Walt Whitman Archive


Walt Whitman Fotoğrafları Arşivi

Allen Ginsberg / Whitman

Kaliforniya’da Bir Süpermarket



Seninle ilgili neler geçiyor aklımdan, Walt Whitman,
başağrısıyla yürürken kenar mahallerde ağaçların altından,
ürkekçe seyrederek dolunayı.

Açgözlü bitkinliğimle satın alacak imgeler aranırken neon
meyve süpermarketine uğradım, senin siparişlerini düşleyerek!
Şu şeftalilere bir bak ya da şu alacakaranlıklar! Aileler tam
takım alışverişte: Koridorlar, kocalarla dolup taşıyor! Avakadoların
içinde kadınlar, domateslerin içinde bebekleri! ya sen, Garcia Lorca,
senin ne işin vardı karpuzların orada!

Gördüm seni, Walt Whitman, çocuksuz, yalnız, koca obur, dolaptaki
etlerin arasında dolanırken ve dikizlerken tezgahtar çocukları.
İşittim seni birşeyler sorarken: Kim katletti bu domuz pirzolalarını?
Muzlar kaça? Sen, Meleğim misin benim?
İzleyerek seni dolandım parlak konserve
yığınları arasında
ve dükkan dedektifi takip etti hayalimde.
Beraberce adımladık koridorları bu ıssız düşümüzde,
enginarları tadarak, dondurulmuş lezzetlerin her birinden aşırıp
kasaya hiç uğramadan.

Nereye gidiyoruz, Walt Whitman? Bir saate kalmadan kapanacak
kapılar. Sakalın hangi yönünü gösteriyor gece?
(Dokunuyorum kitabına ve süpermarket serüvenimizi düşlüyorum,
bir garip hissediyorum kendimi.)

Issız sokaklarda mı yürüyeceğiz bütün gece? Gölgeler gölgeler
ekliyor ağaçlar, tek ışık yok evlerde, bir başımıza kalacağız ikimiz de.
Mavi arabalar geçerken yanımızdan sesiz kulübelerimize doğru yol
alacak mıyız dersin, yitik sevgi Amerikasını düşleyerek?
Ah, sevgili atam benim, kır sakallı, yalnız ve yaşlı cesaret hocası,
nasıl bir yerdi senin Amerikan, küreklere asılıp terk ettiğinde
buraları Charon ve sen dumanlar içindeki sahile çıkıp izlediğinde
geminin kayboluşunu karanlık sularında Lethe’nin?

Türkü / Walt Whitman



Whitman / Ezra Pound

Seninle bir antlaşma yapıyorum Walt Whitman — 
Yeterince nefret ettim senden.
İnatçı bir babanın yanında büyümüş 
Bir çocuk gibi geliyorum sana;
Arkadaşlık kuracak yaşa geldim artık,
Kıran sendin daha yaşken ağacı,
Geldi şimdi onu yontmanın sırası 
Özsuyumuz aynı özsuyu,  kökümüz aynı kök — 
izin ver de bir alışveriş başlasın aramızda.

Ezra Pound

*
bak:

ÇIĞLIK / Edvard Munch

Sick Mood at Sunset, Despair / 1892


“Yaşamın dehşeti, düşünmeye ilk başladığımdan bu yana yakamı bırakmadı.” 

“Birkaç yıl çıldırmanın eşiğinde yaşadım. Deliliğin korkunç suratı yaklaşmış, yamuk kafası dikilmişti. Çığlık adlı tablomu biliyorsun.Gerginliğin son sınırındaydım — doğa haykırıyordu kanımda — çatlama noktasına gelmiştim. Sonra...gülümsemesi bahar kadar taze, gencecik bir sarışın kız imdadıma yetişti.”

“Bir akşamüstü yürüyordum. Bir yanımda kent uzanıyordu, öbür yanımda fiyort. Yorgun ve hasta hissediyordum kendimi. Durdum, fiyorda baktım. Güneş battı. Bulutlar kıpkırmızı oldu — kana bulanmış gibi. Tüm doğa haykırıyordu sanki. Kulaklarımdaydı çığlık. Resmi yaptım. Bulutları sahici kan gibi boyadım. Renkler haykırdı.”

— Munch

Cehennemden Portre / Edvard Munch


1903


“Tüm yaşamım dipsiz bir uçurumun kıyısında, bir taştan bir taşa sıçrayarak yürümekle geçti. Zaman zaman dar patikamdan ayrılıp hayatın girdabının ortasına dalmaya çalışırım, ama her seferinde, kendimi gerisin geriye uçurumun kıyısına çekilmiş bulurum. Ve orada yürüyeceğim... sonunda boşluğa düşüne dek. Çünkü, hatırlayabildiğim ilk günden beri korkunç bir huzursuzluk duygusu içinde kıvrandım. Bunu sanatımda dile getirmeye çalıştım. Bu huzursuzluk ve maraz olmasa, dümensiz bir gemiye benzerdim.”

— Munch



“Her biri kendi yönünde uçan iki yaban kuşu gibi ruhum.”

— Munch



“Damda yürüyen bir uyurgezer gibiyim. Sakın ansızın uyandırmayın beni, yoksa düşüp paramparça olurum.”

— Munch



“Sanatım, ruhumu açığa vurmama olanak vermiştir.”


— Munch


Hasta Çocuk / Edvard Munch



“Hasta çocuğu ilk gördüğümde — soluk benzi, beyaz yastığa yayılmış kızıl saçları — gördüğüm şey, resmi yapmaya çalıştığımda uçup giden bir şeydi. Resmi bitirip tuvale baktığımda, sonuçtan hoşnut kalmakla birlikte, ortaya çıkanın gördüğüm şeyle pek az ilişkisi olduğunu farkettim. Bu resmi, bir yıl boyunca, tekrar tekrar yaptım — kazıdım, boyayı akıttım, ilk gördüğümü (keten çarşafın üstündeki o solgun, saydam teni, titrek dudakları, ürperen elleri) yeniden yakalamak için sürekli uğraştım.




Buluğ / Edvard Munch



“Ziyaretine gittiğimde, onu bir resim üzerinde çalışıyor buldum. Yatağın kenarında çıplak bir model kız oturuyordu. Pek meleğe benzemiyordu gerçi, ama yine de bir bozulmamışlığı ve masum bir çekingenliği vardı...bu niteliklerdi zaten Munch’u onun resmini yapmaya iten. Kız orada otururken, bahar güneşinin ışınları üzerine vurdu ve başının gölgesi, kaçınılmaz bir yazgı gibi, arkasına vurdu. İşte öyle resmini yaptı onun —bütün kalbiyle-— ‘Buluğ’ adını verdi ona. O resimde kalıcı, evrensel, hayatın sahici bir parçası olan bir şeyi yakaladı.”


Adolf Paul

Edvard Munch

Self-Portrait with a Bottle of Wine (1906)


Norveçli ressam Edvard Munch (1863-1944), modern ekspresyonizmin iki baba figüründen biri (diğeri Van Gogh) olarak kabul edilir genellikle. İlk natüralist resimlerinden sonra, 1890’larda sembolik/psikolojik bir evreden geçmiş ve daha sonraki yılların parlak renkli, dinamik tablolarına varmıştır.

Munch’un sanatını incelemek, çok canlı ve dokunaklı bir güncenin sayfalarını çevirmeye benzer. Munch yalnızca kendi yaşadığını, ya da en azından kendi deneyimi olanı resmetmiştir. Yaşamı resmine yansır. Kısacası, insan Munch’la sanatçı Munch birbirinden ayrılamaz.

“Yapıtlarımda, hayatımı ve hayatımın anlamını dile getirmeye çalıştım. Böyle yapmakla, başkalarının da kendi hayatlarını anlamalarına yardım edebileceğimi düşünüyorum.”

Bir sanatsal niyet, bundan daha açık seçik anlatılamaz sanırım.

Munch’un hayatını incelemek, tek bir günün geçişini izlemek gibidir: gençliğinin kasvetli şafağından sonra, sabah güneşinin iç ısıtan ışınlarıyla karanlık bulutlar yavaş yavaş dağılır ve hayatının günbatımındaki pırıl pırıl renklerle son bulur.


Munch, tüm yalnızlığına karşın, hayattaki nihaî misyonunu hemcinslerine uzanmak, onlara yaklaşmak olarak görüyordu: sanatının gücünü gayet iyi biliyor ve kendine bir tür “nebi” olarak bakıyordu. Bu nedenledir ki, yapıtları kendi hakkında uzun bir itiraflar dizisidir; Özünü tanıma gereksiniminin sonucudur.

Ama sanatçı Munch, insan Munch’ u açığa vursa bile, aynı zamanda kendi iç bütünlüğünü korur ve düşgücümüzü büyüleyen gizemli yanını kolayca ele vermez. Bu “öz-incelemeleri” kendi söyledikleriyle birlikte, onun dünyasının kapılarını aralar bize. Bir dâhi ile karşı karşıya olduğumuzu duyumsarız. Öyle bir dâhi ki, tüm yalnızlığı içinde, bir kez olsun fildişi kulesine kapatmamıştır kendini.

*
Ragna Stang

Sanat / Edvard Munch

“Resimlerimizi gördüklerinde gülenlere, ya da sadece kafalarını kaşıyanlara bir konuşma yapmak hoş olurdu. Yaşamın bu anlık izlenimlerinin gerisinde bir mantığın yattığını düşünmekten âciz bu adamlar. Bütün bildikleri, bir ağacın kırmızı, bir suratın mavi olamayacağı; çünkü çocukken, yaprakların yeşil, insan derisinin tatlı bir ten rengi olduğunu öğrenmişler. Sanatçının bu garip renkleri bilerek, isteyerek kullandığını akılları almıyor. Onların gözünde bu, boş bir entellektüel saçmalık, ya da dengesiz bir kafanın ürünleri. Bu resimlerin ciddi düşüncelerden, acılardan, uykusuz gecelerden, bedensel ve zihinsel azaplardan doğduğunu kavramaları olanaksız.”


“Fotoğraf makinesi hiçbir zaman fırça ve paletin yerini alamayacak — Cehennem ya da Cennet’te fotoğraf çekilebilene dek.”

— Munch


“Hayat yolculuğuna çıktığımda, kendimi eski, çürük tahtalardan yapılmış bir kayık gibi hissettim. Yapımcısı onu fırtınalı denize atarken şöyle demişti: ‘Eğer batarsan, suç senindir ve cezan Cehennem’in sonsuz ateşinde kavrulmak olur’.”

— Munch’tan, K. E. Schreiner’e

GOYA


Savaşın Felaketleri adlı aside yedirme baskıların 1820'lerde yapıldığı sanılmaktadır. Metal üzerine yaptığı bu gravürlerine kaynaklık eden ve kendisinin de hazır bulunduğu tüyler ürpertici olayların hemen ardından yapılmış oldukları anlaşılan çok sayıda desen elimizde bulunuyor.

Goya çok hızlı düşünmektedir ve eli biçimin ayrıntıları üzerinde zaman kaybetmek istemeyecek kadar ateşli ve hareketlidir. Biçimi, ezbere hacimler ve tasarlanmış çizgilerle kısaltılmış çizimler anlamında kabul eder ve böylece korkunç bir anlatı yeğinliği kazanır.

Eğer-“kurgu” sözcüğü hiç bulunmamış olsaydı Goya’nın yapıtlarını tanımlamak için bunu yaratmamız gerekirdi. Ve eğer “gerçekçilik” yalnızca bir “sözcük” olsaydı onu kendi sözlüğümüze almamızı zorunlu kılan da Goya olurdu. Hiç şüphesiz Goya “gerçeğin” gelmiş geçmiş en büyük kurgucusudur.



"Ben buna tanık oldum" / GOYA

 Cinleri başından defetmek, kendini acılardan kurtarmak için az resim yapmamıştır Goya. Zaman zaman Engizisyonun işkencesinden geçen kişileri konu alan desenlerinde ise daha korkunç bir sonuç çıkar: Çifte işkence söz konusudur artık bu desenlerde.


Kırmızılı ve kanlı bir kadın çalışmasını düşünüyorum Goya’nın. Kadını ayaklarından duvara zincirlemişler. Ayakkabıların altı delik. Yana dönmüş yatıyor. Eteği dizlerine kadar sıyrılmış. Koluyla başını ve gözlerini kapamış. Nerede olduğunu görmek istemiyor. Desenle doldurulmuş kâğıt kadının yattığı taş döşemenin üstünde bir leke sanki. Hiç çıkmayacak bir leke. Bu desende parçaları bir araya getirme çabası yok; ne de belli bir görüntüyü sergileme kaygısı. Görüneni irdeleme de yok. Resim bize yalnızca şunu söylüyor: 

Ben buna tanık oldum. 

Di'li geçmiş zaman.


*

John Berger

*

Goya'nın tanık oldukları için:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/search/label/Goya

Goya / Picasso (Uğur Kökden'in günlüğünden)

Madrid, 1964

Prado Müzesi’nde Goya’nın geçen yüzyıldaki İç Savaş’ı yansıtan kimi resimlerinin sergilenmesi yasak. İç Savaştan Dehşet Tabloları.


İstanbul, Ocak 1963

Bayramın ikinci günü,

Dışarıda renksiz, yapışkan, berbat bir yağmur.

Sinematek’de özel gösteri: Bunuel’in Endülüs Köpeği, Resnais’nin Guernica’sı. Umulmadık bir olay. Olağanüstü boyutta.

Endülüs Köpeği’ni, gene böyle bir yağmurlu gecede, ilk kez Paris’te seyretmiştim. Los Olvidados ile birlikte. Bunuel, çağımızın ve sürgün İspanya’sının asi çehresi. Ülkesi ve ona benzeyen ülkeler için yasak isim.

Guernica.

Endülüs Köpeği’ne karşılık, Guernica’yı ilk kez göreceğim. Ses araçları bozuk, kopya eski. Salonun olanakları sınırlı ve ilkel. Fakat ne önemi var?..

Eluard’ın şiirli dilini Maria Casares seslendiriyor. Casares, Garcia Lorca’dan kalan son canlı anı. Perdede, Picasso’nun vatanından ve halkından esinlenerek gerçekleştirdiği “tipler”. Gözü kör ana. Palyaço. Ütü yapan kadın. Mavi dönemin öteki kişileri. Ve sonunda Guernica’nın kendisi.

Korkunun kasılışın, dehşetin ve tiksintinin yansıması. Acılar halkı, çizgi çizgi ışığın altında belirip yok oluyor. Sessizce, yakınmasız gölgelere ve geçmişe karışıyor.

İç Savaş. 1937. Alman bombardıman uçakları. Guernica, kuzeyde küçücük bir kasaba. Yahut köy. Matematik bir kesinlik ve dikkatle atılan bombalar. 

Bilanço: iki bini aşkın ölü. Hepsi sivil. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar...

Dışarıda yağmur durmaksızın gene yağıyor.

Sorumsuz, sınır tanımaz ve leke bırakan bir yağmur.

Guernica'dan detay

LEOPARDI (1798-1837)

"Neydi zaman içinde kaybolan 
Adına hayât denen o acı an?"

Leopardi on his deathbed, 1837.


Hiçbir şair, hiçbir düşünür Giacomo Leopardi (1798-1837) 'den daha büyük bir açıklıkla kötümserliğini dile getirmemiştir. Açıklıkla, diyorum, çünkü örneğin Kafka gibi kendine acıyan bir kötümserlik göremeyiz Leopardi’de. Düzyazılarında da hiçbir kavram kargaşası yoktur. Bu yazılar her şeyi korkunç bir biçimde aydınlatır — tıpkı Picasso’nun Guernica'sındaki elektrik ampulü gibi.

Leopardi İtalya’nın Bataklıklar Yöresi’nden orta halli soylu bir ailenin oğluydu. Belki de olumlu tek mirası, babasından kendisine kalan zengin kitaplıktı. On yaşına geldiğinde, kendi kendine İbranice, Yunanca, Almanca ve İngilizce öğrenmişti. Bunun dışında yalnızlık, hastalıklı bir beden, gittikçe artan görme bozukluğu ve yüz kızartıcı parasal bağımlılıklarla geçti ömrü. Yazılarındaki yargıların okurlarınca özel hayatındaki acı olaylardan kaynaklandığı yolunda yorumlanmasındansa, onların yakılmasını yeğlediğini söylüyordu. Sanırım böyle düşünmekte de haklıydı.

Leopardı, olağanüstü bir biçimde, kendi mutsuzluk çukurundan geçmişteki, yaşadığı çağdaki ve gelecekteki insanların hayatlarını ve gökteki yıldızları inceleyebileceği bir kule oluşturmayı başarmış bir yazardır. İtalyan ya da İtalyanca uzmanı olmayan birinin Leopardi’nin şiirinin niteliği konusunda tam bir yetkiyle konuşması çok güç. Birçokları onun Dante’den sonra gelmiş geçmiş en büyük İtalyan şairi olduğuna inanıyorlar. Leopardi’nin yazdığı her şiirde hayatın tümünü kapsayan dünya görüşünü destekleyen ve bu görüş içinde kendi yerini alan özgün bir düşünce vardır. Bu açıdan, o da Vergilius gibi klasikler arasına girer. Bununla birlikte, hem kullandığı dili, hem de ele aldığı konuyu (bu bir köy, bir düğün ya da bir marangoz olabilir) aynı zamanda hem büyük bir yumuşaklık, hem de uzaya varan bir uzaklık duygusuyla işler. Bir yavru kuşun yumuşak göğüs tüyleriyle bir göktaşının madensi katılığı yan yana gelerek benzeri olmayan bir lirizm, bir şiirsellik yaratır.

Leopardi’nin düzyazıları da var. Bunlardan en önemlileri, Zibaldone adını verdiği ve 1817-1832 yılları arasında tuttuğu bir çeşit düşünsel günlükle Ders Alınacak Öyküler adını verdiği bir derlemedir. Günlüğü ölümünden sadece altı yıl sonra yayımlanmış. Derlemedeki parçaların çoğu ise Leopardi’nin sağlığında yayımlanmıştı.

Nietzsche, Öyküler’i okuduktan sonra, Leopardi’nin yüzyılın en büyük düzyazı ustası olduğunu öne sürmüştü. Gerçekten, biz de günümüzde Leopardi’nin tam anlamıyla bir çağdaşımız olduğunu görüyoruz. Anlatımında ince alaycılığa yer vermesi, konuyu abartmaktan kaçınması, konuşur gibi yazması, kendi kişisel önemini öne sürmeden ağırbaşlı olmayı başarması, Pasolini, Brecht ve Bulgakov gibi birbirine benzemeyen çağdaş yazarların birçok özelliklerini muştular.

Where Do We Come From?.. / GAUGUİN



Burada, tamamen sessizliğin hakim olduğu küçük atölyemin yanında, doğanın zehirlenmeyen kokularının ortasında, göz alan harmonileri düşünüyorum. Kutsal korkunun ne olmadığını bilmemle artan bir hazzı sonsuzlukta hissederim. Şimdilerde soluduğum, uzun vadede kaybolan neşenin korkusu. Tuhaf hareketsizliklerinde, duruşlarının ritminde anlatılmayacak şekilde heybet ve dinsellikle, heykeller kadar katı olan hayvan figürleri. Gözlerde düşlenen, anlaşılmaz bir muammanın bulanık yüzeyi. Gece burada. Her şey uykuda. Sonsuz uzayda, önümde gözden kaybolan rüyayı gerçekten anlamaksızın görmek için gözlerim kapalı ve umutlarımın kederli ortaya çıkışından kaynaklanan, bitkinlik veren o hissi tadıyorum.

Mallarme’nin söylediği gibi, ‘O ahenkli bir şiir, opera metnine ihtiyacı yok.’ Sonuç olarak bir çalışmanın özü, cisimsiz ve erişilmez; tamamen ifade edilmez şeyden oluşur; mısralardan ima yoluyla akar, maddi bir yapı değildir. Tahiti resimlerimden birinin önümde duran Mallarme şöyle dedi: 

"Birisinin bu kadar ihtişamın içine bu denli çok gizem koyabilmesi hayret verici."

Nereden Geliyoruz... resmime gelince, oradaki put, bir edebiyat sembolü gibi değil, bir heykel gibi fakat belki de hayvan figürlerinden daha az heykel, aynı zamanda daha az hayvan; kalbimin önünde tüm doğasıyla hayalimi bir araya getiren, ilkel ruhumuza hükmeden, kaynağımızın ve geleceğimizin gizeminden önce belirsiz ve anlaşılmaz olan ıstıraplarımızın müthiş tesellisi.

Görüş alanım içinde gerçek olmayan bir kinaye ile aynı anda resim yaparken ve hayal kurarken, ruhumdaki ve fikrimdeki tüm bu hüzünlü terennümler belki de edebi eğilim eksikliği yüzünden.

Biten çalışmamın uyanışıyla, kendime soruyorum; Nereden geliriz? Neyiz? Nereye gidiyoruz? Tuvalle artık daha fazla yapacak bir şeyi olmayan, onu çevreleyen duvarda oldukça ayrı, kelimelerle ifade edilen düşünce. 

Başlık değil.

Bir İmza. 

*
Paul Gauguin


*
İlgili Okumalar:

Van Gogh / John Berger

Van Gogh’un mektuplarında, kendisinin kalıplaşmış kavramları ne yoğun bir biçimde bilincinde olduğunu görüyoruz. Bütün hayat öyküsü sonsuz bir gerçekliği yakalama özleminden başka bir şey değildir. Renkler, Akdeniz iklimi, güneş onu bu gerçekliğe götüren araçlardı; bunların hiçbiri onun için yalnızca amaç değildi. Bu özlem, gerçeği kurtarmayı hiç başaramayacağını sandığı zamanlarda daha da yoğunlaşırdı. Bu bunalımların bugün şizofreni ya da sara olarak tanımlanması hiçbir şeyi değiştirmez; onların patalojik özellikleri dışındaki içeriği gerçekliğin kendi kendini bir çeşit anka kuşu gibi yok etmesiydi.

Van Gogh’un mektuplarından onun çalışmasından daha kutsal bir şey tanımadığını da biliyoruz. Van Gogh çalışmanın fiziksel gerçekliğini, aynı zamanda hem bir zorunluluk, hem bir haksızlık, hem de insanın özü olarak görüyordu. Sanatçının yaratma eylemi, onun için, eylemlerden yalnızca
biriydi. Gerçekliğin kendisi bir üretim biçimi olduğu için, gerçekliğe en iyi yaklaşım yollarından biri de çalışmaydı.

Resimleri bunu sözcüklerden daha açık seçik anlatıyor. Resimlere yakıştırılan kalın ve kaba çalışma yöntemi, tualin üstüne boyayı sürerken aldığı tavır, paletteki renkleri seçip karıştırırken yaptığı, bizim görmediğimiz, ama kolayca kafamızda canlandırabileceğimiz hareketleri, görüntüyü yaratırken ellerini kullanışı, resmini yaptığı şeylerin varoluş etkinliğine benzer. Van Gogh’un resimleri betimledikleri şeylerin bir varolma uğraşıdır.

Kargalar'dan. (detay)

Van Gogh'un Son Günleri

Hastaydı» yoksuldu, dertliydi. Ama her zamankinden daha büyük bir coşkuyla çalışıyordu: Canına kıymadan önceki son durağı olan Arles kasabasında tam 82 tablo yapmıştı.

1890 yılının ya 20 ya 21 Mayısıydı. 37 yaşındaki Vincent van Gogh Auvers-sur-Oise kasabasında on hafta sonra duvarları arasında son nefesini vereceği çatı katındaki odaya yerleşiyordu. Gene de otuz kiloyu bulan eşyasıyla gelen sanatçının ne hastaya benzer bir durumu vardı, ne de yaşamından bezmiş gözüküyordu. Yengesi Jo bir keresinde onu “iri yapılı, geniş omuzlu, neşeli bakışları olan yüzü sağlıklı bir renkte ve davranışlarında kararlılık sezilen genç bir adam...” olarak tanımlamıştı. Rahatça resim yapmaya elverişli çevreyi inceliyor, saz damlı evlere sevinçle bakıyor ve büyük bir kararlılıkla resim yapmaya başlamak, istiyordu.

Bunu yapmaya da hemen koyulmuştu. Sabah saat beşte kalkıyor, resim takımlarıyla araziye çıkıyor ve başka zaman aynı sürede üreteceğinden iki kat fazla resim yapıyordu. İstatistiklere göre 840 yağlıboya tablosu vardı, bunun yarısına yakınını yaşamının son iki yılında yapmıştı — ve Auvers’de geçirdiği 69 gün içinde yaptığı tabloların sayısı ise 82’yi buluyordu. Hem de hiçbir resim türünü geri bırakmadan: Her gün yeni portreler, natürmortlar, ırmakları, köyleri, ormanları, tarlaları konu edinen manzaralar birbiri ardına kurumak üzere karanlık bir ahıra bırakılıyordu. “Bütün bu resimleri hâlâ görür gibi oluyorum...” diye anlatıyordu tanıklardan biri aradan yıllar geçtikten sonra, “şimdi büyük bir özenle el üstünde tutulan bu yapıtlar renkli bir yığın gibi insanın düşünebileceği en pis köşeye atılıyorlardı...”

Van Gogh’un yaşam öyküsü yazarı Marc Edo Tralbaut onun bu aşamasını “sanat açısından en formda olduğu zaman” olarak nitelendirmektedir. Tüm yaşamı boyunca para sıkıntısı çekmiş, kişiliğini bulma bunalımları içinde olmuş olan bu yalnız sanatçının buradaki günlük yaşamının da güney Fransa’dakinden daha rahat geçtiği anlaşılıyor. Orada çok içiyordu, güneşli Arles’de arkadaşı ressam Paul Gauguin’le aralarındaki bir tartışmadan sonra kulağıyla ilgili o olay başına gelmişti. (Bunun da bugüne kadar niteliği bilimsel olarak saptanamamıştır — sanatçı kulağının tümünü mü, yoksa kulak memesinin ucunu mu kesmiş, belli değildir.) Tam sağlığına kavuşmuşken bu kez de seksen bir yurttaşın topladığı imzalar tehlikeli olduğu gerekçesiyle yeniden göz altına alınmasına neden olmuştu. Gene burada klinik özellikleri belirlenememiş yedi ruhsal bunalım geçirmişti, son üçü de 1889’da kendi isteğiyle yattığı Saint-Remy Akıl Hastanesinde olmuştu. Bir yıl sonra iyileştiği gerekçesiyle taburcu edilmiş ve Auvers’e gitmişti.

RAINER DYING




Today, 
I work colors 
blue, yellow, green
Today
I work colors
and ı paint my face
blue, yellow, green
and ı dont understand
so ı paint my face
blue, yellow, green
...