Jean Genet'nin Portresi





Antoine Bourseiller  - Giacometti'den bahsedebilir misiniz?

Jean Genet - Evet, çünkü portremi yapmak için kırk küsür gün beni üzerine oturttuğu mutfak iskemlesinin samanları hala kalçalarımda duruyor. Ne kımıldamama, ne sigara içmeme izin veriyordu. Sadece biraz başımı çevirmeme, ama sohbeti öyle güzeldi ki.

A.B. - En çok hayran olduğunuz insanlardan biri olduğunu söylemiştiniz, değil mi?

J.G. - Tek insan.

A.B. - Tek insan mı?

J.G.. - Evet, şöyle diyelim isterseniz, Yunanistan'a minnettarım çünkü bana bilmediğim iki şeyi öğretti: tebessüm ve kanmazlık. Alberto bana toza, bu tür şeylere duyarlı olmayı öğretti.

Az önce en rahat nefes aldığım ülkeyi andım: Yunanistan. En hayran olduğum insandan söz ettim size: Giacometti. Hayatım neredeyse sona eriyor. Yetmiş bir yaşındayım ve karşınızda bütün bunlardan, tarihimden, coğrafyamdan geriye kalan duruyor. Hepsi bu kadar. Pek bir şey değil.

Sartre'dan Giacometti



 Giacometti'nin figürleri tekbaşlarına, yalnızlar. Ama bir araya getirildiklerinde, nasıl oluyorsa işte, yalnızlıklarından kurtulup birleşerek, küçük ve büyülü bir topluluğa dönüşüveriyorlar.

" Masadan uzak bir açıklığa, odanın tabanına konmuş figürleri incelerken, çoktandır araştırmakta olduğum bir ilişki içinde iki gruba ayrıldıklarını keşfettim. En ufak bir değişiklik bile yapmada her iki grubu da altlıklarına yerleştirdim..."


İnsan kalabalığı, Giacometti'nin üzerinde çalıştığı konulardan biri. Bir meydanda birbirlerine bakmadan geçen insanlar. Umutsuz, yalnız, ama birlikte. Birbirlerini kaybeden, ama birbirlerini aramadıkça da asla birbirlerini kaybetmeyecek olan insanlar. bu tip grup heykellerinden biri üzerinde iyice düşünerek, kendi evrenini benden çok daha iyi tanılıyor Giacometti:

"...acımasız geçen yıllar boyunca iyice gözlemlenmiş bir orman parçası... birbirlerinin yolları üzerinde durarak konuşan insanlar gibi, kuru ve ince gövdeli ağaçlardan oluşan bir orman."




Giacometti'nin yaptığı vücutlarda başka bir şeylerin olduğu belli. Bir sürgün kampından, bir gençlik pınarından ya da bir iç bükey aynadan mı ortaya çıkarlar dersiniz? İlk bakışta sanırsınız ki, Puchenwald kampında bir deri bir kemi kalmış zavallılarla karşı karşıyayız. Ama hemen biraz sonra yanıldığımızı anlayıp bambaşka duygulara kapılırız. Onun incecik dal gibi yaratıkları sanki semaya doğru yükselmekteler; yeryüzünden cennete doğru uçan bir grup İsa ve Meryem ile karşı karşıyayız sanki. Dans etmekteler: Kendileri, dans zaten; aynen bize vaat edilen tanrısal vücutlar gibi, orta yoğunlukta bir maddeden yapılmışlar. Ve biz hala bu mistik yükselişe dalmış derin derin düşünürken, bu sıska vücutlar açılıp güzelleşirler. Gördüklerimiz sadece dünyevi çiçeklerdir.





Giacometti'nin tarih öncesi yüzüne şöyle bir göz atarsak, onun, kendini zamanın başlangıcına yerleştirme arzusunu ve gururunu hemen fark edebiliriz. Giacometti Kültür ile alay eder, dalgasını geçer; İlerleme'ye en azından - Güzel Sanatlar'daki bir ilerlemeye - pek değer vermez. Çağdaşlarından ya da Altamira ve Eyzies Mağaralarında yaşamış ola atalarından "daha ilerlemiş" olarak görmez kendini.





Bu yerinde duramayan fakat bir o kadar da kararlı sanat işçisi, kendi çalışmalarını hep yavaşlattığından dolayı, taşın dirençliliğinden pek hoşlanmaz. Bundan dolayı hafif ve aynı zamanda da her biçime sokulmaya en elverişli, gerektiğinde çabucak parçalanabilen ve bütün malzemeler içinde en uçarı-ruhsal malzemeyi seçer: Alçı. Parmak uçları zorlukla hisseder bu maddeyi. Alçı, sanatçının ulaşılmaz ve anlaşılmaz devinimlerine bir yanıttır. 

Atölyesine gelen birisi ilk olarak, uzun ve kırmızımsı iplere dolanarak onu yarı katı bir hale sokan beyaz nesnelerden yapılmış (alçı ve üstüpü karışımı) bu garip korkulukları fark edecektir hemen. Giacometti'nin deneyimleri, düşünceleri, ihtirasları ve düşleri, bir an için onun alçı adamlarına yönelerek onlara birer biçim verirler, sonra birlikte devam ederler. Sürekli olarak hep bir değişim içinde olan ve belli bir biçimi olmayan bu garip yaratıklardan her biri, Giacometti'nin başka bir yaşamı sanki.


Maldoror'un Şarkıları Üzerine & Isidore Ducasse'ın Gerçek Yüzü

*Özdemir İnce'nin aktardıklarını okuduktan sonra görüyorum ki hayalimde doğru bir Isıdore Ducasse yaşatıyormuşum. Eşi Ülker İnce'nin türkçeye çevirdiği kurgusal Jeremy Reed romanı Isıdore da, kafamda Maldoror'dan arta kalanlardan ve yaşam öyküsünden oluşturduğum farklı bir Isıdore Ducasse portresi çizmiyordu. Şarkılar'ın alaycı ve yıkıcı tonu, korku ve dehşet imgeleri, arkasında gizlenen umudu ve hüznü, kitabın yazarı genç Isıdore Ducasse'ı saklayamıyor.

Ducasse hakkında bilgi veren tek kişi olan Paul Lesbes'in yazısının tam metnini ve İnce'nin Rimbaud ve Lautreamont üzerine yazılarını anlam kaybı yaratmayacak şekilde kesintili olarak bloga aktardım:





İsidore Lucien Ducasse'ın terekesi: Ne olduğu, ne olacağı belli olmayan bir kitap,
 iki risale, altı mektup ve yıllar sonra bulunacak bir fotoğraf. Hepsi bu!..


Isidore Ducasse



Paul Lesbes: Avukat, yargıç. Ducasse'ın Pau lisesinden arkadaşı. 
Onun yaşadığına tanıklık eden neredeyse tek kişi.


Gazeteci François Alicot, Paul Lesbes''in adresini öğrenir öğrenmez, kendisine mektup yazdı; mektupla birlikte Poesies'nin Philippe Soupault baskısını da gönderdi. Yaşlı adamın belki İsıdore Ducasse'la ilgili anıları vardı? Yaşlı adam, emekli yargıç Paul Lesbes bir edebiyat tutkunuydu. İsıdore Ducasse,  Maldoror'un Şarkıları'nı da, Poesies I-II'yi de kendisine göndermişti. Poesies I'in ithaf edildiği insanlar arasında adının bulunması gururlandırmıştı kendisini. François Alicot yaşlı yargıca dokuz mektup gönderip sorular sordu ve aldığı yanıtları Mercure de France'ın 1 Ocak 1928 tarihli sayısında yayımladı. Yazının Başlığı şöyleydi: Maldoror'un Şarkıları Üzerine. Isidore Ducasse'ın Gerçek Yüzü"


Paul Lesbes:


"Ducasse'ı Pau lisesinde, 1864 yılında tanıdım. Minvielle'le birlikte aynı sınıftaydık. Bu uzun boylu, sırtı biraz kambur, soluk tenli, uzun saçları alnın üzerine dökülen, ekşimtrak sesli delikanlı hala gözümün önünde. Çekici bir özelliği yoktu yüzünün.


"Genellikle hüzünlü ve sessizdi. Sanki kendi üzerine kapanmış gibiydi. İnsanların özgür ve mutlu bir yaşam sürdükleri denizötesi ülkelerden birkaç kez bana heyecanla söz etti.


"Çoğu zaman okuma salonunda saatler geçirirdi: Dirsekleri sıraya dayalı, elleri alnının üzerinde, gözlerini okumadığı bir kitaba dikmiş. Bir klasik kitap. Hayallere dalardı. Dostum Minvielle ve ben, onun hasret çektiğini, ailesinin onu Montevideo'ya geri çağırmasının gerektiğini düşünürdük.


Maldoror'un Şarkıları

Bir bilici gibi "On dokuzuncu yüzyılın sonu görecek kendi şairini" diyen Ducasse/Lautremaont, 1868-1918 yılları arasında geçen elli yıllık bir şaşkınlıktan sonra çağdaş şiirin en önemli doruk noktalarından  biri oldu. Bu öngörüsü iki sağlam temele dayanıyordu: Yeni bir yaşam ve yazım tasarısına. Ancak o kendisinin ve yaptıklarının bilincindeydi, ama başkaları bir başka (eski) yaşam ve yazım tasarımıyla koşullanmışlardı; bu nedenle Maldoror'un Şarkıları'nın ölçü dışılığı şaşırtıcı tazeliğini yazarının ruh hastalığına bağladılar. Böylesine şaşırtıcı bir yapıtı ancak bir ruh hastası "yapabilir"di.

"Her cümlesi sessiz ve çevik ayaklarıyla koşan bir kudurmuş kurda benzeyen" ve "sınır tanımaz ve olağanüstü özgünlüğüyle okurun damarlarını zonklatan, ruhunu alt üst eden" bu benzersiz yapıtın gücü karşısında büyüklenen Leon Bloy 1890 yılında "benzeri görülmemiş bir deli, dünyanın en büyük şairlerinden biri olsun" diye üzülüyordu. Bloy şaşkın, hayran ve üzgün. Belki dönemin bilgileri yapıtı değerlendirmeyi bir ölçüde kolaylaştırabilirdi, ancak yazar hakkında hiçbir şey bilmemesi buna engel oluyordu.

Deli sayılan Lautreamont, elli yıl sonra, bir yalvaca, dahası yeni bir düşünce çağının habercisine, "Son Vahiy"in yazarına (A.Breton) ve bir "meleksi dinamitçi"ye (Julien Gracq) dönüştü. Üstgerçekçiler Maldoror'un Şarkıları'nı "sözcük akışının bilinçli ve başdöndürücü biçimde hızlandırılması" (A.Breton) sayesinde imgelemin özgürleşmesini sağlayan otomatik yazının verimli gücünün deneysel kanıtı olarak gördüler. Onlara göre, aklın zembereğinin boşalması düşte, yarı düşte ve hipnoz sırasında gerçekleşebilirdi. Maurice Blanchot Şarkılar'ın "Fransız edebiyatının uyku yükü en yoğun yapıtı" özelliği taşıdığını ileri sürer. Metinlerin çoğunun zamanı gecedir ve ışığın tehdidi altında sona ererler.

Bilinçaltı özgürlüğüne kavuşunca, imgelem olağanüstü metaforlarla dolu bir dile dönüşür. Çelişkilerden doğan en derin, en alışılmamış, en garip metaforlara. Şarkılar'ın imgeleri, Breton yönetimindeki üstgerçekçi topluluğu büyülemişti ve üstgerçekçi kuramın kanıtı oldu.

Lautreamont ile üstgerçekçilerin imgelem gücüne tanıdıkları bu öncelik onların kara romana, fantastik'e ve olağanüstüne olan düşkünlüklerinde ortaya çıkar. Üstgerçekçilere göre Şarkılar edebiyat dünyasına fırlatılan benzeri görülmemiş bir  bombadır. İroni,  kişilerin parodisi, teknikler, süslemeler ve değişik yazınsal ifade, Şarkılar'da bir bombaya dönüşmüştür. Klasik okurun alıştığı estetikle her bakımdan çelişen bu kitap, yeni bir estetik önermekte ve eski estetiği aşağılamaktadır.

Maldoror köklü bir başkaldırının simgesidir. Hiçbir yapıt onun kadar Tanrı'ya başkaldırmamış ve onu alaya almamıştır. Cinsel tabulara da başkaldırının simgesidir: Eluard, Lautreamont'u Sade'ın yanına koyar. Şarkılar savaş ve her türlü yozlaşmanın kınanması; bütün toplumsal kurumların, aile ve kilisenin eleştirisidir; gündelik gerçeklik ve mantıkın mizah aracılığıyla parçalanmasıdır.

Üstgerçekçiler yalnızca Lautreamont'u keşfetmekle kalmadılar, aynı zamanda onun yapıtının iki önemli özelliğini de kavradılar: Alaycı ve sarakacı bir zeka; canavarlar yaratan ilkel, cinsel, karanlık ve gizemli bir düşsellik. Maldoror'un bu özellikleriyle, onun düşsel evreniyle psikanaliz ilgilenmekte gecikmedi. Ancak Maldoror'un Şarkıları biçimsel özellikleri bakımından incelenmek için formalist eleştiriyi bekledi. Tel Quel dergisinin Philippe Sollers, Marcelin Pleynet, Julıa Cristeva gibi (o zamanki) genç yazarları nöbeti üstgerçekçilerden devraldılar.

Bir kez daha tekrarlamakta yarar var: Maldoror'un Şarkıları esin kaynağı ne olursa olsun (tanrısal, doğal, toplumsal, kamusal, yazınsal, ruhsal...) güç'e karşı açılmış umutsuz bir savaş, dönüşsüz bir başkaldırıdır. Daha somut konuşacak olursak: Tanrı, kilise, III. Napoleon ve burjuvazi işbirliğinin her türlü yansımalarına karşı amansız bir başkaldırı.



    Goethe, Faust'ta "Sonuçta, kendi yarattığımız yaratıklara bağımlıyız," der. Lautreamont bu açıdan Maldoror'a bağlıdır. Gecelerin ve uçurumların süvarisi, yalnız ve lanetli Maldoror sadece Ducasse/Lautreamont'u değil, okuru da temsil etmektedir. O günün, bugünün ve yarının okurunu. Yazar, karanlığın içinde ve içinden aydınlığı değil karanlığı yazmaktadır: Çağı örten ve okurun ruhunu saran karanlığı. Buradan şu sonucu çıkartıyoruz: çağının temel sorunlarıyla ilgilenmeden, onu yaşayıp yaşatmadan "büyük" yazar olmanın olanağı yoktur.

İki Hadise (Su Tüyün Üzerinde Bekler)




Enis Batur'un kitabından



KÂHİN

"Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz!"

Şaşırtıcı olan, "Yarılsın artık bu tekne"dir, bunu söyleyen gemidir. Sarhoş gemi, ve argoda "tekne" bacak demektir. On yedi yaşındayken, Rimbaud: "Yarılsın artık bu tekne!" diyor, yani "Yarılsın artık bu bacak!" Ve otuz yedi yaşındayken, deniz kıyısında, Marsilya'da, bacağını kesiyorlar. Söylemek istediğim buydu sadece.
Öyle görünüyor ki, ama bunu ispat edemem, her insanda, şair ya da değil, her insanda, şair pek bir şey demek değildir, ama her insanda, belli bir anda, kendisinin görmediği, kendiyle ilgili kahince bir yeteneğe benzeyen bir şey vardır. Rimbaud'nun bacağını keseceklerini söylemek istediğine ve söylediğine inanıyorum. Sessizliğini kendisinin istediğine inanıyorum. Şairler alanında kalırsak, Racine'in sessizliğini kendisinin istediğine inanıyorum, Shakespeare'in, sonuçta bilinmez kalmayı, adsızlığı istediğine inanıyorum, Homeros'un da öyle. 
Öyleyse her insanda etkili olan ve her insanın şu ya da bu anda ortaya çıkarabildiği, belki de saklandığı yerden dışarı uğratabildiği şey nedir? Bilmiyorum. Belki de hiçbir şeydir. (Jean Genet)


Cehennemde Bir Mevsim ile İlluminations biraz özenle okunduğu zaman, Rimbaud'nun 1880 sonrası yaşamının programını bulabilirsiniz. Sanki bir tür falcılık yapmakta, gaipten haberler vermektedir.

Cehennemde Bir mevsim'in "Kötü Kan" başlıklı şiirinde şair şöyle konuşmaktadır:

" Tamam oldu günüm; ayrılıyorum Avrupa'dan. Yakacak ciğerimi deniz havası; yağızlaştıracak derimi yitik mevsimler..."

"Geri döneceğim, demirden kollar ve bacaklarla, kararmış derimle, öfkeli gözlerle: Güçlü soydan olduğumu düşünecekler maskeme bakarak. Altınım olacak: Aylak ve kaba olacağım. Sıcak ülkelerden dönen kıyıcı sakatlara bakar kadınlar. Siyasal olaylara karışacağım. Kurtulacağım."

"Şimdi lanetliyim ben, tiksiniyorum vatandan. En iyisi, şöyle esaslı bir sarhoş uyku çekmek, kumsalda."

Bu şiiri Rimbaud 1873 yılında yazmıştır.

Arthur Rimbaud'nun Yaşamı'nın yazarları Jean Bourguignon ile Charles Houin, Rimbaud'nun arkadaşı Delahaye'nin tanıklığına dayanarak, onun şiiri 1876 yılında bıraktığını yazarlar. Suzanne Bernard ise aynı tanığın Rimbaud, L'artsite et l'etre moral adlı kitabına dayanarak, şairin şiiri bırakmış olduğunu doğrular. Larnaka'da (Kıbrıs) tifoya yakalanan Rimbaud, mayıs ayı sonlarında ana evine döner ve kışı orada geçirir. Bu dönemde, Rimbaud'yu gören Delahaye onunla edebiyat konuşmaya çalışır. Bunun üzerine Rimbaud "Artık bunu düşünmüyorum," der. Rimbaud artık Doğu'ya giderek özgürleşmek, para kazanmak, yoksulluktan ve bohem hayatından kurtulmak istemektedir. 1864 yılında, on yaşındayken yazdığı, Öndeyiş'te de dediği gibi, zengin ve rantiye olmak, rahat etmek istemektedir. Bunu gerçekleştireceği yer de Doğu'dur. Aden'den ailesine yazdığı  29 Mayıs 1884 tarihli mektupta da belirttiği gibi, bir gün yaşadığı tutsak hayatından kurtulmak, canının istediği kadar çalışmasına olanak sağlayacak paraya sahip olmak istemektedir.  

Cehennemde Bir Mevsim ve Illuminations'dan sonra şiir yazılabilir miydi sorusunu, Alain Borer şöyle yanıtlıyor: "Rimbaud şiiri bırakmıyor, şiiri tamamlıyor: Rimbaud sessizliğe ulaşmış olan ilk şairdir. Illuminations'dan sonra ne yazılabilirdi? Bu soruyu, bence, bir sonraki yüzyılın şairleri de yanıtlamış değiller." Rimbaud, bence, şiirin sınırına dayandığı için, bunu anladığı ve hissettiği için, şiir yazmayı bırakmıştı. Tıpkı bir peygamber gibi, kitabını bırakmıştır.

...

Optimism as Cultural Rebellion

M. Stone


1. No cocaine
2. Must be beautiful
3. Learn how to draw (respect doodles)
4. The work is more important than the man
5. Be informative
6. Shut up about the art-world
7. No rules
8. No work about money
9. Have discipline
10. Don't repeat anything more than three times
11. No irony
12. Psychological danger - Do it
13. Fuck semantics
14. Fashion is not art
15. Art is not fashion
16. Be totally convinced of your ideas at the same time ready to relinquish them entirely
17. Trust intuition
18. No hierarchy of education
19. Be melodramatic
20. Storytelling is SO important