Yakından Bakmak: Katırtırnağı



Pencereden gelen hafif esintiyle içim Katırtırnağı çiçeğinin hoş kokusu ile doluyor - ki Leopardi'nin bu hoş kokulu çiçek için yazdığı uzunca şiirinde konusu geçmese çekmeyecektim böyle içime, bilmeyecektim bu kokuyu, yüzyılların tıpasını kaldırmış gibiyim şimdi.

Giacomo Leopardi (1798 - 1837) kısa yaşamında Recanati'deki baba evinde uzun yıllar geçirmiş; umut, düş ve istekler içinde harcadığı pişmanlıkla geçen uzun yıllar. Hem Yalnız Serçe şiirinde hem de Anılar'da, Recanati'de kendini "bu kupkuru yaşamda açan tek çiçek" gibi görür. Hastalıklı bedeni ve utançla taşıdığı kamburu onun sisifos'un taşıdır. Bu kambur hep düşündürmüştür beni. Çirkin bir kadın olduğu rivayet edilen Sappho için de şu mısraları yazar:

"Ne ki, dış görünüşe, güzellere
sonsuz bir iktidar verdi Babamız
insanlar arasında; ister yiğit olsun,
ister usta, liriyle, türküsüyle;
parıldamıyor erdem çirkin bedende."

Kara, kapkara şiirleri acının, melankolinin en canlı örneklerini taşır. Hem şiir ve düz yazılarından parçaları hem de Eugenia Borgna'nın umut, intihar, can sıkıntısı, melankoli, bekleyiş gibi kavramlar üzerinden yola çıkarak irdelediği Leopardi yazılarını iki yaz önce blogda paylaşmıştım.

N. de onu seviyor: 1880 yılının sonlarına ait defterlerinden birine Leopardi'nin Sonsuzluk şiirinin son mısralarını alıntılamış: Keyif alırım bu denizde batan gemide olmaktan!



Katırtırnağı  ya da
 Çöl Çiçeği / Leopardi 



Ey hoş kokulu katırtırnağı, 
çöl çiçeği; sen bu ürkütücü dağın, 
soykıran Vezüv’ün çorak 
yamacındasın; salarsın yalnızlığı seven 
salkımlarını etrafa; ne bir ağacın ne bir 
çiçeğin şenlendirebileceği bu yerde, 
sadece sen varsın.


Seni bir başka yerde de gördüm; 
süslüyordun zarif saplarınla 
bir zamanlar ölümlülerin baş tacı 
ettikleri kentin çevresindeki 
terk edilmiş toprakları. Suskun ve 
Ağırbaşlıydı bu topraklar; sanki tanıklık 
ediyor ve anımsatıyorlardı gelip geçene 
bir zamanların koca imparatorluğunu
Bir kez daha görüyorum şimdi seni; 
İnsanlığın terk ettiği bu topraklarda;
 hüzünlü yerlerin dostu, 
mutsuz yazgıların yoldaşı olarak.
İşe yaramaz küllerle kaplı ve gelen 
geçenin ayakları altında çatırdayan, 
taşlaşmış lavlarla örtülü bu yerler 
şimdi yılanların yatağı:
Kıvrılıp yatarlar güneşin altında 
ve gene bu yerlerde tavşan, ayağının
alışık olduğu lavların içine gizlediği 
yuvasına döner. Oysa bir zamanlar bu 
yerlerde ekin tarlaları ve neşe taşan 
villalar vardı, başak sarısına boyalı; 
yankılanırlardı sürülerin böğürtüleriyle; 
parklar vardı ve saraylar; işsiz, güçsüz 
beylerin, paşaların gözde dinlenme yeriydi.
Ünlü kentler vardı. Ne ki, kendini beğenmiş 
Vezüv alev kusan ağzından çıkardığı 
lavlarla gömdü toprağa, halkıyla beraber.

Her taraf şimdi harabe. Ey soylu çiçek, 
bulunduğun yerde yeşeriyorsun; sanki 
başkalarının başına gelenlere acıyarak, 
yayıyorsun hoş bir koku etrafına, 
çölün avuntusu olarak.



Gelsin bu yamaçlara, yaşadığımız koşulları 
durmadan överek yücelten kişi ve görsün 
sevecen Doğa’nın biz insanlarla nasıl ilgilendiğini.
Ancak böyle bir yerde bilecektir hakkıyla 
ne denli güçlü olduğunu insan soyunun: 
Beklemediği bir anda hafif bir 
darbeyle, insanı yerden yere vurur 
acımasız üvey anne ve hemen ardından daha 
hafifiyle tümden yok olduğunu görecektir 
insanoğlunun. Bu yamaçlarda çizildi
yükselen ve görkemli yazgıları insanların.

Buraya bak ve kendini burada tanı,
ey kendini beğenmiş aptal yüzyıl:
Uzağında kaldın, ileri düşüncenin 
çizdiği yolda yeniden doğan düşüncenin; 
uzanmıştı sana dek oysa. Sen geriye 
dönmeyi yeğledin; dahası gurur duydun 
bundan ve adım da ilerleme koydun.
Kötü yazgılarından ötürü seni baba
diye çağıran tüm aydınlar yaltaklandılar 
senin çocukça düşlerine, içlerinden
kimi zaman alay etseler bile.
Böyle bir utanç duygusu ile 
inmeyeceğim ben gömüte; 
açmadan mümkünse sana duyduğum 
nefreti kalbimde;
yaşadığı zamanda sevilmeyen insanın 
unutulacağını bile bile.



Aynı şeyden şikâyet ederiz, sen 
ve ben; ama daha şimdiden 
umursamadığın çok belli.
Özgürlük düşlüyorsun sen;
ne ki, prangaya vurmak istersin düşünceyi
eskisi gibi. Düşüncedir yalnızca, bizi bir
ölçüde kurtaran barbarlıktan,
ulaştık, odur insanlığın
yazgısını iyiye götüren uygarlığa.
Öyle ürküttü ki bizi bu gerçek;
Doğa’nın bizlere sunduğu acımasız yazgı
ve sefil yaşam koşullarıyla,
sırt çevirdin bu nedenle korkaklık ederek,
onu açığa çıkaran ışığa. Kaçtın aydınlıktan;
korkak dedin onu izleyene;
kurnaz ve çılgınca davranıp kandıran
kendisini ve başkalarını; yaşam koşullarını
göklere çıkaran büyüktür senin gözünde.

Yoksul ve çelimsiz, hasta 
ama soylu ve cömert kimse vermez 
kendisine varsıl havası ve güçlü edası; 
ne de sayar kendisini öyle;
olduğu gibi görünüp, düşmez gülünç 
duruma halkın içinde.

Utanç duymaz güçten ve paradan
yoksun gözükmekten ya da açık açık 
söylemekten ve neyi var neyi yok 
değerlendirirken kaçırmaz gerçeği bir an 
olsun gözünden.
Aptalın tekidir o bana göre, 
sanmam ki akıllı olsun, ölmek için doğan 
ve acıyla beslenen ama keyif almak için 
yaratıldığını söyleyen.
Azgın denizler; fırtınalar ya da 
yer sarsıntılarının yok ettiği; 
anıları bile akılda zor kalanlara, 
yalnız dünyanın değil, 
evrenin bile tanımadığı görkemli yazgılar 
ve işitilmedik mutluluklar söz vererek, 
iğrenç bir gururla kâğıtlar dolduranlar da, 
sanmam ki akıllı olsun.


Gerçek soylu odur ki 
cesaret eder çevirir ölümlü gözlerini 
ortak kaderimize ve saptırmaz gerçeği 
ve açık seçik söyler alnımıza yazılmış 
kötü yazgıyı; bağlı olduğunu 
insanoğlunun pamuk ipliğine.
Gerçek soylu odur ki büyüklük 
ve yüreklilik gösterir, ıstırap içindeyken bile; 
ne de suçlar insanı acısından ötürü, 
katarak acısına kardeş kini ve nefreti,
tüm felaketlerin en ağırını.
Ama bilir suçun kime
yüklenmesi gerektiğini;
arar ve bulur gerçek suçlunun kimliğini:
Doğururken biz ölümlüleri, anadır bize;
üvey ana kesilir başımıza düşüncesinde.
Onu düşman bilir ve ona karşı insan soyunun
-gerçekte olduğu gibi- daha başından
beri dayanışma içinde olduğunu ve
savaş düzenine geçtiğini düşünür;
 birleşik olduklarına karar verir insanların 
ve yürekten kucaklar hepsini; 
el uzatır onlara kendisine dair 
ortak bir savaşın çeşitli tehlikeleri ve 
sıkıntıları baş gösterdiğinde 
aynı şeyi bekler onlardan.
Aptallıktır;


ona göre, insanı incitmek silahlanarak, 
ve tuzak kurmak, engel çıkarmak yakınına, 
tıpkı savaş meydanlarında düşman askerleriyle 
çevriliyken, savaşın en şiddetli anında, 
düşmanı bırakıp, omuz omuza çarpıştığı 
askerlerle dalaşmak ya da ortalığa korku salarak 
elinde kılıç kendi arkadaşlarının arasına dalmak gibi. 
Bu tür düşünceler eskiden olduğu gibi toplumun her kesimince 
bilindiğinde ve ölümlüleri acımasız Doğa’ya karşı ilk kez 
bir araya getiren o korku yeniden ele alındığında 
bilimsel verilerle; insanlar arasındaki doğruluk ve 
dürüstlük kavramı, adalet ve merhamet duyguları 
boş laflara dayanmayacak artık ve 
bir başka temel arayacak kendisine. 
Dayanırsa halkın namusu bu boş laflara, 
ancak temeli bozuk bir yapı kadar 
kalabilir ayakta.



Taş kesilmiş, sanki dalga dalga, 
lavların koyu renge boyadığı bu ıssız 
yamaçlara sık sık gelir otururum geceleri; 
görürüm yükseklerden alev alev
yandığını yıldızların, denizin ayna gibi
yansıttığı uzaklardan; bu görülmedik
mavilik içinde gökyüzünü; bu hüzünlü
çorak topraklar üstünde; her taraf
kıvılcımlarla dolu; ışıl ışıldır dünya bu
sonsuz boşlukta.

Gözlerimi o ışıklara
diktiğimde, bir nokta gibi görünürler
gözüme; oysa sınırsız boyuttadır
büyüklükleri gerçekte; bir nokta kadar
ufaktır yanında deniz ve toprak. Tümden
habersizdir bu yıldızlar insandan; insan
ne ki, dünyadan; insan bir noktadır onun
yanında. Bakarım çok daha ötelere
sonsuz uzaklıktaki yıldız kümelerine;
bir sis perdesi gibidir gözümün önünde;
yalnız insan değil, dünya da değil,
görülmedik sayıda ve yoğunlukta
yıldızlarımız, buna altın renkli güneş de
dâhil, tümü birden ya hiç gözükmezler bu
yıldız kümelerine ya da kendileri
nasıl görünürlerse dünyadan, tıpkı öyle, bir bulutlu
ışık noktasıdır gözlerinde.

İşte o zaman, ey insanoğlu,
acımamak elde mi senin hâline? 
Anımsadıkça yeryüzündeki durumunu 
-şu anda bastığım bu toprak tanığıdır bunun- 
ve evrenin kralı, son ereği olarak yaratılmış 
olduğuna inandığını; dahası, adına dünya 
dediğimiz bu karanlık kum tanesinin üzerinde, 
evreni yaratanların, senin aşkına, gökten inip 
gelerek, benzerlerinle seve seve 
söyleştiklerini düşlemekten nasıl 
bir mutluluk duyduğunu; sanki tüm çağları, 
bilgi ve uygarlıkta sollayan;
alay konusu olmuş boş lafları yeniden 
gündeme getiren ve bilge kişileri küçümseyen 
çağımızı düşündükçe; sana karşı, ey mutsuz 
ölümlü, hangi duygu, hangi düşünceyi 
besleyeceğimi kestiremiyorum. Gülsem mi 
yoksa ağlasam mı hâline bilemiyorum.



Nasıl ki sonbaharın ilerlemiş
günlerinde küçük bir elma düşer dalından,
hiçbir zorlama olmadan, artık yeterince 
olgunlaştığı için, bir küme 
karıncanın yumuşak toprakta oyduğu, 
büyük bir emek ürününün, sıcak 
yuvalarının üstüne; nasıl ki bu düşen 
elma bir anda ezer, yok eder ve 
gömer toprağa bu çalışkan 
hayvancıkların alın teri, göz nuru olan, 
geleceği düşünerek tüm yaz çalışıp, 
neredeyse yarışarak topladıkları servet 
ve varlıklarını; öyle yağar insanların 
tepelerine volkanik dağın gümbürdeyen 
karnından koparak gökyüzünün
 derinliklerine ulaşan kaynar sularla 
karışık simsiyah bir taş ve kül yağmuru da 
ya da erimiş taş ve madenlerin, ateş gibi 
kum tanelerinin oluşturduğu gürleyerek akan 
taşkın bir nehir iner öfkeyle dağın 
yamacından, geçer otların arasından; 
birbirine katar her şeyi birkaç dakika içinde, 
altüst eder, gömer çamurlara 
dalgaların yaladığı kentleri uzaktaki kıyıda. 
Şimdi burada, bu kentlerin üzerinde keçiler 
otluyor; yeni yeni binalar yükselir 
karşı tarafta; gömülü kentler temel 
oluşturuyor yenilere; yerde yatan kentin
duvarları sanki görkemli dağın ayakları 
altında. 



Yoktur bir ayrıcalığı insanın 
Doğa’nın gözünde; fazla özen göstermez insana 
ya da ilgi karıncaya gösterdiğinden fazlasını; 
ve eğer ilkindeki kıyım daha enderse, 
yoktur bir başka nedeni; çünkü daha az 
çoğalmaktadır insan soyu ötekine kıyasla.






Aradan tam bin sekiz yüz yıl geçti, 
yok olalı o kalabalık kentler 
ateşin altında kalarak; 
bağında çalışan köylü
bin güçlükle işler küle dönmüş 
ölü toprağı ve diker kuşkulu 
bakışlarını öldüren zirveye; 
hiç değişmemiştir korku saçan yüzü;
tehdit eder yok etmekle onu, 
varını, yoğunu ve çocuklarını.
Ve köy yerindeki yoksul evinin 
damından, uykusuz gecelerinde 
sık sık sıçrar yatağından ve 
arar bulur yolunu, karanlıkta 
gözleriyle, o korkunç lavların, 
dağın bitip tükenmeyen 
bağrındaki kaynaktan 
koparak kumlu eteklerine 
dökülen ve Capri sularını,
Napoli Limam’nı, Mergellina’yı 
ışığa boğan. Ve eğer görürse 
lavların yaklaştığım ya da 
fokurdadığını, evindeki kuyunun 
sularının, uyandırır karısını, 
çocuklarını; kapar kapabildiği kadar 
eşyasından ve kaçar; izler uzaktan 
doğup büyüdüğü evini
ve küçücük tarlasını, açlığa karşı
tek çaresi; kurbanı olmuştur 
bu küçücük tarla çıtırdaya çıtırdaya 
aşağı inen ve üzerinde yayılıp 
süresiz çöreklenen insafsız lavların.



Günyüzüne çıkıyor yere gömülü 
Pompei, uzun süre unutulup kalmıştır 
toprak altında; ya açgözlülük 
ya da acıma duygusu sonunda, tıpkı bir iskelet 
gibidir, çıkarken günışığına.
Issız meydanda kesik başlı sütunlar 
arasında dimdik durmuş, oradan geçen yolcu, 
izler uzun uzun çift hörgüçlü sırtını dağın 
ve dumanı tüten ağzını; 
sağa sola serpilmiş harabelerin tepesinde 
yumruk gibi duran.

Issız gecenin dehşetinde boş tiyatrolarda 
yıkılmış tapınaklarda; yarasanın 
yavrularını barındırdığı yıkık dökük evlerde; 
tıpkı boş saraylarda dolaşan 
uğursuz ve kasvetli meşaleler gibi 
parıltısı vardır ölüm saçan lavların; 
etrafı kızıla boyayan çepeçevre 
gecenin karanlığında uzaktan.
Habersizdir Doğa insandan, insanın
antik adını verdiği ve torunların
atalarının ardından geldiği çağlardan,
her an, her an diridir; yürür sürekli ve
dahası, öylesine uzun bir yoldadır ki
yürümez, durur sanki. Krallıklar
çöker; toplumlar ve diller bu arada gelip geçer;
olmaz ayırdında Doğa hiçbirinin;
ama gene de ölümsüz olmakla övünür insan.

Ve sen kokulu çiçeklerinle süslüyorsun 
bu çorak toprakları, ey yumuşak başlı 
katırtırnağı! Sen de boyun eğeceksin
çok geçmeden yer altından gelen ateşin 
acımasızlığına; dönecek bir gün o, tanıdığı 
yerlere, serecek açgözlü örtüsünü 
senin yumuşak dallarının üstüne.
Eğeceksin masum başım ölümün 
ağırlığı önünde; direnemeden.
Eğmemiştin oysa şimdiye dek boşuna
ve alçakça yalvararak,
önünde sonunda başını eğdirtecek olana.
Ve kaldırmadın başını da çılgınca bir gururla 
yıldızlara doğup büyüdüğün ve yaşadığın 
bu topraklardan, bir rastlantı sonucuydu bu, 
istediğin için değil.
Ama daha akıllısın sen insandan 
ve daha delice
çünkü inanmıyorsun sen ölümlü soyunun 
ölümsüzlüğüne; ne yazgıdan, ne de 
yaptıkların ve hak ettiklerinden ötürü.




*
fotoğraflar:
kulube arkasındaki bir katırtırnağı'ndan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder