Yazarken gök gürültüsünü ve rüzgarın uğultusunu dinliyorum: Yeryüzünün zaman içindeki fırtınalarını, gürültüsünü, şimşeğini keşfediyorum. Baştan sonra gürültülerle dolu ve kalbimin kanı pompalaması kadar basit bir şekilde ölümü pompalayan bu sınırsız zamanda ve gökte aniden şiddetlenen canlı bir devinimin beni sürüklediğini hissediyorum. Penceremin kanatları arasından, savaşların kudurganlığını, yüzyılların öfkeli mutsuzluğunu alıp götüren sonsuz bir rüzgar esiyor. Yıldırım aşkına gerekli olan körleşmeyi ve kanı talep eden bir öfkem yok mu benim de? Artık yalnızca, -ölümü gereksinen- bir nefret çığlığı olmak isterdim - ve birbirlerini parçalayan köpeklerden daha güzel bir şey yoktur!- ama ben yorgunum, heyecanlıyım...
"Şimdi tüm hava ısındı, yeryüzünün soluğu kavruldu. Şimdi hepiniz çıplak, iyi ve kötü, geziniyorsunuz. Ve bu, bilgiye tutkun insan için, bir şenliktir." (1882 -1884; Güç İStenci, II. s.99)
"Düşünürlerin en derin yazgıları çevrimsel yollar izleyenler değildir: Devasa bir evreni olduğu gibi kendi içini de gören ve samanyollarını kendi içinde taşıyan kişi tüm samanyollarının ne kadar düzensiz olduğunu da bilir; bu samanyolları da kaosa ve varlığın labirentine götürür." (Şen Bilgi, 332.)
Bir gün kendi kanımla son sözlerimi yazma olanağım olsaydı şunu yazardım: "Yaşadığım, söylediğim, yazdığım -sevdiğim- her şeyin iletildiğini düşünüyorum. Böyle olmasa yaşayamazdım. Yalnız başına yaşarken, bir çölde yalnız okuyuculardan söz etmek! Edebiyatı - hafifçe okşamaları, kabul etmek! Benim yapabildiğim şey, elimden gelen tek şey- kendimi oynamaktı ve bugün savaş alanlarında amaçsızca yatan mutsuzlar gibi tümcelerimin içinde ölüyorum." "Benimle alay ediyor, sağ kalıyor," diyerek gülünsün, omuz silkinsin istiyorum. Doğrudur, sağ kalıyorum ve hatta anında neşe doluyorum, ama şunu kabul ediyorum: "Kitabımda, sana, tam olarak oyunun içinde olmadığım izlenimi veriyorsam, bu kitabı at; buna karşılık, eğer beni okurken, seni oyunun içine sokan hiçbir şey bulamıyorsan - dinle beni: Ölünceye kadar tüm yaşamın boyunca - okuman sendeki kokuşmuşluğu kokuşturuyor."
"Yalnızlar arasında yalnız olan bizler - çünkü bilimin etkisiyle ancak orada olabiliriz- neredeyiz, insan için bir arkadaşı nerede bulacağız? Eskiden herkes için bir kral, bir baba, bir yargıç arıyorduk, çünkü gerçek krallardan, babalardan, yargıçlardan yoksunduk. Daha ilerde bir dost arayacağız - insanlar bağımsız, göz kamaştıran sistemler haline gelecekler, ama yalnız olacaklar. Bu durumda mitolojik içgüdü bir dost arayacaktır. (1881 -1882; Güç İStenci, II. s. 365)
"Yazgıları olan insanlar, kendilerini taşırken yazgılarını taşıyanlar, tüm kahraman hamallar ırkı. Ah! Bazen kendiliklerinden dinlenmeyi ne kadar çok isterler! Altında ezildikleri ağırlıktan onları en azından birkaç saat için kurtaracak sağlam sırtlara, güçlü yüreklere ne kadar da çok susamışlar! Ve bu susamışlık ne kadar da boş!... Bekliyorlar, önlerinden geçen her şeyden pişmanlık duyuyorlar. Hiç kimse acılarının ve tutkularının binde biriyle bile onlarla buluşmuyor, hiç kimse, onların hangi noktaya kadar beklemede olduklarını tahmin edemiyor... Sonunda çok geç de olsa şu temel sakınımı öğreniyorlar: Artık beklememek; ve ardından ikinci sakınım: Nazik, alçak gönüllü olmak, her şeye katlanmak ... kısacası o güne kadar katlandıklarından biraz daha fazlasına katlanmak." (1887 - 1888 Güç İstenci II, s. 235.)
Yaşamım Nietzsche'nin eşliğinde bir topluluktur, kitabım, bu topluluğun ta kendisidir.
Aslında Bay Nietzsche hakkında ne biliyoruz?
Kaygılara, sessizliklere zorlanmış... Hristiyanlardan nefret eden .. Başka şeylerden söz etmeyelim..
Dahası... o kadar azız ki!
Karşısında hiçbir şey yapılmayan sevincin sahte bir görüntüsü vardır: Ama onu benimseyen kişi sonuçta onunla yetinmek zorundadır. Mutluluğa sığınan bizler, bir şekilde öğlene ve çılgın, aşırı bol bir güneşe gereksinimi olan bizler, maskeler içindeki bir geçit törenine, anlamı kaybettiren bir gösteriye benzer yaşamın geçip gittiğini görmek için yolun kenarında oturan bizler, korktuğumuz bir şeyin bilincine vardığımız doğru değil midir? İçimizde kolayca kırılan bir şey var. Çocuksu ve yıkıcı ellerden korkacak mıydık? Yaşamın içine sığınmamız rastlantıdan kaçınmak için midir? Yaşamın parlaklığının, sahteliğinin, yüzeyselliğinin, parıltılı yalanının içine bu nedenle mi sığınıyoruz? Neşeli görünüyorsak, hüzünlü olduğumuz için midir? Ciddiyiz, uçurumun farkındayız... (Güç İstenci)
Varlığımın öte tarafı hiçliktedir. Parçalanış içinde, bir eksikliğin dayanılmaz duygusu içinde hissettiğim kendi yokluğumdur. Başkasının mevcudiyeti bu duygu dolayısıyla ortaya çıkar. Ancak başkası da kendi hiçliğinin sınırına eğilirse veya hiçliğin içine düşerse (ölürse) tam olarak ortaya çıkar. "İletişim" ancak kendini tehlikeye atan, parçalanan, durdurulan, hiçliklerin üstüne eğilen- iki varlık arasında gerçekleşebilir.
...burada hiç kimse senin ardından gelmeyecektir! Ardında bıraktığın yolu bizzat senin adımların silmiştir ve yolunun üstünde şu yazılıdır: İmkansız!
(Zerdüşt - Gezgin)
Doruk kötülüğe katlanmak değil, kötülüğü istemektir. Günahla, cinayetle,
kötülükle gönüllü uyumdur. Birilerinin yaşaması, diğerlerinin ölmesi için gerekli olan ateşkessiz bir yazgıyla uyumdur.
Hala günaha inanıyor olmak korkunçtur, aksine, binlerce kez yinelemek
zorunda kalsak da yaptığımız her şey masumdur.
1881 -1882
Hiçkimse bütünüyle Nietzsche olmadan, Nietzsche'yi okuyamaz.
Ve tüm bunlara inanıldı! Ve ahlak adı verildi! Bu iğrençliği yok edin!
Beni anladınız! Dionysos Çarmıhtaki İsa'ya karşı...
(Ecce Homo)
Ahlak bıkkınlıktır. Bu ahlak yakıcı biçimde doruğu arzulamamıza bir karşılık olmaktan çok, bu arzularımızı hapseden bir sürgüdür.
Oluş halinde bulduğumuz mutluluk, ancak varoluş'un ve güzel görünümün gerçeğinin silinmesiyle, yanılsamanın kötümserce yol edilmesiyle mümkündür - diyonizyak mutluluk doruk noktasına, en güzeli bile olsa görünümün yok olmasıyla ulaşır. 1885-1886
Çıplaklık duygusuyla başlayan "öte dünya". Namuslu çıplaklık sersemliğin uç sınırıdır. Ama bizi (bedenlerin, ellerin, ıslak dudakların) kucaklamasıyla uyandıran çıplaklık yumuşaktır, hayvansaldır, kutsaldır.
Bir kez çıplak olunduğunda, herkes kendinin fazlasına açılır ve öncelikle hayvansal sınırların yokluğunun içine dalar. Bacaklarımızı açarak, mümkün olduğu kadar açarak, artık biz olmayan şeyin, tenin kişisiz, bataklık varlığının içine dalarız.
Ortak olarak sahip oldukları yumuşak çirkefin içinde kendilerini kaybeden iki varlığın iletişimi.
Bu sabah gökyüzü sert.
Gözlerim gökyüzünü boşaltıyor, daha doğrusu parçalıyor.
Yaşlı bulutlu gökle ben, birbirimizi anlıyoruz, birbirimizi ölçüyoruz ve iliklerimize kadar nüfuz ediyoruz.
Bu şekilde -uzağa ve çok uzağa- birbirimize nüfuz ederek kendimizi inceltiyor ve yok ediyoruz. Boş olmayan hiçbir şey varlığını sürdüremiyor -gözlerin akı gibi olan hiçlik.
Yazı yazdığım anda yoksul -azize, kırılgan- güzel bir kız geçiyor.Onu çıplak olarak düşlüyorum ve onun içine -ondan bile daha uzağa- girdiğimi hayal ediyorum.
Düşlediğim bu sevinç -ve hiçbir şeyi arzulamadan- olabilirliği boşaltan, aşkın sınırlarından taşan bir gerçekle doluyor. Tam da, dolu şehvetin -ve böyle olmak isteyen dolu çıplaklığın- kavranılabilir uzamın ötesine kaydığı noktaya kadar.
...
Edebi bir boşluk varlığını sürdürdüğü sürece
her tümce müzeliktir.
teşekkürler.
YanıtlaSil