Yokoluş Sanatı
Üretme sorunu (metin ya da imaj) o denli önemli değil artık. Daha doğrusu her şey yokoluş (disappearance) sanatının ekseni etrafında olup bitiyor. Bu yokoluş, dünya, görünür nesne ya da Öteki yerine ikame, bir tür iz bırakmadır. Bu da aslında, Öteki'nin kendi yokoluş tasarımı üzerinde (yokoluş oyununun kurallarına göre) var olabilmesinin tek yoludur. Kişi üretim adına ne getirirse getirsin, kesin olan şey, kendi imajının ötesine geçemeyeceğidir, Aynının yayılmasıdır bu. Yokoluşun başatlığından (birinin yokoluşundan) gelen, gerçekte Öteki'dir.
Fotoğrafın şaşırtıcı gücü, yazının gücünün çok ötesindedir. Bir metin ender olarak, fotografik nesnenin; gölge, ışık, ya da malzemenin aynı andalığı, aynı somutluğu ve aynı büyüleyiciliğini gösterebilir. Gerçek bir metin en azından (mantık dışı, parlak, öteki manifestosu gibi) kanıtlar üzerinde durmaktan çok benzerlik (benzerlik ideolojisi) üzerinde oynar. Oysa fotoğraflar, ender de olsa bir büyüyü somutlar. Örneğin bir kişi, Nabakov ve Gombrowicz'in yazılarında bunu hissedebilir, temel yönelimlerin düzensizliğini, niteliksizliğin gevşeyen-gerilen şiddetini ya da evrenin ciddiye alınmayan erotik enerjisini yeniden keşfedebilir.
Fotoğraflaşan her nesne basitçe her şeyin kayboluşundan arta kalan bir izdir. Bu, kavranamaz bir karmaşa içindeki -dünyadan arta kalandan çekilmiş, dünyadan arta kalanda namevcut- dönüşümlerden sonra fotoğraflanan, sadece şu ya da bu nesnenin yanılsamalı projeler dünyası için neredeyse nihai bir çözüm ve neredeyse mükemmel bir suçtur. Bu karmaşık nesnenin yükselişiyle -ki bu, hiçbir anlam taşımayan benzersiz bir radikal beklentidir- kişi engellenmemiş bir dünya görüşüne sahip olur.
Öyleyse fotoğraf, kişi ve dünya arasına kendisini sokan her şeyi yok etme sanatıdır, bu namevcut dünya ayrıntılarda sunulmuş ve ayrıntılarla güçlenmiştir (Aynı şey yüz için de geçerlidir; yüzün ayrıntıları öznenin mevcut olmayışını anlaşılır kılar, bu öznenin namevcutluğu olmadığı zaman fotoğraf iyi bir fotoğraf değildir). Edebiyatta güzel duyarlıklar peşine düşmek gibi, bir imgede, ifade ya da benzerlikle ilgilenmek o kadar da önemli değildir.
Bu bağlantısız ayrıntılar bir tür zihinsel jimnastikle, şeytani bir düşünce ile de ortaya çıkabilir. Bu durumda, herhangi bir dirençle karşılaşmayan teknik uygulamalar, belki bazı hileli türleridir. Söylem ve kavram alanında varolana kadar nesneler etraftaki her şeyle bağlantılıdır. Tümüyle basit bir nesne olduğu ölçüde de tanımlanamayan bir yanılsama.
Psikolojik olarak 'layıkıyla' yoğunlaşmamış kişiler üzerine odaklanmak oldukça güçtür. Nesne lensin (objektifin) titremesine neden olur. Bu yüzden ben çok ender olarak bir kişiye odaklanırım. Benim çekingenliğimden öte bu belki de, her insan varlığının karmaşık bir senaryo mekânı olması nedeniyle, -en basit senaryoda bile- lens şekli bozar ve onun karakterini büyük ölçüde yok eder, oysa tersine kamera, genelde imgeyi idealleştirir ve yüceltir. İnsan varlığı maskelidir ve işin en zor yanı onların gerçek görünümlerini ya da andıranını, maskelerinde yakalandıkları gibi değil, gizli kimlikleri ya da benlikleriyle ortaya çıkarmaktır.
Birinin insanları fotoğraflayamaması, fotografik öznelerin kendi bedenlerince manipüle edildiklerini açıkça kanıtlar. Bir kişi aynı zorluğu kendi fotoğrafını çektirirken de hissedebilir. Birkaç kez, nesnenin muazzam etkisini, bu gizli etkiyi ya da manipülasyonu kanıtlamayı denedim: bir gün plajdaki bir kadının bütün olarak yuvarlanan görüntüsünü aldık -gönülsüzce poz verdi, fotoğraf çektirmek istemiyordu- film banyo edildiğinde hiçbir şey görünmedi. Buna benzer başka bir durumda da, film rulosu fotoğrafçının evinden gizemli bir biçimde kayboldu.
En derin arzu nesne arzusudur, bunun bende eksik olduğu söylenemez, (daima eksik bir dünyada yaşayan öznenin aman aman saygın olduğu, basmakalıp ve saçma bir şeydir), ne bay ne de bayan benim arzumu eksiltmez. Arzu her zaman dışarıdaki mükemmelliğin yanındadır,ama aynı zamanda ve belki de, yıkıp dökmek, parçalamak ister. Mükemmellik nesnenin kusursuzluğudur: yalnız olan gerçekten ötekidir ve insan kendi benliğini hakikaten özler, kişisel ve kusuruz bir şeyler için insan hem paylaşıcı hem de parçalayıcıdır.
Fotoğrafın kendinden geçirici ve narsistik nitelikte bir özelliği olması sürekli tedirginlik yaratır. Bu bir kerelik, hatta kesin olarak münferit bir eylemdir. Fotoğrafik imge, yağlıboya resme ya da bir metne ya da bir başka şekilde ön hazırlığa dayalı sanata anlam verme ya da benzer kılmaya çabalamaktan farklı olarak, anında ve geri dönüşsüzdür. Geri dönüşsüzlük böylece, fotoğraf çekiminin bir anlık oluşu üzerinde bir ölçüde önüne geçilemeyen talihsiz yazgıya dönüşür. Eylemin geri alınamazlığı, belirli bir anda verili olan dünyaya hissedilir somutlukta bir katılışın sunuluşudur. Fotoğrafı yeniden çekmek ya da sanatsal olarak tashih etmek, ya da çekime hazırlık olarak bir tür perspektif oluşturma türünden girişimler, rezil bir estetik ortaya çıkarır.
Zaman ve Mekân içinde öznenin bu süreksizliği, yalnızlığı, dünyadan kopmuşluğu, kendi tedirgin edici karakteri ve kendi nesnesinin süreksizliği ile tamamen bakışıktır. "İyi" bir nesne tedirgin kendiliği ve başkasının arzusunu gereksinmemesiyle ayırt edilir. En iyi olabilen fotoğraf özneleri, kendine özgü biçimi bulmuş, özgün bir kimliğe ve narsistik figür yapısına sahip olanlardır. Bunlar nesnel bir etkiye sahiptirler ve lenste bütün bu nesnel etkileri ile birlikte -Medusa'nın yüzü gibi- tespit edilmesi gerekir.
Olumsuzlama anı. Fotoğraf gerçek zaman içinde bir imge değildir, sanal ya da sayısal bir imge de değildir. Analojiktir. Olumsuzlama anını yakalamak, olumsuzluğu askıya almak, muallâkta tutmaktır. Bu önemsiz yer değiştirme bizim gerçeğimizde, bir diğer deyişle gerçek nesnede farklılıklar olarak, başka bir deyişle yanılsama olarak -yani imge içinde kaybolan nesne ya da dünyadan bir an olarak varolan imgeleri meşrulaştırır ama bireşimsel (sentetik) imge yapamaz, çünkü bireşimsel imgeler tam anlamıyla konuşan imgeler olarak var olamazlar. Fotoğraf yokoluş anını saptar, gerçek bütünüyle yok olmuştur. Bu önemsiz yer değiştirme nesneyi büyüleyici kılar, önceki varlığından kalan bir büyüleyicilik.
Fotoğrafın büyüsü - yağlıboya resimdeki estetikten farklı olarak- bütün işi nesnenin yapmış olması sonucu doğar. Elbette, fotoğrafçılar bunu kabule hiç yanaşmazlar, elde edilen herhangi bir özgünlük, onların içgüdülerinden doğmuştur ve kendilerince dünyanın fotoğrafik yorumudur. Bu nedenle de onlar kötü (ya da aşırı iyi) fotoğraflar çekerler, oysa fotoğrafik sürecin eşsiz gayri ihtiyari hareketi ile öznel dünya 'görüş'lerini karıştırmaktadırlar.
Sorun nesnel olma sorunu değildir, sorun nesne haline gelme sorunudur. Fotoğrafik süreçte dünya bir nesne olarak ilgilenilen bir sorun değildir. Onun bir nesne olarak zaten orada olduğunu kabul ederek davranmak, fakat bir nesne oluşunu sağlamak, onu bir nesne haline getirmek, bir diğer deyişle öteki oluşunu sağlamak, altta yatan benliği açığa çıkararak gerçekliğini deşifre etmek, bir tür zemin olarak görünür kılmak, sorun budur. Önceki (aslı) cazibesini imgesinde ve unsurları arasında tutmak için her ilk görülen albeniye kapılmamak gerek.
"En banal, en sıradan insanların bile, belirli bir anını yakalayıp, gerçek kimliklerini yansıtan bir fotoğrafları olduğu" söylenir. Tabi bu doğru değildir.
Bir kişi ya da bir yüzde en ilginç olan yan, görünüşlerinin arkasında bir kimlik aramaktan çok, radikal benlikleridir, kimliklerinin arkasındaki bu gizli benliği keşfetmeye çabalamak.
Bir biçimde kişinin kimliğini gizlediği maskesini açığa çıkarmalıyız - her birimizin, hatta en sıradanımızın bile taktığı kutsal maskeler nasıl olsa bir gün, şöyle ya da böyle düşer.
Nesneler söz konusu olduğunda, ilkeller ve vahşilerde, bu benlik ve bu tuhaf özellik belirgindir (fiziğe göre, bu 'tuhaf özellik' terimi, nesneye ya da bütün koordinatlarımızdan kaçan bir mikro-evrene göndermedir). Aynı şey hayvanlar için de geçerlidir. Benzer olarak, en belirsiz nesne bile daima 'Öteki'dir.
Özneler söz konusu ise, durum her nasılsa daha belirsizdir. Bir özne için - birçok kişi bunu insanlığın nitelik göstergesi olarak okuyabilir -denebilir ki, kimliğinin ve yasanın sınırları içinde açıkça varolan kendi özgünlüğünün imhası için hiç çekinmeden sarfettiği çabanın bedelini sık sık ödemede, yine sık sık başarılı olmuştur. Umulur ki bu başarı, asla mükemmel olmayan bu suç, mutlak olmasın.
Fotoğraf, diğer "dışsallaşma" biçimleri arasında, öznenin kendi benliğini imha etmesi selbstentfremdung sürecini, bu katliamı, göstermeye yardımcı bir yol izler. Bu süreç, bir başka deyişle, kişinin kendini yok etmesi, kendiliğinden kamulaştırmasıdır.
Bir kez daha, "şeyler arasında bir şey" içkin olarak oluşur, hep biri ötekine yabancıdır, hep bilinen ve yayılan özneler evreninde biri ötekiyle iletişim kurar, geçişlilik birinden ötekinedir.
Fotoğrafların sessizliği, gerçekten ne olduğunu tam açıklamaksızın, her zaman sessizliği deneyen ama başaramayan sinema, televizyon gibi alanların benzerlerine karşıt olarak sessizlik, fotografik imgenin en değerli ve en özgün niteliğidir.
Sessizlik salt kaçan ve sakınan imgenin, içten okunması ve algılanması için yorumu ve söylemi değildir. O aynı zamanda imgeyi gerçeklik bağlamında dünyanın gürültüsü içinde yakalayan, burkan nesnelerin içindeki sessizliktir de. Ne olursa olsun şiddet, hız ya da her şeyi kuşatan gürültü, imgenin sessizliğini ve hareketsizliğini bir fotoğraf nesnesine iade eder.
Her şehrin, her kargaşanın ortasında, her tür görsel ve işitsel stresin ortasında fotoğraf, yeniden bir boşluk yaratır, yeniden bir bozkır yaratır, bozkıra denklik -bir anlamda yalıtılmışlığa, görüngüsel yalıtıma, ya da dahası, görünüşün görüngüsel hareketsizliğine denkliktir- Bir kenti baştan sona geçen yol sadece sessizliktir. Dünyayı baştan sona geçen yol sadece sessizliktir.
Avusturalya, Modernite Sanat Enstitüsü'nün, Sydney Çağdaş Sanat Müzesinde gerçekleştirdiği "Teori Sanatı: 90'larda Baudrillard" adlı Sempozyumda, Baudrillard'ın 31 mart 94 tarihli konuşması.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder