Dear Henry

 

Yüksel Arslan'dan Thoreau



"Sanki onu rüzgarlar getirmişti,
Sanki onu serçeler eğitmişti,
Sanki herkesten gizli bir işaretle
Orkidenin büyüdüğü uzak kırı bilirdi."


Emerson, Thoreau'nun ölümünden birkaç ay sonra günlüğüne yazdığı yazıda 
gölde kürek çektiği sırada Thoreau'nun aklından hiç çıkmadığını yazıyor:

"Arkadaşlarının doğal beklentilerini hiçe sayma pahasına kendi bireysel özgürlüğünün yolunu tutması yürekli bir tercihi gerektiriyordu. Bundan da zoru, onun kendi bağımsızlığını sağlama alıp aynı vazifeyi herkesten beklerken kusursuz bir doğruluğa sahip olmasıydı. Ama Thoreau asla bocalamadı. Doğuştan protestandı o. Bilmeye ve eylemeye olan büyük tutkusundan herhangi dar bir zanaat veya meslek uğruna vazgeçmeyi reddetti, çok daha kapsamlı bir vazifeyi, iyi yaşama sanatını gözetti.

Eğer başkalarının yargılarını hiçe sayıp onlara karşı çıktıysa, bu yalnızca, kendi pratiğini inancıyla uzlaştırmaya daha kararlı olmasındandı. Asla tembel veya nefis düşkünü değildi; paraya ihtiyacı olduğunda, onu uzun süreli yükümlülüklerdense kendisine uygun bir parça el emeğiyle, tekne veya çit yaparak, ağaç dikerek, aşılama yaparak, harita çıkararak veya kısa süreli başka bir iş yoluyla kazanmayı yeğlerdi.

Başkalarındansa kendi ihtiyaçlarını tedarik etmek ona daha az zamana mal oluyordu; 
böylece kendi vaktini sağlama alıyordu.

Her türlü geleneği sorguluyor, ideal bir düzene dair pratiğini oturtmaya gayret ediyordu. Kanıyla canıyla bir protestandı: Pek az yaşam onunki gibi bir el etek çekmeyi barındırabilir.

Hiçbir mesleğe göre yetişmemişti; hiç evlenmedi; hep yalnız yaşadı; kiliseye asla gitmedi; asla oy vermedi; devlete verg vermeyi reddetti: Et yemedi, şarap içmedi, tütün kullanmadı; doğabilimciydi, ama av tuzaklarından ve silahtan hep kaçındı.

Bir düşünce ve Doğa aşığı olmayı, hiç süphesiz, bilinçli olarak kendine seçmişti. Zenginliğe kabiliyeti yoktu, ancak en ufak bir sefalet ve kabalık emaresi taşımaksızın fakir kalmasını da bilirdi.

Belki de bu yaşam yoluna pek de öngörmeden girmiş, ama sonradan onu bilgece benimsemişti...


"Mücadele etmesi gereken iştah, şehvet, lüks merakı gibi hiçbir dürtüsü yoktu. Yüksek tabaka insanların hoş evleri, kıyafetleri, tavır ve söylemleri ona göre değildi. İyi bir Kızılderiliyi tercih eder, öbür süsleri ise sohbetin engeli olarak görür, ahbabıyla en sade koşullarda buluşmayı isterdi. Kalabalık yemek davetlerini reddederdi, çünkü orada herkes birbiri gibi olur, ona amaçsız görünürdü.

İçinde asla boyun eğdirilemez, savaşkan bir şeyler vardı; her zaman erkeksi ve işbitiriciydi; nadiren hassastı; adeta, karşıtlık içinde olmazsa kendini var hissedemezdi. İfşa edilecek bir mantıksızlık, ortaya dökülecek bir kusur arar, yetilerini tümüyle işlemeye çağıracak bir zafer duygusuna, bir davul gümbürdemesine ihtiyaç duyardı. "Hayır" demek bir şey değildi onun için, "Evet" demekten daha bile kolaydı. Bir önermeyi duyduğundaki ilk dürtüsü ona karşı çıkmak yönünde olurdu, o denli katlanamazdı gündelik düşüncenin sınırlarına. Elbette bu alışkanlık, sosyal yakınlıklar adına biraz soğukluk yaratırdı; ahbabı sonunda onda kötü niyet veya samimiyetsizlik olmadığını anlasa da, sohbetin tadı kaçmış olurdu. Bundan dolayı, ahbapları böyle katıksız ve yapmacıksız biriyle yakın ilişki kurmakta zorlanırdı. "Henry'yi severim" demişti arkadaşlarından biri, "ama onunla anlaşamıyorum; onun koluna girmektense, bir karaağacın koluna girmeyi tercih ederim."

Gene de o, münzevi ve çileci olduğu halde paylaşımdan hoşlanırdı. iyi anlaştığı, tarla ve nehir kıyılarındaki deneyimlerinin türlü türlü, sonu gelmez anekdotlarıyla elinden geldiğince eğlendirdiği genç insanların arkadaşlığına kendini tüm kalbiyle ve çocuksuluğuyla atardı.

1845'te Walden Gölü kıyısında kendine mütevazı bir kulübe yaptı ve orada iki yıl boyunca tek başına bir emek ve çalışma hayatı yaşadı. Bu eylem onun için son derece doğal ve uygundu. Onu tanıyan hiç kimse onu yapmacıklıkla suçlayamazdı. Komşularından, düşüncelerinde, eylemlerinde olduğundan daha da farklıydı. Söz konusu inzivanın nimetlerinden yeterince faydalandığında, orayı terk etti.

"Thoreau'dan daha hakiki bir Amerikalı var olmamıştır. Ülkesine ve onun koşullarına gösterdiği takdir benzersizdi; İngiliz ve Avrupalı tutum ve beğenilerden sakınması onlardan tiksinti derecesine varırdı. Londra çevrelerinden devşirilen haber ve nükteleri zorlukla dinler, nazik olmaya çalışsa da bu anekdotlardan bunalırdı. İnsanlar birbirlerini taklit ediyorlar, aynı kalıba uyuyorlardı. Hayatlarını neden olabildiğince ayrı yaşamıyorlardı, neden her kişi kendi yolunu tutmuyordu?

Günü yaşardı Thoreau; belleğin yükü altında ezilip sefil olmazdı. Size dün yeni bir öneri getirdiyse, bugün ondan aşağı kalmayacak yepyeni bir öneri getirebilirdi. Hem çok çalışkan ve tüm üst düzey üretken insanlarda rastlandığı üzere zamanına çokça değer atfeden biriydi, hem de kasabamızda güzel
şeyler vaat eden gezilere veya saatlerce sürecek sohbetlere vakit yaratabilen tek kişiydi.

Temel bir gerçeği eklemem gerekir ki Thoreau'nun içinde, maddi dünyayı ona sadece bir araç ve sembol olarak gösteren, eşine az rastlanır insanlar sınıfına ait müthiş bir bilgelik vardı. Şairlere bir tür düzensiz ve kesintili ışık bahşedip şiirlerindeki süse katkı yapan böyle bir aydınlanma, onda ise, asla dinmeyen bir içgörü niteliğindeydi; mizacın kusur ve kısıtları perdelese bile tabi olduğu göksel görüşten vazgeçmiyordu. Gençliğinde bir gün şöyle demişti: "Öteki dünyadır benim sanatım.

Karşılaştığı kimseyi bir bakışta tartar, kültürün birtakım inceliklerine duyarlı olmasa da muhatabının çapını ve kalıbını kestiriverirdi. Onunla edilen sohbetin onun dehasına dair yarattığı izlenim buradan gelirdi...

"Ona hiçbir üniversite onur derecesi ya da hocalık vermemiştir; hiçbir akademi onu kuruma bağlı araştırmacı, danışman veya üye yapmamıştır. Belki de bu eğitim kurumları onun varlığının ironisinden korktular, kim bilir? Gelgelelim pek az kimse Doğa'nın ruhunun ve sırlarının bilgisine onun kadar vakıf olmuştur - hatta bütünlüklü ve manevi bir sentez söz konusu olduğunda, ondan başka hiç kimse. Çünkü o, başka kimselerin veya kurumların fikrine zerre kadar itibar duymayıp gerçeğin ta kendisine bağlılık göstermiştir.

Önceleri kendisine bir garabet gözüyle bakan hemşerilerinden zamanla saygı ve takdir görmüştür.
Yazılarında kiliselere ve din adamlarına atıfta bulunurken bazı iğneleyici ifadeler kullanmış da olsa, o aslında eşsiz, incelikli, mutlak bir dinin insanıydı; düşüncede ve eylemde küfre düşmesi imkansızdı. Elbette özgün düşünüş ve yaşayışına ait olan el etek çekmişlik onu sosyal din biçimlerinden uzak tutuyordu. Bu kınanacak veya vahlanılacak bir şey değildir. Aristoteles bunu çok önce açıklamıştı: "Hemşerilerine erdemde üstün olan kimse, artık şehrin bir parçası değildir. Kanunlar ona uymaz, çünkü o kendi kendisinin kanunudur."

Thoreau esaslılığın varlık bulmuş haliydi; manevi yaşamıyla peygamberlerin ahlak kanunlarına dair hükmünü haklı çıkarırdı.

Onunki, göz ardı edilmesi imkansız olan, olumlayıcı bir deneyimdir. O, en derin ve katı sohbete gücü yetebilen bir hakikat sözcüsüydü; her ruhun yaralarına göre bir hekimdi; sadece dostluğun sırrını değil, aklın ve yüce kalbin derin değerini de bilen, kendisine günah çıkarıcı ve peygamber olarak başvuran bir avuç insan tarafından neredeyse tapılan bir dosttu.

İlişkilerinde öyle tehlikeli bir açıksözlülüğü vardı ki sevenleri onu bazen "Korkunç Thoreau" olarak adlandırırdı: Sanki suskunken konuşur gibiydi, ayrılıp gittiğinde geriye varlığı kalırdı. Bence onu yeterli insan yoldaşlığından mahrum bırakan, ilkesindeki bu kararlılık olmuştur.

Ruhu en soylu topluluk için yaratılmıştı; kısa yaşamında bu dünyanın olanaklarını tüketmişti: Her nerede bilgi, her nerede erdem, her nerede güzellik varsa - orası olacaktır onun yuvası."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder