Sorry Angel (2018, Christophe Honore)


Plaire, aimer et courir vite, Beğen, Sev, ve Hemen Kaç, İngilizce başlığıyla Sorry Angel, bir Christophe Honore filmi, bir başka Fransız yapımı 120 Beats per Minute gibi 90'lı yılların Paris'inde, aids'in hala can aldığı ve act up eylemlerinin devam ettiği dönemde geçiyor. Daha önce Herve Guibert'in Hastane Günlüğünde, Derek Jarman'ın Blue'sunda ve Cyril Collard'ın Yırtıcı Geceler romanında ve aynı adlı film uyarlamasında karşıma çıkmıştı bu dönem - ki beni çok etkileyen aids kurbanı bu üç sanatçının da veda mahiyetindeki son yapıtlarıydı bunlar. Özellikle Cyrıl Collard'a blogda genişçe bir yer açmış, Derek Jarman'a ve Herve Guibert'e de elimden geldiğince dokunup geçmiştim. 

Christophe Honore ise 120'nin yönetmeni Robin Campillo gibi Sorry Angel'da geçmişe, anılarına, gençliğine dönüyor. Oldukça kişisel, yaşamöyküsel izler ve imgelerle yüklü geriye dönük bir bakış atıyor 90'lı yıllara.  Honore de filmin genç karakteri Arthur gibi Brittany'de öğrenci o dönem, çevresi aids'ten ölen insanlarla çevrili, bütün bir kuşak, birlikte korkunç bir süreci deneyimliyorlar.  Honore röportajında bunu şöyle dile getirmiş:  “It’s not normal to start out with this idea that death is intimately linked to your sexuality. And then to bury friends when you’re just 20 …  I wanted to explore my memories of being in my 20s in the ’90s. AIDS was part of our lives, so many people around me died, and at the time, AIDS and the fear of death was looming over love and sex relationships.


Sorry Angel'da, filmin merkezinde iki karakter var. Jacques, 35 yaşında hıv pozitif ve ölümün eşiğinde Paris'te yaşayan bir oyun yazarı. Arthur, cinselliğini yeni yeni keşfeden, taşrada yaşayan ve sinemacı olmak isteyen 22 yaşında genç bir Rimbaud. Bir Parisien ve bir Breton. Jacques'in bir oyunu için gittiği küçük bir Fransız şehri olan Rennes'de, Jane Campion'un Piano filminin gösterildiği sinema salonunda karşılaşıyorlar. Jacques'le Arthur arasında cinselliğin de ötesinde edebiyat ve sanat hakkında sohbet üzerine kurulu bir flörtleşme ve romantik bir aşk ilişkisi başlıyor böylece. 




Yönetmen Christopher Honore filmini "bir ilk aşk ve bir son aşk filmi, imkansız bir aşkın değil, imkansız bir hayatın filmi" diye tanımlamış.  Jacques'in son aşkı Arthur, biraz biraz Rimbaud o, yazar ve sinemacı olmak istiyor, Paris'e ilk kez gidiyor, müzeleri dolaşıyor, aids'ten ölen oyun yazarı Bernard-Marie Koltes'in, Truffaut'nun mezarını ziyaret ediyor. Truffaut'nun yanı başında aktris Dominique Laffin'in mezarına bir bakış atıyor. Muzip ve tatlı bir gülümsemesi var, iyimser, umut dolu, henüz yolun başında; güneşli ve güzel bir günde işte, walkmaniyle Paris sokaklarında, Jacques toprağın altına girecek ama o güneşte yürüyor. 




İmkansız olan, Jacques ve Arthur'da karşı karşıya geliyor,  “Ben çoğunlukla ölü yazarları okurum” diyor Arthur. “Uzun süre beklemene gerek kalmayacak” diye cevap veriyor Jacques. İlişkileri iki sevgili olmaktan çıkıp bir öğretmen ve öğrenci ilişkisine dönüşüyor zaman zaman. Filmin en keyifli sahnesi, Rimbaud'dan Walt Whitman'a, Allen Ginsberg'den Christopher Isherwood'a eşcinsel edebiyattan isimlere atıflar yapıldığı, wrong blonde diyalogunun yaşandığı uzun telefon konuşması.


Ve mavi, mavi filmin en sıcak rengi. Mavi'nin açık ve koyu tüm tonları. Jacques'in mavi takımı, mavi duvarlar, mavi yatak çarşafları, mavi kıyafetler, mavi iç çamaşırları, telefon külübesinin mavi ahizesi, banyonun fayans döşemeleri ya da hastane koridorunun kasvetli zemininde mavi. Ve kaç izleyicinin dikkatini çekmiştir bilmem Derek Jarman'ın cam bardaklardaki mavi hezarenleri. 




Some of these days,Oh, you'll miss me honey




sartre'ın özlü tanımı: tımarhaneden kaçmak için anahtar arayan hasta sonunda kendisinin anahtar olduğuna inanmaya başlar.

*
Bulantı için bak:

KIŞ MEKTUBU


Rimbaud’dan sonra bir başka giden, Sevgili Zeze, Paul Gauguin, paraya ve zenginliğe tapan tiksindiği Avrupa uygarlığını terk etmeye karar vermiş, 1889’dan itibaren Fransa’dan ayrılmak için uygun bir yer arayışına başlıyor. İlk başlarda gidiş sebebi uygarlıktan bir kaçıştan ziyade mümkün olan en düşük yaşam koşullarında, sanatın tüccarların elinde olmadığı, yalnızca resim yaparak yaşayabileceği bir yer. Yaşam maliyetlerini hesaplıyor, Madagaskar’ı düşünüyor, ama orayı uygarlığa çok yakın buluyor ve çok geçmeden vazgeçiyor. Sonunda kendini dünyanın bir ucunda, Fransız sömürgesi altındaki Tahiti’de buluyor.

Resme bir pazar ressamı olarak başlamış, işten artakalan saatlerde boya kutusu, şövalesi ve tuvalini alarak kırların yolunu tutan amatör bir ressam olarak. Gauguin’i yoldan çıkaran borsacı arkadaşı Schuff, (ki Schuff da borsadaki kazançlı işini bırakmış ve kendini resme adamış) ama en önemlisi,  Manet’nin nü’sü Olympia’yı gördüğünde tam anlamıyla baştan çıkmış olmalı. Çok iyi para kazanan bir borsacı olarak karısı, beş çocuğu ve tek güvencesi olan mesleğini bırakıyor ve kendini tamamen resme adıyor. Ailesi için gerçek bir felaket olan bu istekle resim aşkı arasında zor bir karar; karısının deyimiyle sonunda onun zalim egoizminin kurbanı oluyorlar. Borsada iyi bir işi olan, nüfuzlu, saygıdeğer ve iyi giyimli Bay Paul Gauguin yavaş yavaş bir boheme dönüşüyor, ticareti bırakıp resme başlamasıyla başlayan yoksulluğun pençesinde bohem bir kılıkta ve daima sarhoş dolaşıyor. Biraz abartıyorum tabi...

Tahiti’ye gitme fikrini Gauguin’in aklına sokan aslında Vincent (Van Gogh). Arles’te birlikte yaşadıkları dönemde Vincent’in okuduğu Pierre Loti’nin Rarahu, Loti’nin Evliliği romanı Tahiti’de geçiyor ve bu egzotik anlatı Vincent’in ilgisini çekmiş. Vincent’in duvarlarını sarıya boyadığı ve kendi tablolarıyla doldurduğu meşhur ve meşum kulak hadisesisin yaşandığı Sarı Ev’de, egzotik bir ülkede, kendilerini tamamen resme adayacakları Zevkevi ( Maison du jouir) isimli bir stüdyo, (bu tanım Vincent’e ait) bir ressamlar topluluğu hayal ederler. Bunu gerçekleştirebilmek için para bile biriktirirler.

Sonuçta Tahiti hayalini gerçekleştiren Gauguin oluyor, Vincent Avrupa hapishanesinden kaçamıyor. Arles’teki kulak hadisesi gerçekleştikten sonra Arles’i ve deliliği kesinleşen Vincent’i sonsuza dek terk eden Gauguin, çok geçmeden ondan bir mektup alıyor:

“Paris’te olduğun için ne kadar şanslısın, orası insanın en iyi doktorları bulabileceği bir yer, sen de kesinlikle deliliğinin tedavisi için bir uzmana danışmalısın. Hepimiz deli değil miyiz?”

Hepimiz deli değil miyiz Zeze? 


Gauguin sonunda Avrupa uygarlığından kaçışını dostlarına ilan ediyor. Christ and the Garden Olives tablosunda kendini havarilerin terk ettiği İsa olarak betimlemiş.

Avrupa defterini tamamen kapadığı inancıyla yanına sahip olduğu her şeyi alıyor: iki mandolin, bir gitar, eski bir tüfek, breton flütleri, birkaç parça giysi ve resim eşyaları. Gauguin’in Tahiti’ye gideceğini duyan Renoir, oysa Batignolles’de de o kadar güzel resim yapılabiliyor ki, demiş. Ama Gauguin’in gerekçeleri temelde farklıydı.  Kırlar ona yetmemişti, gerçek bir cennet bahçesi arıyordu, çürümüş Avrupa uygarlığından kaçmak ve yeryüzünün unutulmuş, yabanıl bir köşesinde özgürce resim yapmak, Martinik ve Panama seyahatlerinde keşfettiği tropik ışığı ve renkleri geri istiyordu. Aynı zamanda serüven düşkünü ve başına buyruk da bir adam. Peru kökenli, 1878'de, bir etnografya müzesinde gördüğü Peru heykelleri damarlarındaki inka kanını harekete geçiriyor,  bohem sanatçı yaşamından daha da ötesine bir ilkele ve vahşiye dönüşmeyi istiyor. 

1889?'da kırk üç yaşındayken, Marsilya’dan kalkan bir gemiyle iki buçuk ay süren bir yolculuğun sonunda Tahiti’nin Papeete kentine ulaşıyor.

*Çocuklarından Emile Gauguin’e bakılırsa bu romantikleştirilen etkileyici bir hayat öyküsü ama tam olarak doğru değil. Gauguin’in ne ressam olma kararı ne de daha sonra ressam olmak uğruna çocuklarını ve karısını terk ettiği tam olarak gerçeği yansıtmıyor. Henüz 1873 gibi erken bir tarihte karısının bir resmini yapmış, sanat uğruna işini bıraksa da bu konuda öncelikle karısına danışmış ve ailesi ile bağını asla koparmamış. Karısını ve çocuklarını yanına almak bile istemiş, sık sık onlarla mektuplaşmış ve çok sevdiği kızı Aline için Tahiti’de bir günlük tutmuş.

Gauguin, Papeete’de Avrupalılaşmış bir kent buluyor karşısında. Papeete’ye gelmeden on bir yıl önce Kral 5. Pomare yönetimi Fransızlara devretmiş. Gauguin, tam da kralın cenaze töreninde adaya geliyor. El konulmuş, zapt edilmiş bir ülkeye ayak bastığını fark ediyor. Avrupalı olan her şey burada da var: Askerler, memurlar, din adamları, ticaret, resmiyet. Para burada da insan yaşamına amansızca hükmetmekte. Tiksinti duyup kaçtığı Avrupa kültürü yeninin albenisine çabuk kapılan yerli halkın da etkisiyle öldürücü darbelerle geleneklerin içine sızıyor. Gauguin, zamanla kralın gömülüşünün adada can çekişen yerel kültürün son kalıntılarının da gömülüşü olduğunu anlıyor.

İlk hayal kırıklığını Tahiti’ye gelişinin ilk ayında yaşıyor. Nehirde çıplak yüzmeye kalkıştığında kamu ahlakının bekçisi jandarma ensesinde bitiyor.  Bu Avrupai merkezden uzaklaşmak için Papeete’yi terk etmeye ve ormanın içlerindeki küçük köylerde eski geleneklerin hala yitirilmediği yerli yaşamının arasına karışmaya karar veriyor. Papeete’den 50 km uzaklıktaki Mataeia’ya taşınıyor.

“ Yapay olan, geleneksel olan, alışılmış olan her şeyden kaçtım.
Gerçeğe, doğaya giriyorum.”

Gizli Şeyler


Yaz & Kış






Pape Moe

Joteha, tahiti dilinde gizemli sular nasıl denir?“

 “Pape Moe” 


Pape Moe'nin gerçek temasını yalnızca birkaç titiz göz fark edebilecekti; bunu açığa vurmaya niyeti yoktu asla. Çiçeklerden, yapraklardan, su ve taştan oluşan gümrah bir ormanın ortasında, su içmek ya da oraların görünmez tanrısına ibadet etmek üzere, gölgede kalan güzel bedeniyle kayalara yaslanarak ince bir çağlayana eğilmiş bir varlık göreceklerdi. İçlerinden pek azı, bu esrarı, farklı bir cinsiyetin vücut bulduğu bu insancığın cinsiyetindeki belirsizliği, dinle ahlakın savaş açtığı, peşine düşerek itiraz ettiği ve kökünü kurutana dek yok etmeye çalıştığı o seçeneği çözebilecekti. Yok ettiklerini sanarak nasıl da yanılıyorlardı! Pape moe bunun kanıtıydı. Tablodaki çift cinsiyetli kişinin eğildiği o “gizemli sularda" sen de yüzmüştün Paul. Sen onu uzun bir sürecin sonunda yeni keşfediyordun: 1889’da Evrensel Sergi’de Charles Spitz’in fotoğrafının üzerinde yarattığı büyülü etkiyle başlayan ve o nehirde, zamanın ve tarihin durduğu o ıssız yerde, Jotefa'nın penisini arkanda hissedip de onun taata vahine si olmayı kabullenmenle biten bir süreçti bu. Pape moe'nin aynı zamanda senin otoportren olduğunu hiç kimse asla öğrenemeyecekti Koke.






Pape moe gibi bir tablo kotarabilmek için bunların hepsi yaşanması gereken şeylerdi. Rötuş gerekmiyordu onun için. Resimde Charles Spitz in fotoğrafı kırpışıp parıldıyordu; doğa ve çift cinsiyetli insan birbirinden bağımsız değildi; ikisi birlikte yeni bir panteist hayat tarzı meydana getiriyordu; sular, yapraklar, dallar ve taşlar ışığı yansıtıyordu ve resimdeki insan da bu öğelerin hiyeroglifi gibiydi. Teni, adaleleri, simsiyah saçları, koyu küfle kaplı kayalara sapasağlam basan güçlü ayakları başka bir uygarlığa ait olan o varlığa karşı duyulan saygıyı, kutsama ve sevgiyi ifade ediyordu; Avrupalılar tarafından sömürgeleştirilse de ormanın gizli derinliklerinde atalarına özgü saflığı koruyan bir uygarlıktı bu. Pape moe’yi tamamlamış olmak seni hüzünlendiriyordu. İyi bir işe son fırça darbesini de vurduktan sonra hep olduğu gibi, kafanı o soru kurcalardı; ya bundan sonra bir sanatçı olarak kötüye gidersen...

Yaz

https://kaotikbenlik.blogspot.com/ Albert Camus / Yaz

Baby

Watch on vimeo: https://vimeo.com/90978939

Ben Whishaw'ın oynadığı 2001 yapımı 11 dakikalık bir kısa. 

başka odalar, başka düşler...






Erotizm

Arthur Rimbaud'nun Gerçek Sarhoş Gemileri



Uzun ve yorucu bir okuma sürecinden sonra Rimbaud üzerine yazdım. On yedi yaşının meyvesi olan Roman şiirini yeniden okurken, Leo Ferre'nin ezgisi eşliğinde (kaotikbenlik.blog /2014/02/Roman) Rimbaud'nun Charleville'deki sevdalı çayırlarından çıkıp ıhlamur ağaçlarının altına geldim yine böyle. İlk şiirlerini yazdığı odasında, kilerde, ahırda, tuvalette, Charleville'in çiftlik evine giden çamurlu yollarında ve Avrupa'da yalınayak dolaşıp Habeş ellerine sürüklendim. 

Şair Rimbaud'yu olduğu kadar, tüccar Rimbaud'yu da ilham verici buluyorum. Şair Rimbaud'nun sessizliğinden, bugün bile, geç kalmış da olsak, çıkarmamız gereken bir ders olduğunu düşünüyorum. Barthes'a göre Rimbaud yazılarından değil, yazma eyleminden kopmasıyla moderndi. Kopma radikal, kesin, ama bundan da değil, modern olan; dil öznesinin yarılmış, ikiye ayrılmış olmasını sağladığı için moderndi. Ben bir başkasıdır diyen şair Rimbaud, 1875'ten sonra başka biri artık. Söz'ün yerini eyleme bıraktığı yerde bir gezgin ve bir tüccar bekliyor bizi:


"Yeryüzünde aylak aylak dolaşacağım" 
(tekvin. 4:14, Kabil)


Rimbaud'nun şiiri bıraktıktan sonra yaptığı işlere bir göz atalım: Seyyar satıcı, barmen, tarım işçisi, liman işçisi, özel öğretmen, fabrika işçisi, paralı asker, simsar, kasiyer, tercüman, dil öğretmeni... Gündelik işlerle birlikte sonuçsuz kalan pek çok girişim daha. Bütün bunların dışında bir serseri, ayyaş, keş, jigolo ve dilenci. Sonuç olarak on beş ayı evde, yirmi bir ayı denizde ya da yolda on üç ülke, ve bir kısmı yayan katedilmiş elli bir bin kilometre. Rimbaud o ülkeden o ülkeye kovula kovula Avrupa'yı dolaşıyor, tutuklanıyor, sınır dışı ediliyor. Dileniyor, hapse giriyor, her seferinde aç ve sefil bir halde kilometrelerce yürüyerek eve dönüyor. Charleville'deki uzun kış uykularında iş olanaklarını genişletmek için kendini günlerce eve kapatıp dil öğreniyor: Almanca, Arapça, Rusça, Hintçe.. Piyano alıyor ama ilerleyemeyip bırakıyor. Ticaret, endüstri ve mühendislik konularına kafa yoruyor.

Ateşli bir hastalığa yakalanıp Kıbrıs'taki işinden kısa süreliğine yurda dönen Rimbaud ile görüşen okul arkadaşı Ernest Delahaye bunun son bir fırsat olduğunu düşünerek Ya Edebiyat diye sorar laf arasında. Rimbaud ciddi. Kesin. Büyük suskunluğun ve büyük diş bilemenin efendisi bu ağzı sıkı dostu kısaca "Artık o şeyle bir ilişkim kalmadı.” diye yanıtlıyor Delahaye'yi.

Bir zamanlar şair olduğunu düşünürdü. "bir şeyler var şuramda, şu yüreğimde, yükselmek kabarmak isteyen..." diyordu Banville'e. Kaderini Cehennem'de Bir Mevsim'e bağlamıştı. Yaşamı değiştirmek istemişti. Ateş Hırsızı ve kahin demişti kendisi için. Ne budalalık. Evet, şimdi herkesi ve her şeyi ateşe vermek isterdi. Kahin şair, sonuçta, kendi geleceğini göremiyordu.

Ya kitaplar? Charleville'de bir cafede karşılaştığı arkadaşlarıyla otururken edindiği kitaplardan söz eden birisine sessizliğini koruyamayıp Kitaplar, özellikle de böyle kitaplar almak tam bir aptallık der alaycı bir şekilde,  Her kitabın yerine geçmesi gereken bir kütle var omuzlarının üzerinde. Kitapların işe yaradığı tek durum, rafta durmaları ve eskimiş duvardaki dökülmüş sıvaları gizlemeleri. "

Cebinde hiç para olmadığı için kitapçı vitrinlerinin önünde ağzı sulanarak baktığı kitaplar hakkında da böyle düşünür yeni Rimbaud. Ona iş imkanları sağlayacak ve para kazandıracak yararlı bilginin peşinde. Ne kitaplarda, ne şairlikte ne de kahinlikte gözü var. Yazdıklarından tek kazandığı bir dergiye parasız abonelik oldu. İlluminations'da yer alan son şiirlerinden biri olan Ucuzluk'ta şair çoktan bir tüccara dönüşmüştü: artık her şey satılıktı.

Rimbaud, para etmeyen ve karşılık bulmayan edebi yeteneği dışındaki bütün yeteneklerini satışa çıkarır. Terk ettiği liseye, küçümsediği lise diplomasına bile göz diker. Bir harika çocuktu oysa. Derslerinde başarılı, sınıf atlayan, latince kompozisyonlarından dolayı birinci gelen örnek bir öğrenciydi. Ona büyük, mutlu özgürlüklerin parıldadığı çöllerin, ormanların, güneşlerin, ırmakların, savanaların düşünü kurduran tüm o kitapları okumamış olsaydı, gelgeç yüreği resimli macera dergilerine, Jules Verne'lere kanmasaydı da anasını dinleseydi, yolunu başka türlü çizebilir, şimdi elde etmek için çabaladığı azıcık konuma ve rahatlığa erişebilir miydi?

Ama bilinci erkenden uyanmış bu dikbaşlı ve öfkeli çocuk Rimbaud, doğayı çoktan gerçek anası bellemişti. Henüz sekiz yaşında okul defterinin bir sayfasına şunları karalar:  " Serin rüzgar ayaklarımın dibinde akan ırmağın  gümüş sularının sesine benzer bir uğultuyla kıpırdatıyordu yaprakların ağaçlarını. Yeşil alınlarını eğmişti rüzgarın önünde eğrelti otları (...) Bense lanet yunanca, latince, tarih ve coğrafya dersleriyle uğraşıyorum."

Ve 1864'de, on yaşındayken daha, karşı çıkar bu kadere:

 "Neden — diyordum kendi kendime — Grekçe. Latince öğrenmeliyim? Bilmiyorum. Bunlara bir gereksinimimiz yok aslında. Başarılı olmak umurumda bile değil, neye yarar başarılı olmak, hiçbir şeye, öyle değil mi? Ama. hayır; dediklerine göre ancak »başarılı olursa mevki sahibi olabilirmiş insan. Mevki falan istemiyorum ben: ben mirasyedi (rantiye) olacağım. (...) Ah! anasının anasını satayım! canına yandığımın! ben mirasyedi olacağım; okul sıralarında pantalon kıçı eskitmek hiç de hoş değil, Allahıma!"

Üstün zekası ve başarılarından dolayı sınıf atlaya atlaya liseye gelen Rimbaud'nun hayatına  
Charleville kolejine atanan 22 yaşında devrimci genç bir öğretmen girer. Daha sonra Rimbaud'nun sataşmalarından ve öfkesinden payını alacak olan Georges Izambard, Rimbaud'nun şiir yeteneğini ilk gören kişi oldu. Onu yeni yayınlar, yeni kitaplar, yazarlarla tanıştırdı, kütüphanesini paylaştı. Rimbaud da ona yazdığı şiirleri, Baudelaire'i tanrı, kendini kahin ilan ettiği, zamanının şair ve yazar takımına amansızca saldırdığı Kahin'in mektupları diye bilinen meşhur mektupları gönderiyordu:

" (...) Şu sıralar olabildiğince içip aylaklık ediyorum. Neden mi?  Ozan olmak istiyorum çünkü, ve kendimi görünmezi gören bir kahin kılmaya çalışıyorum. (...) Tüm duygu ve anlamların bozulup değiştirilmesiyle bilinmeze erişmek söz konusu burada. Acılar çok büyük, ama güçlü olmak, ozan doğmuş olmak gerekiyor; ve ben ozan olduğumu kabul ettim. Hiç de benim suçum değil bu. Düşünüyorum demek yanlıştır. Düşünülüyorum denmeliydi. Sözcük oyununu bağışlayın. Ben, bir başkasıdır.  Kendini keman olarak duyumsayan oduna yazık!" (13 Mayıs 1871)


Rimbaud'nun Charleville'i terk ettiği aynı gün içinde Collage de Charleville'in yanıp kül oluşundan onu sorumlu tutacağımız herhangi bir kanıt yok, ama ben onun Charleville koleji alev alev yanarken kentten ayrılışını hayal etmeyi seviyorum.



ARTHUR RİMBAUD'NUN GERÇEK SARHOŞ GEMİLERİ

Roland Barthes’a göre Rimbaud’da iki koşullanma vardı: Biri şiire, diğeri yolculuğa.  “Rimbaud bir arzudan (yazma arzusundan kopar) ama onun yerine, onun kadar şiddetli, radikal ve hatta çılgınca bir başka arzu koyar: Yolculuk Yapmak” 


Henry Miller Rimbaud üzerine yazdığı Rimbaud ya da Büyük İsyan isimli harika kitapta Rimbaud evinde oturanlara bir nimet gibi görünür diyor ve devam ediyor: Rimbaud'nun yaşamı bahçesini sulayan bir Fransıza açıkça bir çılgınlık gibi görünüyordur. Aç karnına bu dünya gezisi müthiş bir şey olmalı. ‘Yaşamın ortasında dikildi’ diye düşünüyor bürosundaki memur: Evet, şairler tamamen bir yana, birçok hali vakti yerinde vatandaş, salt Rimbaud’nun serüvenli yaşamını taklit edebilmek için bir kolunu veya bacağını verebilirdi. 40.000 altın frangını sürekli kuşağında taşıdığı için basur olduğunu öğrendiklerinde, ülkesinin insanlarına daha da çılgın, daha da ürkütücü görünmüş olmalı. Yaptığı her şey garip, fantastik ve görülmedik bir şeydi. Rimbaud'nun yolculuk rotası, kesintiye uğramamış biricik fantazmagoryadır.

EN UZUN MACERA: JAVA

Hollanda, Java'daki Atchim Sultanlığında düzeni sağlamak için paralı asker topluyor. Brüksel'deki bir acenta ordu adına yaşı yirmi bir ile otuzyedi arasında, mesleği, ailesi ve parası olmayan, iyi bir ikna yolu olarak da gezmeyi seven ve dünyayı görmeye meraklı erkekler arar. Yolculuk güzel, parası iyi, üstelik kaçma olanağı da var. Eski komüncü Hollanda sömürge ordusuna altı yıllık paralı asker olarak yazılır. Daha önce de İspanya iç savaşında orduya katılmak üzere paralı asker olarak yazılmış ve parayı alıp ilk fırsatta Paris'e giden bir tren'e binmişti. Bu sefer dünyanın öteki ucundaki Java'ya doğru bu yolculuk Rimbaud'yu cezbetmiş olmalı. Paradan çok yolculuğa göz dikmiş, kaçmak yerine orduya katılmış. 

Orada, üstünde mavi bir üniforma, gri bir kaput, başında portakal rengi bir kep, bando eşliğinde limana doğru giden bir askeri alayın içinde. Prinz Van Orange, 10 Haziran 1876'da, içinde 14 subay ve 157 piyade eriyle Helder yakınlarındaki Nieuwe Diep limanından kalkar. 11'i: Southampton. 17'si: Portekiz kıyıları. 22'si: Napoli. 24'ü: Kızıldeniz. Gemide zaman şezlonglarda uzanıp güneşlenerek, müzik dinleyerek, kart oynayarak geçer. Cumartesi Brendi, Pazar et ve kek. Öğle yemeklerinden sonra bir saat idman, çay, tütün ve bolca can sıkıntısı. İşte en uzun deniz yolculuğunu yaptığı, Arthur Rimbaud'nun gerçek sarhoş gemisi.

"Sular aldı gitti beni can attığım yere"
 (Sarhoş Gemi'den)

Rimbaud açık denizle ilk kez Verlaine ile birlikte çıktıkları Londra yolculuğu sırasında Ostende'de karşılaşır. Sarhoş Gemi'yi yazdığında henüz denizi görmemişti. İmgeleminde yarattığı bir sarhoş gemiyle Charleville'deki çiftlik evinden uzak kıyılara yelken açmış, on yedi yaşının umutları ve hevesleriyle esen rüzgarların yelkenleri göğsü gibi kabarttığı bu gemi onu azgın dalgalar, kudurmuş denizler ortasında yirmi beş kıtalık mistik bir yolculuğa çıkarmıştı. 

 Yolculuk rotası boyunca aynı rutin işleyişle ilerleyen Prinz von Orange 19 temmuz'da Sumatra'dan geçip, kaçan, boğulan, hasta düşen birkaç askerden sonra Cakarta kıyılarına yanaşır. 

RAMBO: 

Eski bir edebiyat dergisinin sayfaları arasında unutulmuş nüktedan bir haberle karşılaşıyorum: "(...) Paris sanat çevrelerinde kendisine değgin üretilen son fıkra, Sylvester Stallone'nin kendi eliyle senaryolarını yazdığı filmlerindeki Rambo adını aslında ünlü Fransız ozanı Rimbaud'ya (Rembo okuyunuz) atfen aldığı yolunda."

İş bu ya, Sylvester Stallone Rimbaud'nun bir biyografisini okuduktan sonra Java'da yaşadıklarından çok etkilenir ve Rimbaud'dan Rambo'yu türetir. Serinin ilk filmi olan First Blood ismini de Rimbaud'nun Kötü Kan şiirinden yola çıkarak koymuştur..  İsabelle Rimbaud'nun kocası Berrrichon'ın Rimbaud hakkındaki abartılı biyografisine bakılırsa (Stallone bu biyografiyi okur) Rimbaud, tropikal bir cehennem olan Java'da silahıyla birlikte ordudan firar ettikten sonra Java'nın korkunç bakir ormanlarında haftalarca saklanarak yırtıcı kaplanlar, boa yılanları ve türlü tehlikeler arasında hayatta kalmaya çalışıyor. İşte Rambo filmlerine taş çıkartacak türden bir hikaye. Aklıma çocukken izlediğim Rambo filmlerinden sahneler sökün ediyor peş peşe. İmge yer değiştiriyor, Rembo, Rambo oluyor. 



" Bizimki nihayet döndü."

Rimbaud'nun bir başka gerçek sarhoş gemisi Samarang kıyısındaki Kaptan Brown'a ait 477 tonluk bir yelkenli olan Wandering Chief. Rimbaud bu gemi ile Java'dan ayrılır. Asker kaçağı olduğu için Edwin Holmes takma adıyla gemi mürettabatına dahil olur. Wandering Chief, Samarang'dan kalkışından itibaren 99 günde Queenstown İrlanda'ya varır. 

Yolculuk "her zaman olduğu gibi" Charleville'le noktalanır. 28 Ocak 1877'de Delahaye yazıyor: 

" Bizimki nihayet döndü. Küçük bir yolculuk yapmış(!). Brüksel. Rotterdam. Lehelder. Southamptom. Cibraltar. Napoli. Süveyş. Aden. Sumatra. Java. Ümit Burnu. Saint Helene. Ascension, Azor Adaları. Quennstown. Cork, Liverpoll, Le Havre. Paris ve her zaman olduğu gibi Charlestown."

Rimbaud'nun izini mektuplar, konsolosluk yazışmaları, iş girişimlerinden kalan evraklar, polis kayıtlarından sürebiliyoruz. Yazılı kaynaklardan takip edilemeyen bilmediğimiz kayıp pek çok ayı var. Afrika'daki arkadaşlarının bir iddiasına göre Rimbaud Java'dan ayrıldıktan sonra 1876 ağustos'unda Avustralya'yı da görmüştür.


"Çabuk! Var mı başka yaşamlar?"
(Kötü Kan'dan)


 Uzun Java macerasının ardından eve döndükten sonra Avrupa'da yeniden beliriyor. Hollanda asker kayıt acentasında Java macerasını, bedava yemek ve tütün'ü ve bir de kaçma yolunu pazarlayarak gençleri ikna etmeye çalışırken. Kaydettiği on iki askerden kazandığı parayı da kumarda kaybediyor. Bremen'de Amerikan deniz kuvvetlerine girmek için Amerikan konsolosluğuna bir mektup yazıyor. Bu girişim sonuçsuz kalıyor ama gerçekleşseydi Rimbaud'nun hayatında başka bir kıta, Afrika yerine Amerika olacaktı belki de ve bambaşka bir hayat hikayesiyle karşı karşıya bulacaktık kendimizi.

(David Wojnorowicz'in Rimbaud Newyork'ta (1978) başlıklı fotoğraf çalışması bir alternatif sunabilir: kaotikbenlik.blogspot 2013/09/Rimbaud in Newyork)

Hamburg'da bir sirkte çalışıyor. Sirkle birlikte Stockholm ve Kopenhag'ı dolaşıyor. 1877 Sonbaharında Marsilya'da, parasız, aç ve sefil bir halde, hırsızlık yaparak yaşıyor ve muhtemelen ilişki yaşadığı bir rahiple birlikte bir manastır'da kalıyor. "Tabanları rüzgar adam" Alpler'i ve İsviçre'yi yayan geçiyor. Bir ara, eski bir arkadaşı Rimbaud'yu Paris'te, Quartier Latin'de gördüğüne yemin ediyor. Gözden tamamen siliniyor ve yeniden ortaya çıkıyor.

"Tamam oldu günüm; ayrılıyorum Avrupa'dan. Yakacak ciğerlerimi deniz havası; yağızlaştıracak derimi yitik mevsimler. Yüzmek, avlanmak, ot dövmek, özellikle tütün tüttürmek: kaynar madenler gibi sert içkiler içmek, - ateşlerin çevresinde yaptıkları gibi sevgili atalarımın. 

Geri döneceğim, demirden kollar ve bacaklarla, kararmış derimle, öfkeli gözlerle: Güçlü soydan olduğumu düşünecekler, maskeme bakarak. Altınım olacak: Aylak ve kaba olacağım. Sıcak ülkelerden dönene kıyıcı sakatlara bakar kadınlar. Siyasal olaylara karışacağım. Kurtulacağım. Şimdi lanetliyim ben, tiksiniyorum vatandan. En iyisi, şöyle esaslı bir uyku çekmek, kumsalda."
(Kötü Kan / Cehennemde Bir Mevsim)

Rimbaud 18 Kasım 1878 günü Cenova'dan kalkan bir sarhoş gemi ile uygun ve kazançlı bir iş arayışıyla İskenderiye'ye gidiyor. Oradan da bir Fransız şirketine ait  taş ocağında çalışmak üzere Kıbrıs'a geçiyor. 1880'de onu Arap diyarına ulaştıracak bir başka sarhoş gemi, bir mısır yelkenlisi. Rimbaud, bütün yaşamını ve düşüncelerini para kazanmak üzerine kurmuştur artık. Ben bir başkasıdır, bir başkası tüccardır, ve tek bir hedefi vardır: Zengin olmak.



KÖTÜ KAN:  

 "Çalışmayacağım asla." diyordu bir tembellik ve aylaklık övgüsü olan Kötü Kan'da. "(...) yaşamak için bile kullanmadan bedenimi, ve karakurbağasından daha aylak, her yerde yaşadım. (...) İğreniyorum bütün mesleklerden. Usta ve işçi. Hepsi iğrenç, hepsi andavallı. (...) Ellerimle çalışmayacağım hiçbir zaman, dürüstlüğü üzüntü veriyor bana dilenciliğin. (...) Hep zindana kapatılan o yola gelmez kürek mahkumuna hayrandım daha çocukluğumda"

"Çalışmayacağım, bok yiyeceğim, Benim ne kadar ucuza yaşadığımı göreceksin"
diyordu Verlaine'a.

 Rimbaud, bir gün özgürlüğü satın alabileceği umuduyla, arınır sözcüklerden, son verir duyumların karmaşasına, kalbinin ve aklının düzensiz atışlarına. Temizler damarlarındaki alkolle ve afyonla zehirlenmiş kötü pagan kanı. Beş parasız gittiği Aden'de iş imkanları yaratmaya çalışır, ticarete kafa yorar. Zengin bir tüccar olmak, işleri büyütmek ve ilk fırsatta da buralardan ayrılmak niyetinde. Avrupa'da serserilikle geçen yıllardan pişman, arı gibi çalışkan. Zamana karşı bir yarış veriyor şimdi: tek kaygısı, tek saplantısı var: ona bir ömür yetecek serveti elde etmek. Lise terk Rimbaud, tıpkı Charleville'de hocası İzambard'ın evindeki kütüphanesinde kitaplara gömüldüğü gibi her şeyi en başından öğrenmek için yine kitaplara gömülür. Ama Baudelaire'in, Villon'un, Banville'in, Michelet'in, latin ve yunan klasiklerinin, Robespierre'lerin yerini Sivil Mühendislik Sözlüğü, Metal İnşaatı, cam vazo yapımı, samandan dam yapımı, mum yapımı, tuğla yapımı gibi kitaplar almış.

Delahaye'e bir mektubunda istediklerinin bir kısmını sıra halinde yazmış (Aden'den, 18 ocak 1882): pusula, cep basınölçeri, yerölçer, cetvel, pergel, gönye, topoğrafya, trigonometri, madenbilim, hidrografya ve meteoroloji kitapları.

Listenin sonunda Gezgin'in El Kitabı ve Gezginler İçin Yönergeler isimli iki kitap daha var. 

Madagaskar'ı düşünüyor, birinden orada para biriktirmenin kolay olduğunu duymuş. Ticaret ve keşif seferlerine çıkıyor. Gallas (Doğu Afrika'da) bir fil avcıları grubu oluşturmaya çalışıyor. Bir mektubunda fil avı için uygun bir silah istiyor. Choa'dan kaldıracağı bir deve kervanıyla Kral Menelek'e silah götüreceği iki aylık bir yolculuğa çıkıyor. "Haydi, ileri! Yürüyüş, yük, çöl, can sıkıntısı ve öfke." (Kötü Kan) Danakil Kabilesi'nin yaşadığı, haydutların kervanlara saldırdığı, cehennem sıcağında, çöl ortasında bu yolculuk oldukça tehlikeli ama Rimbaud bu işten oldukça iyi bir kazanç elde etmeyi ummakta.  "Çığlıklar, davullar, dans dans dans..." (Kötü Kan) Sonuçta işler iyi gitmiyor, yolda ortağı ölüyor ve Rimbaud korkunç zorluklarla geçen bu silah ticaretine yatırdığı parayı bile zor alıyor.  "Açlık susuzluk çığlık dans dans dans." (Kötü Kan) 

Bütün bunlarda macera arzusu eksik değildi, gezgin tüccar, onun için kullanabileceğimiz en uygun sıfat bu, 1885'te Habeş'ten ailesine şöyle yazmış: "Olduğum yerde kalmak ve yaşamak için çalışmak zorunda kalmadan gezme imkanım olsaydı hiçbir yerde iki aydan fazla görünmezdim. Dünya çok büyük ve gezmesi bin yaşamdan fazlasını gerektiren muhteşem ülkelerle dolu."

Başka bir mektupta ailesinden fotoğraf makinesi göndermelerini istiyor: 

"Choa'da fotoğraf makinesinin ne olduğunu kimse bilmiyor, bu makine kısa zamanda bir servet kazandıracak bana."

Ancak paraya ihtiyaç duyduğu için çok geçmeden fotoğraf makinesini elden çıkarmak zorunda kalıyor:

"Fotoğraf makinesini çok üzülerek sattım."

Ruh ölümsüz müdür? Söyle!



Verlaine'dan Rimbaud'ya...

Geldim bu akşam, yatağına eğildim 

Seyrettim o tapılası bedenini
Baktım dua eden bir derviş gibi 
Oy, güneş altında her şey boşmuş dedim



Bugün var, yarın yok, bir hazine yaşam 

Can ki andırıyor yorgun bir çiçeği 
Çıldırtan bir düşüncedir aldı beni 
Sen uyu çocuk, uyumak bana haram.



Ne zor seni sevmek, aşkım, ince gülüm!

Kapatacak mı gözlerimizi ölüm.
Tükenecek mi soluk, uyurken böyle?



Ve düşlerde ağzıma gülen ağız, sen,

Öteki acı, yaban gülüş çökmeden 
Çabuk uyan. Ruh ölümsüz müdür? Söyle.


*
Verlaine ve Rimbaud için bak:

KÖTÜ KAN



Galyalı atalarımdan kalıttır uçuk mavi gözlerim, kıt aklım ve kavgada sakarlığım. Onlarınki kadar barbarca buluyorum giyimimi. Ama yağlamıyorum saçlarımı.

Çağlarının en yeteneksiz hayvan yüzücüleriydi Galyalılar. ot yakıcılarıydılar.

Onlardan kalıt bana: Putataparlık ve günah sevdası; —ah! bütün kötülükler, öfke, kösnücülük,—görkemli kösnücülük—özellikle de yalan ve tembellik.

İğreniyorum bütün mesleklerden. Usta ve işçi, hepsi andavallı. hepsi iğrenç. Eşdeğerde kalem tutan el ile saban tutan el.—Ey eller çağı!—Ellerimle çalışmayacağım hiçbir zaman, sonra sonu çok kötüye varır uşaklığın. Dürüstlüğü üzüntü veriyor bana dilenciliğin. Katiller tiksinti verir iğdişler gibi: Temizim ben. ve bu vızgeliyor bana.

Ama! Yapan kim dilimi bu denli dalavereci, yol göstersin ve korusun diye şimdiye kadar tembelliğimi? Yaşamak için bile kullanmadan bedenimi, ve karakurbağasından daha aylak, her yerde yaşadım. Bir tek Avrupalı aile yok tanımadığım.—Benim ailem gibi her şeyi İnsan Hakları Bildirgesi’ne borçlu aileleri demek istiyorum.—Tanıdım bütün iyi aile çocuklarını!


Fransa tarihinin herhangi bir yerinde geçmişim olsaydı! Ama hayır, hiçbir şeyim yok.

Her zaman aşağı bir soydan geldiğim gün gibi ortada. Nedir başkaldırı, bilemedim. Yağmalamak için ayaklandı benim soyum, yalnızca: Tıpkı öldürmedikleri hayvana kurtların yaptığı gibi.

Anımsıyorum Kilise'nin büyük kızı Fransa’nın tarihini. Ben, köylü, sefer yapabilirdim kutsal topraklara; kafamda Suab ovalarının yolları. Bizans görünümleri, Yerüşalim’in surları: uyanıyor içimde Meryem tapıncı, çarmıha gerilmiş Isa'ya acıma duygusu, binlerce kâfir peri oyunu arasında.— Ben cüzamlı, oturmuşum kırık çömlekler, ısırganlar arasında. güneşin kemirdiği duvar dibinde.—Daha sonra, ben Fransa hizmetinde çalışan Alman süvari, açık havada konaklamış olmalıyım Almanya gecelerinde.

Ah! gene: Coşkuyla raksediyorum kırmızı bir orman düzlüğünde, yaşlılar ve çocuklarla birlikte.

Anımsamıyorum bu dünyadan ve Hıristiyanlıktan daha ötesini. Kendimi hep bu geçmişte düşünüşüm, son bulmayacak. Ama her zaman yalnız; kimsesiz; dahası hangi dili konuşuyordum ben? İsa’nın din kuralları içinde düşünmedim hiçbir zaman kendimi: ne de soyluların meclislerinde,— İsa’nın temsilcilerinin.
Neydim ben geçen yüzyılda? Ancak bugün buluyorum kendimi. Yok artık göçebeler, yok artık anlaşılmaz savaşlar. Her şeye egemen oldu aşağı soy—halka, hani derler ya. akıla; ulusa ve bilime.

Ah! bilim! Her şeye yeniden başladık, Beden için tıp var kocakarı ilaçları yerine; felsefe var ruh için, son Kudas ayini ve düzenlenmiş halk türküleri yerine. Ve hükümdarların eğlenceleri, o yasakladıkları oyunlar! Coğrafya, kozmoğrafya. mekanik, kimya!..

Bilim, yeni soyluluk! ilerleme. Yürüyor dünya! Neden dönmesindi peki?

Sayıların tansığı bu. Akıl'adır bizim yolumuz. Çok kesindir, bilîciliktir söylediğim şey. Anlıyorum, ve pagan sözcükler olmaksızın düşüncelerimi açıklayamadığıma göre, susmak isterdim.



Geri geliyor pagan kan! Yakındır Kutsal Ruh, soyluluk ve özgürlük bağışlayarak ruhuma, İsa neden yardım etmiyor bana? Yazık! Doldu vadesi İncilin! İncil! İncil.

Tanrıyı bekliyorum oburca. En aşağı soydanım oldum olası.

İşte Armorik kıyısındayım. Işıldasın kentler geceleyin. Tamam oldu günüm; ayrılıyorum Avrupa’dan. Yakacak ciğerlerimi deniz havası; yağızlaştıracak derimi yitik mevsimler. Yüzmek, avlanmak, ot dövmek, özellikle tütün tüttürmek; kaynar madenler gibi sert içkiler içmek,—ateşlerin çevresinde yaptıkları gibi sevgili atalarımın.

Geri döneceğim, demirden kollar ve bacaklarla, kararmış derimle, öfkeli gözlerle; Güçlü soydan olduğumu düşünecekler, maskeme bakarak. Altınım olacak: Aylak ve kaba olacağım. Sıcak ülkelerden dönen kıyıcı sakatlara bakar kadınlar. Siyasal olaylara karışacağım. Kurtulacağım.

Şimdi lanetliyim ben, tiksiniyorum vatandan. En iyisi, şöyle esaslı bir sarhoş uyku çekmek, kumsalda.

Eylül'ün Gölgesinde Yaz

Eylül'ün Gölgesinde Bir Yaz, ne zamandır dilime dolanmıştı bu cümle, bir Ferit Edgü kitabıymış, bilmiyordum. Tatilciler gitti, yazlıklar boşaldı, birileri gelip onları toplamadan önce bütün şezlonglar ve şemsiyeler bana kaldı. Bir gelgit alıp götürmüş gibi bütün plajlardan yazlık görünümleri. Yalnız kalmak, rahat bir nefes almak için o kadar uzaklara kaçıp gitmeme gerek yok artık, buralar Eylül'de daha bir güzel. (Ayvalık Güncesi)



(...)

akşam mı, evet akşam
her şeyi bir bir açıklama vakti
-öyle mi, peki
nedenini bilmiyorum, ayvalık'dayım
-ayvalığa mı



yeniden gösteriyorum biletimi
hatırlıyorum da, bir arkadaşım vardı benim
tarçından örülmüş bir suskunluktu dili
hey kaptan! sen bilir misin, var mı hiç görmüşlüğün
tam ayvalık gibiydi yüzü, şimdi karşımda.
öldü



vardır ya her küçük şehrin bu yüzden
soluşuyla birlikte gözyaşları da.
önce gözleri boğulmuştu, elleri
kupkuru dudakları en sonra
dediler ki, içkiden öldü, yalan!
sevgisizlikti onu aramızdan çekip çıkaran.


saat onda kalkacakmış vapur
ister kalksın, ister kalkmasın, bana ne yolculuktan.


Edip Cansever'in
 bir şiirinden