Sinema:
Adam bütün gücüyle kaçmaktadır... Ama nasıl bilmem, hep karşımızdadır.
Adam bütün gücüyle kaçmaktadır... Ama nasıl bilmem, hep karşımızdadır.
*
İlk sinemanın özellikleri: sabit kamera-çekimi, hareketsiz ve mekansal plan; çekim cihazıyla projeksiyon cihazının aynılığı - "seyircinin gözüne göre çekim". Sinemanın özü zaman içinde, montajla, hareketli kamerayla ve çekimin projeksiyondan kopmasıyla gerçekleşecektir.
Sinema bu çizgidedir -taşıma araçları (tren, otomobil, uçak) ... Buna paralel olarak bir ifade araçları serisi (grafik, fotoğraf, sinema) -kamera bunlar arasında mübadele kurar.
Sinemanın tarihöncesi: Çin gölge oyunları ya da projeksiyonlar değil. Belirleyiciler: fotoğraf, daha doğrusu poz fotoğrafı değil enstantane fotoğraf; enstantanelerin eşit aralığı; "filme aktarım" (Edison ile Dickson); imaj geçirme/akıtma cihazı (Lumiere)...
*
Sinemanın bir prehistoryası var, bir tarihi var. Bunu isterseniz Platon'un mağarasından başlatın, uzun şeritlerdir bunlar Ortaçağda. İsterseniz trenle başlatın, Victor Hugo sinemayı öngörüyordu bir tren yolculuğunu ve oradaki hareket rejimine göre, bir manzaranın nasıl göründüğünü, hızla geçen ağaçların nasıl göründüğünü. O sürate daha önce hiç kimse alışık değildi trenin süratine. Ama esas olarak sinemanın öncüsü Deleuze'ün deyişiyle eşit aralıklı imajlar, Muybridge'in seri enstantane fotoğrafları ya da Marey'in -ki fizyologtu, insan vücudunun hareket rejimini anlayabilmek için, işte kasların hareketini- kurduğu seri filmler. Bunlar tabi bant halinde. Ünlü at resimleri Muybridge'in. Çarpışma şöyle bir şey, Jeriko bir resminde, bir atı dört ayağı da yerden kalkmış vaziyette resmediyor. Bir tartışma kopuyor, böyle bir şey yok, mutlaka ayaklarından birisi yerde olacak diye bir saldırıya uğruyor. Sonra ortaya çıkıyor ki, doğru, dört nala giden bir atın dört ayağı da kalkar. Henüz sinema diyemiyoruz. Muybridge ve o projeksiyonla yapıyordu ama bu atlamalı bir projeksiyondu çünkü kullandığı teknik, ipçiklere bağladığı deklanşörler ve seri halde yan yana bir sürü kamera, koşusunu tespit etmeye girişiyordu. Bu henüz sinema değil. Lumiere ve Edison'un buluşları olan sinema henüz bu değil. Niçin değil? Çünkü kadraj farklı, yani her bir kadraj farklı atın koşusunu tespit eden her bir kadraj farklı bir kadraj. Çok sayıda kadrajların yan yan getirilmesi sistemi yine de tahmin edersiniz ki fotoğrafı sinemaya doğru, sinemanın bulunuşuna doğru dürten bir şey ki fotoğraf bundan sonra sanki sinemanın atası gibi görünmeye başlıyor.
Jules Etienne Marey
Sinemanın öntarihi ya da tarih öncesi kuşkusuz Grekçe adlara verilmiş bir takım görsel yanıltmaca aygıtlarını içeriyor: phenakitoscope, zootrope, praxinoscope... vesaire... Sinemanın tarihini yazarken böyle bir tarih öncesiyle başlamak zorunluluğu hissedenler kendilerini eski Mısır fresklerinde, Çin ve Doğu gölge projeksiyonlarında, Bayeux'nun ortaçağdaki resimli halılarında, hatta Lascaux mağaralarının yirmi bin yıllık duvar resimlerinde bulabilirler ... Böylece bu öntarihin sonu gelmez. Hatta bazıları, mesela Jean Mitry, Homeros ve Vergilius edebiyatına başvurmakta çekinmiyorlar... Gilles Deleuze'ün, sinemanın "kökenine" Marey ile Muybridge'in "birbirlerine eşit uzaklıktaki enstantane fotoğraf sekanslarını" yerleştirmesi bu bakımdan anlamlı görünüyor Bir taraftan hareketin bir analizi, öte taraftan projeksiyon sayesinde elde edilebilecek bir sentezi - ya da bir zamanların deyişiyle "mekanik yeniden üretimi"...
*
Oysa düşünülmesi gerekirdi ki insanlar her zaman "hareketi" temsil etmekle uğraşmışlar... Lascaux ve Altamira mağaralarının duvarlarındaki atlar, buffalolar, mandalar asırlardır koşuyorlar... Bu mağara resimleri önceleri "mimesis" kuramı doğrultusunda bir "ilkel ve saf gerçekçilik" diye yorumlanıyor. Lukacs bile estetiğinde bu varsayımın etkisi altında. Tasvirlerin mutlak bir "gerçeğe-benzerlik" izi taşıyor olmaları, organizmaların ve uzuvların hareket anında yakalandıkları "fotografik" gerçeklik temsilinin daha o zamandan orada hazır bulunuyor olması, henüz "soyutlama" yeteneğini yeterince işleyememiş bir insanlık halini işaretliyormuş gibi geliyor. André Leroi-Gourhan ellili yıllardan itibaren bu paleolitik resimlere bakış açımızı kökünden değiştiren çalışmalar yaptı: bu resimler "ilkel bir gerçekçilik" varsayımını birçok bakımdan safdışı edecek özelliklere sahipler... öncelikle onları mekânsal bir gerçekliğin içine yerleştirmemize elverecek herhangi bir kadrajları, herhangi bir coğrafyaları yok... koşmakta olan hayvan gruplarının etrafında herhangi bir ağaç, bir insan, o dönemde insanların yaşadıkları varsayılan orman kulübeleri (tahmin edildiği kadarıyla paleolitik çağda insanlar mağarada yaşamadılar, onları sığınma veya ritüel amaçlı kullandılar, dolayısıyla "mağara adamı" tezi tümüyle yanlıştır). Ve ilk "kadrajlı" tasvirler neolitik çağda, yani "yerleşik", "tarıma" ve "zanaata" dayalı hayatın başlamasına denk düşüyor --Jericho ve Çatal Höyük... Buralardaki duvar resimlerinde binlerce yıl boyu kaybolmuş "sözde-realist" hayvan resimlerini bir av sahnesinin tezgahına yatırılmış olarak görüyorsunuz. Başka bir deyişle, Lascaux resimlerinde henüz bir mekanı çevirip tespit etme girişimi yoktu.
*
Sinemanın doğuşunda iki buluş var, birisi manyetik şerit, Edison'un buluşu ya da patentini aldığı buluşlarından birisi, ondan sonra da, diğer taraftan kamera ve projeksiyon. Başlagıçta kamera ve projeksiyon aynı cihazlar, bu da Lumiere'in buluşu. Zaten patent üzerinde çok büyük tartışmalar, kavgalar kopmuştu o sırada. Edison'un Kineteskope'u ve Lumiere Kardeşler'in sinematograf adını verdikleri arasında. Sonuçta mücadeleyi Lumiere kazanıyor ama sonradan devrediyorlar her şeylerini, geleceğine güvenmiyorlar. Bundan ne sanat çıkar, diyorlar, ne bilimsel bir değeri var, diyorlar sinematografın; dolayısıyla satıyorlar Pathe'ye, Pathe adlı kimya endüstrisine. Onlar da sinemayı geliştiriyorlar gerçekten, yani Lumiere'ler bir anlamda kaybetmiş oluyorlar.
Lumiere'lerin vues adını verdikleri, çoğunlukla egzotik dünyadan taşınan filimcikler en fazla 28 saniyedir. Lumiere filmleri en ilkel dönemi sinemanın, sinemanın gelceğinin nüveleri var. Pathe'ye satıldıktan sonra icat, sinematograf, Melies montajlamaya başlıyor.
Ulus Baker
(Notlar Beyin Ekran kitabından, Baker'in Sinema üzerine yazılarının
önemli bir kısmına korotonomedya adresinden ulaşmak mümkün)
Le Voyage dans la lune, 1902 - Georges Melies |
Ulus Baker
(Notlar Beyin Ekran kitabından, Baker'in Sinema üzerine yazılarının
önemli bir kısmına korotonomedya adresinden ulaşmak mümkün)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder