini bilmiyor. Onun hiç kimsenin tamamlayamayacağı bir
işi yarıda bırakıp gitmiş olması ne büyük bir darbedir: Henüz
çağdaşlarına kim olduğunu tanıtmamışken Doğa'dan ayrılmış
olması, böylesine yüce bir ruha sürülmüş bir tür lekedir. Ancak
o, mutludur gene de. Ruhu en soylu topluluk için yaratılmıştı;
kısa yaşamında bu dünyanın olanaklarını tüketmişti: Her nerede
bilgi, her nerede erdem, her nerede güzellik varsa - orası olacaktır
onun yuvası.
*
Yazının orjinal metni için:
https://www.theatlantic.com/magazine/archive/1862/08/thoreau/306418/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder