Bir Kuş

Bir kuş ötüyor telin üzerinde
Şarkısını söylüyor bu yalın
Bu toprağa yakın yaşamın.
Seviniyor buna cehennemimiz.

Acı çekmeye başlıyor sonra rüzgar
Ve anlıyor bunu yıldızlar.

Ey çıldıranlar, yaşamaktan
Bunca derin yazgıyı.


Rene Char
(çeviri: Özdemir İnce)

Discovering Chaplin

Charlie Chaplin'in Yaşamı

Ortaçağın büyük yapıtlarının, gotik katedrallerin çoğunun mimarları belli değildir. O görkemli yapıtlar, aralarında şimdi adlarını kimsenin bilmediği mimarların da bulunduğu halk kitlelerinin çabalarıyla yükselmiştir. Ben, Charlie Chaplin'i o mimarlardan biri gibi düşünüyorum. Yirminci yüzyılın sanatı olan sinemanın o görkemli yapısını milyonlarca seyirciyle birlikte buluşturan, tüm renkli yaşamına rağmen kendi bireyselliği, yarattığı tipin gölgesinde kaybolup giden bir usta.

Şimdi Şarlo ile ilk kez nasıl karşılaştım diye hatırlamaya çalışıyorum ama olanaksız. Şarlo tıpkı bisiklet ve uçak gibi, dünya savaşları ve ihtilaller, radyo- Tv ve Ay'a yolculuk gibi yaşamımıza günlük anlamda karışmış olgulardan biriydi. Şarlo hemen hemen hiç kimse için İsviçre'nin Vavey kentinde oturan, bir düzine çocuğu olan cimri ve aksi ihtiyar adam değildi. Şarlo, çağdaş -sevinç düşünce ikilisinin bir imgesi, sinema deyince aklımıza gelen görüntü idi. En azından bizim için, yani doğum yılları, ilk yarısına düşenler için bu böyleydi.

Şarlo'nun görüntüsü ile birlikte düşünemediğimiz bir olay neredeyse yok bizler için: Yoksulluk ve göçler, savaşlar, otomasyon, ekonomik bunalımlar, çılgın zenginlikler, işsizlikler, çağdaş şiddet, yani devlet, yani polis The Kid'de, The Immıgrant'da, The Great Dictator'da, Modern Times'da, City Lights'da, Easy Street'de, A Dog's Life'ta, Monsieur Verdoux'da kendi gerçek görüntülerini bulurlar.

Charles Chaplin'in sinemaya getirdiği iki büyük katkı var: Bunlardan birincisi Mack Sennet, Buster Keaton gibi öbür büyük güldürü ustaları ile birlikte, burlesk'in toplumsal eleştiri gücünü ortaya koyuşu, ikincisi ise Eısensteın ve Grıffith ile birlikte, sesli filmin henüz ortaya çıkmadığı dönemde, sinemanın görsel dilini müthiş bir etkinlikle geliştirip kullanışıdır.

Charles Chaplin, başta kapitalist Amerika olmak üzere, tüketim toplumlarının iki yüzlü ahlakını temsil edenlerin başlıca düşmanlarından biriydi. Bu toplumların sömürgen yapılarını, insanlık*dışı şiddetini, ikiyüzlü ahlakını hemen her filmiyle eleştirmiş, gag'larında birer tokat gibi yapıştırmıştı suratlarına.

Kendi yarattığı tipin vazgeçilmez özelliklerinden "badem bıyığı" benimsemesinden ötürü, Hitler için "Şarlo'nun berbat bir taklididir" diyen faşizmin en yaman düşmanlarından biri olan Chaplin, yüzyıla yaklaşan mücadelesini bitirdi. Güldürünün eleştiri gücünü ortaya koymakta ona yaklaşan biri de çıkmadı henüz sinemalarda.

Chaplin yılar önce Eli Faure ve Louis Delluc'ün yazdıkları gibi, sinemanın Shakespeare'i miydi pek bilemiyorum. Ama, örneğin 21. yüzyılın yeni bir sanatını simgeleyen biri için,  yeni yüzyılımızın Şarlo'su diyenler çıkacaktır.  


Yazı: Onat Kutlar




Şarlo'dan Kalan


"Onurlu Bir Sanat Yaşamı,
 Bir Sevgi ve Gülümseme Çizgisi"


Charles Spencer Chaplin (1889 - 1977)


Paris'te  bir süre kaldıktan sonra, karısı Oona ile birlikte Avrupa'nın çeşitli yerlerinde gezintiler yaptılar. Şöyle diyordu Şarlo:

"Ben artık bir sinema tanrısı değilim. Birtakım insanların hırslarının ve saldırganlıklarının hedefi de değilim... Karısı ve çocukları ile tatile çıkmış evli bir adamım.... Şimdi tam mutluluğun ne demek olduğunu yeni yeni anlıyorum. Hüzne çok yakın bir şey... Yani mutluluk."


Bu yolculuklardan sonra, yılbaşında, artık yerleşmeye karar verdi.

Ve Kennigton Road'ın yoksul çocuğu, 150.000 sterling ödeyerek, İsviçre'de Leman Gölü kıyısında, Corsier'deki eski Amerikan elçisine ait, 19. yüzyılda kalma bir malikaneyi satın aldı. 16. Louis stili mobilyalarla döşenmiş olan bu büyük köşkte, birçok antik eşya, müzelik tablolar, Azay porselenlerinden bir koleksiyon ve muhteşem bir kitaplık vardı.

Chaplin with family

Charlie Chaplin'in, sevgili karısı Oona ile, iki yılda bir sayısı artan çocukları ile, arada sırada kendisini ziyaret eden ve aralarında Churchill, Jean Cocteau, Ağa Han, Chou En Lai gibi ünlüler gibi konukları uzun ve sessiz yıllar geçirdiği bu "malikane"de günlük yaşamının ayrıntılarını bize sekreterlerinden biri, Isobel Peluz anlattı. New York'ta bir Kral filminin senaryo hazırlıklarına katılmak üzere angaje edilen, bir yıl sonra da çalışmanın ağırlığı ve paranın azlığı nedeniyle istifa edip Chaplin'i mahkemeye veren Peluz, şöyle diyor:    

"Bütün bir sabah çalışırdı Chaplin. Mutlak bir sessizlikte. Sessizliğe öyle dikkat ederdi ki, çocuklar penceresinin önünde oynayamazlar, üst kattaki salonda dolaşamazlardı. Sadece çocuklardan değil, köpek ve kedilerin ayağına dolaşmasından da hoşlanmazdı. Kedileri biraz daha fazla severdi. Bir de kokulardan, özellikle çiçek kokularından nefret ederdi. Odasında ve malikanesinde çiçek istemezdi. Onların kendisini boğduğuna inanırdı. Evinde "Büyük bir diktatör"dü. Her şeyle ilgilenir, en küçük detaylarla uğraşırdı. Çalışması yoğun, aralıksız, nefes aldırmayacak kadar hızlı, dramatik ve kusursuzdu. Hazırladığı ve düşündüğü her sahneyi oynardı. Derinlemesine anlamda bir komedyendi. Onun bir gün, şöminenin üstündeki saatin bronz sarkacına bir kadına sarılır gibi sarıldığını ve kırk kez "I love you... I love you.." dediğini hatırlıyorum. Ben de arkasından koşturarak bu kırk cümleyi stefano etmek zorundaydım. Sonra bahçeye fırlıyordu. Ben de ardından. Heyecanlı cümleler söylüyordu, tekrar şömineye ve sarkaca dönüyor, yeniden birçok kez "Seni seviyorum" diyor, ben de bütün bunları not ediyordum.

Büyük sanatçının huzursuzluğu, tedirginliği, Oona'yı görünce sona ererdi. Corsier'de, Anoir le Ban Şatosu'nda geçirdikleri yıllar boyunca birbirlerine olan sevgileri hiçbir zaman eksilmedi. Chaplin 75 yaşındayken bile, birçok kez onları büyük salonda tutkuyla öpüşürken gördüm. Benim salona girdiğimi fark ettiklerinde bile hiç aldırmadılar."


Charlie working at home, c. 1952

Sanırım bu mutluluk ve tamamlanmamışlık yılları, Şarlo'nun sanat yaşamını olumsuz biçimde etkiledi.  Sanatında aradığı mükemmelliği yaşamında bulmuştu. Bu dönemde yarattığı yapıtlar, olgun bir büyük sanatçının derin yaşam deneyimi ve felsefesini değil, onun küçük tutkularını, eski kızgınlıklarını yansıtıyordu. Bu nedenle eleştirmenler de, sinema tarihçileri de New York'ta Bir Kral ve Hong Kong'lu Kontes' üzerinde fazlaca durmadılar. 

Büyük sanatçı geçtiğimiz hafta Vavey'deki şatosunda öldüğünde yüzünde bir dinlenmişliğin anlatımı vardı. Son zamanlarda artık görmeyen gözlerini, evrenin karanlık sinema salonundaki öbür beyazperdeye açmış, ölümsüzlüğün renklerine bakıyordu. Artık, ne yoksulluk, ne zenginlik, ne düşmanlık vardı. Kendi isteklerine uygun olarak, hiçbir gazetecinin ve konuşmacının alınmadığı mezarlık yolunda, eski bir cenaze arabasının ardında Oona ile çocukları yürüyordu. Yağmur yağıyordu ve Oona'nın kafasında Chaplin'in Otobiyografi'sindeki şu cümleler geçiyordu:

"Vavey'in dar kaldırımlarında, benim önümden geçerek yürürken, onun ince siluetini, arkaya dümdüz taranmış ve yer yer gümüş tellerle süslü saçlarını, onurlu yüzünü görünce birden bir aşk ve hayranlık seliyle boğuluyorum... Onun kim olduğunu, benim için ne olduğunu düşününce yüreğim sıkışıyor."


Genç Gazeteci "Ardında onurlu bir sanat yaşamı, bir sevgi ve gülümseme çizgisi bırakarak öldü" diye düşündü. "Şimdi cenaze törenini nasıl olsa fark etmez..."   


Onat Kutlar'ın
 yazısından

Limelights (1952, Charlie Chaplin)



Eski ve yaşlı pandomim ustası Calvero, genç sevgilisi Terry'ye bir gülün açılışını ve soluşunu gösterdi.
  (bkz:Limelights - Charlie Chaplin) Sonra bir kayanın kapanışını... Bir Japon ağacını... Terry hayran oldu ona. Bir çocuk gibi seviniyordu. Calvero, yüreği iyilik kafası düşüncelerle dolu, odasına gitti, yattı. Güzel bir düş gördü o gece. Calvero, bir sahnede, ilkbaharda çiçekler topluyordu. O kadar seviyordu ki çiçekleri, komik bir tavırla yiyordu onları. Bir şarkı söylüyordu. Aşk üstüne. Ve.. ve yalnız değildi. Terry de vardı sahnede. O da onunla dans ediyordu. Aşk... Aşk... Aşk... diyordu Calvero durmadan.

Calvero'nun öyküsü, yani Sahne Işıkları ve onun Şarlo tarafından bizzat bestelenmiş müziği özellikle, Avrupalı seyircileri büyüledi. Limelight, Chaplin için "Kuğunun ölüm şarkısı" idi sanki. Tüm duyarlığını, tüm sevgisini, insancıllığını koymuştu. Biraz duyguluydu belki. Ama küçüklüğü, soytarılar, yoksul pantomimciler, şarkıcılar, müzikhol artistleri arasında geçmiş, laterna müziğiyle büyümüş biri için bu duygusallığı hoş görmeli. 
(Onat Kutlar)  

Modern Times (1936, Charlie Chaplin)


Chaplin, Great Dictator'de Hinkel'in konuşma sahnesinde yaptığı gibi 
Modern Times'ın sonunda yer alan bu sahnede de anlamı olmayan seslerden
 türettiği bir şarkıyı okumakta, tabi olağanüstü bir pantomim gösterisi ile birlikte:  




tomorrow the birds will sing

City Lights filminde Şarlo intihar etmek üzere olduğunu anladığı adamı görünce ellerini kavuşturup gökyüzüne doğru bakarak yapma der; ara yazılar görünür: yarın kuşlar ötecek, tomorrow the birds will sing, cesur ol, be brave, yaşamla yüzleş, face life...

Benzer bir şekilde son filmlerinden Lime Lights'ta da yaşamın bir anlamı kalmadığı için ölmek istediğini söyleyen kadınla aralarında geçen unutulmaz diyaloglar vardır. Artık sesli sinema dönemindeyizdir tabi ve Chaplin konuşmak için fazla heveslidir.

Kendisi gibi dinsiz - din dışı birisi olan Şarlo'yu ve bir sanatçı olarak Chaplin'i, (Bazin'in deyimiyle amatör bir keman ve piano müzisyeni, acemi bir filozof ve yazar olan Chaplin'i) ona karşı giderek artan, kişiselleşen ilgi ve sempatimle birlikte sevmemin nedeni sanırım buydu, Circus'un başına koyduğu duygu yüklü sesinden dinlediğimiz yaşam muştulayan Swing Little Girl bestesinde; Modern Times'da, City Lights'da, otobiyografisi Lime lights'da acemi filozofluğa soyunduğu bu hali, trajik ve coşkulu kişiliği...








Smile!


Şarkının sözleri Charlie Chaplin'e ait, bağlantıda parçanın Modern Times filminin
 soundtrack'inde yer alan theme hali de var, videoda Modern Times filminin sonundan bir parça
 ve Nat King Cole'un yorumuyla Smile:


Smile though your heart is aching
Smile even though it's breaking
When there are clouds in the sky, you'll get by
If you smile through your fear and sorrow
Smile and maybe tomorrow
You'll see the sun come shining through for you

Light up your face with gladness
Hide every trace of sadness
Although a tear may be ever so near
That's the time you must keep on trying
Smile, what's the use of crying?
You'll find that life is still worthwhile
If you just smile

That's the time you must keep on trying
Smile, what's the use of crying?
You'll find that life is still worthwhile
If you just smile



Fotoğraf'ın Kökeni


Bilindiği gibi başarılı diyebileceğimiz ilk fotoğrafı 1830'lu yıllarda Nicephore Niepce kaydetmişti. Kötü bir ressamdı ve iyi bir ressam olması gerektiğini düşündüğü bir oğlu vardı. Heliograf — güneşyazıcısı— adını vereceği ilk fotoğraf makinesini icat etmesinin ardında yatan niyetin son derece alçakgönüllü olduğu besbellidir: oğluna gerçekliğe uygun modeller sağlamak... Peki ama, bu kadar alçakgönüllü bir başlangıç ne anlama geliyor? Açıkçası, ileride Lumiere'in sinematografında karşılaşacağımız durumun bir benzeri bu. Işığın farklı şiddetlerinden etkilenebilir kimyasal bir maddeyle kaplanmış bir levha üzerine nakşedilen görüntü ... Niepce'in kendi buluşunun sanatsal, hatta bilimsel olası kullanımları hakkında hiçbir fikri, hiçbir umudu, hiçbir amacı yokmuş gibi görünüyor. "Başarılı ilk fotoğraf ise çamur gibi bir şeydi —sadece ilk fotoğraf olmasıyla ünlüydü: bir odadan dışarıya yöneltilen kamera merceği, ancak pozlamanın yaklaşık sekiz saat sürmesinden dolayı (bu plakanın duyarlılığına bağlıdır) güneş ve gölgeler manzaranın her iki tarafını da aydınlatma ve karartmaktadırlar.

Karanlık Oda (Camera Obscura) çok eskiden beri bilmiyordu. İlkeleri Aristo'dan beri, kendisi ise Arap Ortaçağından beri. Rönesans sonrasının en önemli resim modeli oluşturma tekniklerindendi.

Fotograf, Nicéphore Niepce tarafından 1831 yılında icat edilmek için neden o kadar bekledi? Karanlık Oda ilkelerinden Aristo'nun bile haberdar olduğu anlaşılıyor. Ve ilk karanlık odanın (camera obscura) 11.Yüzyılda Araplar tarafından inşa edildiği de biliniyor. Camera obscura Rönesans ve sonrasında ressamların ve askeri efradın vazgeçemedikleri bir cihazdı. Torino'daki şüpheli "kayıt" dışında (İsa'nın imajı olduğu iddia edilen) bütün Antik ve Ortaçağ simyası, elementlerin sayısız özelliklerinin bilgisine vakıf olmalarına rağmen ışığın maddedeki etkisini bir "kayıt" aracı olarak tutmaya kalkışmadılar. Bir tarafta koskoca bir "bilimler akışı" varken öte tarafta 1830'lu yıllarda kötü bir ressam olan, biraz da amatör kimyager olan Niepce'in, en az kendisi kadar kötü bir ressam olduğu anlaşılan oğlunun manzara resimlerini doğru dürüst çizebilmesine yardım etmek üzere icat etmiş olduğu anlaşılan fotoğrafın o tuhaf tarihçesi var. Fotograf gibi bir aygıt gerçekten camera obscura geleneğine mi ait? Ya da "yansıma" ve "taklitlerin" tartışıldığı Eflatuncu bir dünyadan gerçekten başlatılabilir mi fotoğraf tarihi?






*
Nicephore Niepce tarafından icat edilişinden -1830 yılı, heliograph, "güneşin yazısı" gibi bir şey- bu yana, tarihi epey eskiye dayanır. Kötü bir ressam olan, biraz da amatör bir kimyager olan Niepce'nin fotoğrafı, en az kendisi kadar kötü bir ressam olduğu anlaşılan oğlunun manzara resimlerini doğru dürüst çizebilmesine yardım etmek üzere icat etmiş olduğu anlaşılıyor. Fotoğrafın oluşturulabilmesi için iki iklimin bir araya getirilmesi gerekti: kimya ve fizik ya da daha ziyade optik. Karanlık Oda (camera obscura) ilkelerinden Aristo haberdardı. Araplar bunu geliştirdiler ve eğlence amaçlı kullandılar. Rönesans ressamlarıyla bilikte, ressamlar tarafından, şekilleri ve imajları resmine aynen kopyalayabilmek için kullanıldı. Çokça Vermeer kullanmıştır. Bu, Niepce'in icadının optik kısmıydı. Diğer taraftansa, bazı kimyasal elementler çeşitli biçimlerde ışıkla -modern anlamıyla, farklı yoğunluklarda fotonlarla - etkileniyordu. Demek ki, en eski simyacılardan bu yana bilindiği üzere, bazı maddeler ışığı "yakalayabiliyor" veya "kaydedebiliyor". Fotoğraf tarihçileri neden bu iki ayrı soykütüğün Niepce'e kadar kesişmediğini sormuşlardır. Fotoğraf bin yıl önce de icat edilebilirdi, ancak karanlık odada elde edilen imajı kaydetmek kimsenin aklına gelmemişti.

Geçtiğimiz yüzyıldan bir Fransız sosyolog, tarihçi ve siyasal iktisatçı olan Gabriel Tarde'a göre bir icat, iki gelenek veya "taklitler" dizisinin buluşmasıdır. Belli bir anda, iki çizgi birbirleriyle mucidin zihninde kesişirler ve süreç böylece devam eder...

Niepce tarafından çekilen ilk fotoğraf, kırlık arazideki evinin penceresinden görünen dışarıdaki manzaradır, ama elde edilen görüntü çamur gibi bir şeydir. Pozlama sekiz saatten fazla sürdüğü için, güneş her taraf gölge düşürerek hareket ediyordu ve sonuçta bu Niepce'in oğluna sadece kaba şekiller sağlıyordu, renkler, derinlikler, karmaşık şekiller yoktu.


*
1839 yılında Louis Daguerre ilk "fotografik insan imajı"nı çekti: bir ayakkabı boyacısı ve müşterisi, dışarıda, Paris'te koca bir meydanın köşe başında... Meydan bomboş gözüküyor çünkü kalabalıklar hareket halinde, bu ikisi hariç... Ve uzun pozlama süresince görünür kalıyorlar.


Zamanla enstantane fotoğraf, hareketli imajlara, yani sinemaya meyleder. 

Ulus Baker
(Notlar Beyin Ekran kitabından,  Baker'in Sinema üzerine yazılarının 
önemli bir kısmına korotonomedya adresinden ulaşmak mümkün)




*
İlgili okumalar:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/10/sinemann-kokeni.html


Charlot, alone


Charlot, sinemanın en yalnız insanı...
 Charlot var olduğundan bu yana diyor Andre Bazin, ve ekliyor: (ama onun varoluşu belli bir zaman dilimiyle nasıl sınırlanabilir?) 
- aynı şekilde Chaplin'e olan hayranlığımız da belli bir zaman dilimiyle sınırlanamaz, ölene dek Chaplin hayranıyız! 





Sinema'nın Kökeni


Sinema:
Adam bütün gücüyle kaçmaktadır... Ama nasıl bilmem, hep karşımızdadır. 


*
İlk sinemanın özellikleri: sabit kamera-çekimi, hareketsiz ve mekansal plan; çekim cihazıyla projeksiyon cihazının aynılığı - "seyircinin gözüne göre çekim". Sinemanın özü zaman içinde, montajla, hareketli kamerayla ve çekimin projeksiyondan kopmasıyla gerçekleşecektir.

Sinema bu çizgidedir -taşıma araçları (tren, otomobil, uçak) ... Buna paralel olarak bir ifade araçları serisi (grafik, fotoğraf, sinema) -kamera bunlar arasında mübadele kurar.

Sinemanın tarihöncesi: Çin gölge oyunları ya da projeksiyonlar değil. Belirleyiciler: fotoğraf, daha doğrusu poz fotoğrafı değil enstantane fotoğraf; enstantanelerin eşit aralığı; "filme aktarım" (Edison ile Dickson); imaj geçirme/akıtma cihazı (Lumiere)...

*
Sinemanın bir prehistoryası var, bir tarihi var. Bunu isterseniz Platon'un mağarasından başlatın, uzun şeritlerdir bunlar Ortaçağda. İsterseniz trenle başlatın, Victor Hugo sinemayı öngörüyordu bir tren yolculuğunu ve oradaki hareket rejimine göre, bir manzaranın nasıl göründüğünü, hızla geçen ağaçların nasıl göründüğünü. O sürate daha önce hiç kimse alışık değildi trenin süratine. Ama esas olarak sinemanın öncüsü Deleuze'ün deyişiyle eşit aralıklı imajlar, Muybridge'in seri enstantane fotoğrafları ya da Marey'in -ki fizyologtu, insan vücudunun hareket rejimini anlayabilmek için, işte kasların hareketini- kurduğu seri filmler. Bunlar tabi bant halinde. Ünlü at resimleri Muybridge'in. Çarpışma şöyle bir şey, Jeriko bir resminde, bir atı dört ayağı da yerden kalkmış vaziyette resmediyor. Bir tartışma kopuyor, böyle bir şey yok, mutlaka ayaklarından birisi yerde olacak diye bir saldırıya uğruyor. Sonra ortaya çıkıyor ki, doğru, dört nala giden bir atın dört ayağı da kalkar. Henüz sinema diyemiyoruz. Muybridge ve o projeksiyonla yapıyordu ama bu atlamalı bir projeksiyondu çünkü kullandığı teknik, ipçiklere bağladığı deklanşörler ve seri halde yan yana bir sürü kamera, koşusunu tespit etmeye girişiyordu. Bu henüz sinema değil. Lumiere ve Edison'un buluşları olan sinema henüz bu değil. Niçin değil? Çünkü kadraj farklı, yani her bir kadraj farklı atın koşusunu tespit eden her bir kadraj farklı bir kadraj. Çok sayıda kadrajların yan yan getirilmesi sistemi yine de tahmin edersiniz ki fotoğrafı sinemaya doğru, sinemanın bulunuşuna doğru dürten bir şey ki fotoğraf bundan sonra sanki sinemanın atası gibi görünmeye başlıyor.


    

     
Jules Etienne Marey


Sinemanın öntarihi ya da tarih öncesi kuşkusuz Grekçe adlara verilmiş bir takım görsel yanıltmaca aygıtlarını içeriyor: phenakitoscope, zootrope, praxinoscope... vesaire... Sinemanın tarihini yazarken böyle bir tarih öncesiyle başlamak zorunluluğu hissedenler kendilerini eski Mısır fresklerinde, Çin ve Doğu gölge projeksiyonlarında, Bayeux'nun ortaçağdaki resimli halılarında, hatta Lascaux mağaralarının yirmi bin yıllık duvar resimlerinde bulabilirler ... Böylece bu öntarihin sonu gelmez. Hatta bazıları, mesela Jean Mitry, Homeros ve Vergilius edebiyatına başvurmakta çekinmiyorlar... Gilles Deleuze'ün, sinemanın "kökenine" Marey ile Muybridge'in "birbirlerine eşit uzaklıktaki enstantane fotoğraf sekanslarını" yerleştirmesi bu bakımdan anlamlı görünüyor Bir taraftan hareketin bir analizi, öte taraftan projeksiyon sayesinde elde edilebilecek bir sentezi - ya da bir zamanların deyişiyle "mekanik yeniden üretimi"...
  
  

   


Muybridge

jimmy



Fitzcarraldo (1982, Werner Herzog)








Sebastiane ( Narcissus)

 



Nazizm için bir çentik

Nazilik, 20. yüzyılda Eros'un büyük çılgınları tarafından değil, küçük burjuvalar tarafından icat edildi; insanın aklına getirebileceği en berbat, en görgüsüz ve tiksindirici küçük burjuvalar tarafından. Himmler, bir hemşireyle evlenmiş olan bir tür ziraatçiydi. Toplama kamplarının, bir hemşireyle, bir tavuk yetiştiricisinin ortak fantezilerinden fırlamış olduğunu kavramak gerek. Hastane artı tavuk kümesi; işte toplama kamplarının ardındaki hayalet. Milyonlarca insan öldürüldü orada; toplama kampı denilen girişime karşı yöneltilen suçlamaları geçersizleştirmek için söylemiyorum bunu; tersine, tam da toplama kamplarını, onlara atfedilmek istenen erotik değerlerin büyüsünden arındırmak için söylüyorum.

Naziler, kelimenin en kötü anlamıyla, ev kadınıydılar. Ellerinde bezler ve süpürgelerle ortalıkta koşuşturup duruyor ve toplumu, dışkı, toz ve pislik olarak gördükleri her şeyden -haz düşkünleri, eşcinseller, Yahudiler, kanları saf olmayanlar, siyahlar ve delilerden - arındırmaya çalışıyorlardı. Nazi düşünün temelinde, tam da ırksal saflığa ilişkin, o zehirlenmiş küçük burjuva düşü yatar. Eros'un izine bile rastlanmaz. Önce bunun açıklığa kavuşturulması şartıyla, bu yapı içinde, yerel düzlemde, bir çakışma sonucu, kurbanlarla cellatların gövdelerini birbirine bağlayan, deyim yerindeyse erotik ilişkilerin gerçekleşmiş olması pekala mümkündür. Ancak bu rastlantısaldır.

Michel Foucault

(bkz: http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/09/national-sozialismus-1933-1945.html